[4/2 22:37] Ömer Tarık Yılmaz: 4- İslamın Rükünlerinden biri Olan Namazların Beyânı Bâbı
109- Bize Kuteybeti'bnü Said b. Cemil b. Tarif b. Abdillâh es-Sekafî, Mâlik b. Enes'den, ona da Ebû Süheyl tarafından babasından naklen okunan bir hadisi rivâyet etti. Ebû Süheyl'in babası, Talhatü'bnü Ubeydillâh-ı şöyle derken işitmiş:
«Necd ahâlisinden saçı darmadağın bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi. Biz sesinin mırıltısını duyuyor; fakat ne söylediğini anlayamıyorduk. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e yaklaştı. Meğer islâmın ne olduğunu soruyormuş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Gece ile gündüzde beş (vakit) namazdır» cevabını verdi. Adam:
«Bana bunlardan başka namaz var mı?» dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):
«Hayır! Ancak kendiliğinden kılarsan o başka. Bir de Ramazan ayının orucu.» buyurdu. Adam:
«Bana bundan başka oruç var mı?» diye sordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):
«Hayirl Ancak kendiliğinden tutarsan o başka.» buyurdu.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona zekâtı da söyledi. Adam:
«Bana bundan başka zekât var mı?» diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):
«Hayır! Ancak kendiliğinden verirsen o başka.» buyurdular.
Talha
Dedi ki:
— Az sonra o zât:
Vallahi bundan ne ziyâde yaparım ne de noksan!» diyerek dönüp gitti. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):
«Eğer doğru söyledi ise felaha erdi.» buyurdular.
Bu hadisi Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî tahric etmişlerdir.
110- Bana Yahya b. Eyyûb ile Kuteybetü'bnü Saîd'in ikisi birden İsmaü b. Ca'fer den, o da Ebû Süheyl'den, o da babasından, o da Talhatü'bnü Ubeydillâh'dan, o da Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen bu hadîsi Mâlik'în hadîsi gibi rivâyet etdiler. Şu kadar var ki, (burada) Talha şöyle dedi: Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):
— Babasına and olsun, eğer doğru söyledi ise felaha erdi,» yahud:
— Babasına and olsun, eğer doğru söyledi ise Cennete girdi,» buyurdu.
[4/2 22:37] Ömer Tarık Yılmaz: Tarihte Bugün
• Şeyh İmam Şamil’in Vefatı 1871
• Balkan Paktı İmzalandı 1934
• Mahmud Es’ad Coşan Hazretleri’nin Vefatı 2001
• Dünya Kanser Günü
Kuveyt Türk Dijital Takvim
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim
[4/2 22:37] Ömer Tarık Yılmaz: Günün Ayeti
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vadeder. Allah her şeyi ihata eden ve herşeyi bilendir.”
Bakara 268
[4/2 22:37] Ömer Tarık Yılmaz: Günün Hadisi
“Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır.”
Buhârî, Cihâd, 46
[4/2 22:37] Ömer Tarık Yılmaz: ESAD COŞAN HOCAEFENDİ’DEN ÖZLÜ SÖZLER
İlmin çok büyük önem kazandığı ve teknolojinin baş döndüren bir hızla geliştiği çağımızda, biz Müslümanların bu sahada geri kalmaya razı olması intihar demektir. Bunun maddi zararı ve manevi vebali hepimizi mahveder.
-Gayretlerinizin Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti istikâmetinde olup olmadığını sık sık inceleyip, irdeleyip kontrol ediniz. Müslüman kardeşlerinizle uğraşmayınız, onları incitmeyiniz ki onların zaten yeterince dertleri ve düşmanları var.
-Hep birlikte İslam’ın o güzelim ahlâk, âdab ve maneviyatını yeniden ihyaya yönelmeli, var gücümüzle her yerde her kademede ve her işte ahlâkı hâkim kılmaya çalışmalıyız. Bence bugün, İslam’a en büyük hizmet şekli budur.
