KALK EY MEVLANA VE…
Şeb-i Arus’u genellikle son hafta konuşur, son hafta tartışır ondan sonra da unuturuz. Kış uykusuna yatırdığımız dosyayı bir yıl sonra yine aynı hafta konuşmaya başlarız. Durum böyle olunca da sorun bir çözeme bağlanmaz bir türlü.
Aslında çoğumuz ne Şeb-i Arus’un ne anlama geldiğini biliriz , ne de Şeb-i Arus’un nasıl icra edileceğini. Birçoğumuz Şeb-i Arus’un Hazreti Mevlana’ya ait bir uygulama olduğuna inanırız. Birçoğumuz da bu sene ölümünün 741. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz Hazreti Mevlana’nın her yıl aynı şeklide anıldığını sanırız. Hâlbuki durum böyle değildir.
Farsçası Şeb-i Arus, Arapçası Leyletü’l-Arûs, Türkçesi ise Düğün Gecesi olan etkinlik Hazreti Mevlana’nın dünya ve ahiret hayatına bakışını özetler. Mevlânâ, “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama, arif kişilerin gönlündedir. Bizim mezarımız. Burada ölüm (olarak) tezahür ediyorsa da orada doğumdur. Ölmek şeker gibi tatlı bir şey, canı sen aldıktan sonra seninle olunca da tatlı candan da tatlıdır, ölüm” derken dünyaya da, ahirete de farklı bir tanımlama getirir. Ölümü başka bir aleme doğum olarak nitelendirir. İşte bunun içindir ki tam 741 yıldır sevenleri Hazreti Mevlana’nın ölümüne üzülmez, gerçek aleme doğumunu kutlar bu gece.
Biz Konya olarak Aralık ayında Hazreti Mevlana’yı felsefesine uygun bir şeklide anlatamadığımızdan, doğru tanıtamadığımızdan yakınırken, şimdi bir de başımıza İstanbul çıktı. Bugün İstanbul’da Şeb-i Arus var. Biz Konyalılar ‘Şeb-i Arus böyle mi olmalı, neden hep Ahmet Özhan, sema sadece bir dönme fiili midir, neden semanın manasını yeterince kavratamıyoruz?’ diye dert yanarken, fikirlerine saygı duyduğum ülkemizin önemli tarihçilerinden yazar Murat Bardakçı, Haber Türk’teki köşesinde bakın neler yazmış: “İstanbul’da düzenlenecek olan Şeb-i Arus’a binlerce kişi katılacakmış, memleketin popçusundan türkücüsüne, ilâhicisinden arabeskçisine kadar isim yapmış bazı okuyucuları da sahneye çıkıp Mevlânâ’nın şiirlerinden besteledikleri yeni şarkıları ve türküleri icra edeceklermiş! Böyle toplantılarda uzun, bitmeyen ve dinleyeni baydıran konuşmalar yapmadan olmaz ya! Hoş geldiniz nutuklarından sonra kürsüye protokole mensup zevât-ı muhteremden birileri çıkar, o iner, yerini bir başkası alır, bu böyle devam edip gider, ardından türküler, şarkılar, ilâhiler çalınıp söylenir ve zaman kalırsa lütfedilip bir de Mevlevî âyini kısaltılmış şekilde okunur!”
Evet biz kendi içimizde itişip kakışırken, bir türlü Şeb-i Arus’u özüne uygun bir şekilde organize edemezken başkaları alternatif bir program üretti bile. İki yıldan bu yana böyle bir program düzenliyorlar ve Konya’dakinden fazla kalabalık topluyorlar. Sonunda arabeskleşmemiş bir Mevlana’mız kalmıştı, onu da arabeskleştirdik.
Bu durumda 30 yılı aşkın zamandan buyana Şeb-i Arus’un müdavimi kıldığımız Ahmet Özhan’ı öpüp başımıza koymamız gerekiyor. Konya olarak bugüne kadar yeni Ahmet Özhan’lar çıkaramadıysak o da bizim suçumuz. Aslında bana göre çıkardık ama fırsat vermedik. Konya’mızın büyük sanat değerleri Ahmet Çalışır da, Ömer Faruk Belviranlı da ve daha isimlerini buraya yazamadığım bir çık hemşehrimiz de bu görevi layıkıyla yapabilirler. İlla hemşehrimiz olmaları da gerekmiyor. Hazreti Mevlana’nın felsefesini hayatına hakim kılmış herkes olabilir. Ama aslında Şeb-i Arus programlarının muhtevasının da bir gözden geçirilmesi gerekmektedir. Alanım olmadığı için bu konuda bir şeyler yazmayı uygun görmüyorum. Ancak ehli bu konuda da bir çalışma yapılması gerektiğini söylüyor.
Görüşüm şudur ki, Şeb-i Arus düğün gecesi demektir ve ancak 17 Aralıklarda yapılmalıdır. 13 Aralık’ta yapılan bir programın ismi Şeb-i Arus olamaz. Mevlana’ı Anma ve Sema Programı olabilir. Çünkü biz Hazreti Mevlana’nın ölüm gecesini Şeb-i Arus olarak kabul ederiz. Gerisi Şeb-i Arus adı altında yapılmamalıdır. Ancak herkes uygun yerlerde Hazreti Mevlana’yı felsefesine uygun bir şekilde konferanslarla, panellerle, sempozyumlarla, bilimsel çalışmalarla, sema programlarıyla anabilir. Şeb-i Arus ancak ve ancak Konya’da ve Mevlevihane olan şehirlerde Mevlevihanelerde 17 Aralık’da Şeb-i Arus adıyla yapılabilir. Zaten eskiden böyle yapılıyordu. Gerisi işi sulandırmaktır, Hazreti Mevlana’dan menfaat devşirmektir, onu çıkarlarına alet etmektir. Yada en halisane düşüncelerle, iyi bir iş yapma adına yanlış bir iş yapmaktır. Dahası yoktur.
İğneyi başkalarına batırırken, çuvaldızı kendimize batırmamız gerektiğine inanıyorum. O’nu şeker yapıp, börek yapıp yemeden , işyerlerimize O’nun ismini verip menfaatlerimize alet etmeden önce düşünmeliydik tüm bunları. Aynı saatlere birden çok program denk getirerek, salonları boş bırakmadan önce sorgulamalıydık yaptıklarımızı. İnsiyatifi merkezden Kültür Bakanlığına bırakmadan önce, idrak etmeliydik işin hassasiyetini. Köşelerimizde eleştirmek ve ahkâm kesmek yerine basın mensupları olarak önce biz hangi katkıyı yaptık diye düşünmeliydik. (başta ben olmak üzere) Suçun büyüğü bizim değil mi? İl Kültür ve Turizm Müdürümüz çok değerli bilim ve kültür adamı Prof. Dr. Mustafa Çıpan’ın büyük çabalarıyla bir noktaya getirilen etkinliklerin bundan sonraki boyutunda daha fazla katkıya ihtiyaç var. Hocayı yalnız bırakmamamız gerekiyor. Hem il yerel yönetimleri, hem hükümet hem de sivil toplum kuruluşları ve basın artık elini taşın altına koymalıdır. Yoksa, bugün İstanbul’da, yarın Ankara’da, öbür gün İzmir’de icra edilmeye başlar Şeb-i Arus.
Kıstasımız ne mi olmalı? Hazreti Mevlana’nın bir an dirilip yaptıklarımızı gördüğünü düşünmemiz kafi. “Men bende-i Kur’anem, eğer candarem, Men Hak-i Reh-i Muhammed_i Muhtarem. Eger Nakl kuned cüz in kes ez güftarem. Bizarem ez u vez, an suhan bizarem.” Türkçesiyle, “Bu canım var oldukça ben Kur’ana tutsağım, Muhammed (SAS) yolunun toprağıyım. Benden başkaca bir söz nakledenler olursa, hem onu söyleyen hem de o sözden uzağım.” diyen Hazreti Mevlana’ya yakışıyorsa yaptıklarımız mesele yok. Yakışmıyorsa, kendi ifadesiyle Hazreti Mevlana bizden “bizar” olacaktır.
Son olarak diyorum ki, “KALK EY MEVLANA, BAK HALİMİZE….”