-Ne olur “böyle gelir, böyle gider”, “boş ver” demeyin; derbederliğe razı, gelişme azminden mahrum, miskin ve atıl durmayın; harekette bereket vardır, daima hamle, atılım ve hareket halinde olun ki içine kapanık kişiler, çevreden habersiz toplumlar gelişemez, geri kalırlar.
Kuveyt Türk Dijital Takvim
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim
[4/2 22:38] Ömer Tarık Yılmaz: Emriyle göğün ve yerin (kendi düzenlerinde) durması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Sonra sizi yerden (kalkmaya) bir çağırdı mı, bir de bakarsınız ki (dirilmiş olarak) çıkıyorsunuz.
[Rum Sûresi.25]
[4/2 22:38] Ömer Tarık Yılmaz: DİN GÜZEL AHLAKTIR
İslam'ın gayesi; insanları güzel ahlak sahibi yaparak olgunlaş- tırmaktır. Bu konuda en güzel örnek Peygamberimizdir. Kur’an-ı Kerim’de; “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4) buyrulmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “İslam, güzel ahlaktır.” (Kenzü’l-Ummâl, 3/17). buyurmuştur.
Hiç bir din ve düşünce sistemi İslam'ın güzel ahlaka verdiği önemi verememiştir. Bu yüzden Müslümanın ahlâkını güzel- leştirmesi en temel hedeflerinden biri olmalıdır. Bu amaçla mü'min, İslam'ın kendinden istediği kişisel ve toplumsal gö- revlerini öğrenmek ve bunun sonucunda güzel hareketlerle bezenmek, çirkin alışkanlıklardan kaçınmak zorundadır. Unutmamak lazımdır ki; Müslümanın değeri, ahlakının gü- zelliği ile ölçülür.
FÂTIR SÛRESİ
Mekke döneminde inmiştir. 45 âyettir. Mushaf ’taki sıralamaya göre 35. iniş sırasına göre 44. sûredir.
Furkan sûresinden sonra, Mer- yem sûresinden önce inen sûre, adını birinci âyette geçen “Fâtır” kelimesinden almıştır. Fâtır, yaratan, yoktan var eden demektir.
Sûrede başlıca, Allah’ın varlı- ğına ve birliğine işaret eden kâinat olayları, öldükten sonra dirilme, Allah’ın nimetleri ve mü’minle kâfir arasındaki fark konu edilmektedir.
ÖZLÜ SÖZ
Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşülmeli, ne de fırsatlar ve sebepler ihmal edilmelidir. Allah Teâlâ`ya yürekten ve ihlas ile dua etmek hiçbir zaman elden bırakılmamalıdır. (Elmalılı Hamdi Yazır)
[4/2 22:38] Ömer Tarık Yılmaz: Hayır kapılarını açan, hüküm veren
Al-Fattah : The Opener who opens the solution to all problems and makes things easy.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
'De ki: 'Rabbimiz (kıyamet günü) bizi birarada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmünü vererek hak ile batılın arasını) açandır, (herşeyi hakkıyla) bilendir.' (Sebe, 26)
Taraflar arasında hüküm veren; birine yardım edip zafere ulaştıran; hayır ve rahmet kapılarını açan O'dur.
Silah gücü, kelime cambazlığı ve basit mantık oyunlarıyla hakkı batıla karıştırıp, içine zehir, dışına şeker konmuş öldürücü imansızlık tuzaklarına yakalananlar gerçeği anlayamadan giderlerse, ahirette hak ile batılın arasını 'el-Fettâh' olan Rabbimiz açacak ve herkes gerçeği görecek, ama iş işten geçmiş olacak.
Çocuk ana rahminde iken çocuğa rızık kapısını açan, çocuk dünyaya gelince bir kapıyı kapayınca annenin göğüslerinden iki kapıyı açan. Göğüslerdeki iki kapı kapanınca acı-tatlı, yaş-kuru yiyeceklerden dört kapıyı açan O'dur.
Her müslüman, Allah'tan başka Hâkim olmadığına inanmalı ve O'nun hükmünden başka hüküm kabul etmemelidir.
Müslüman, kapalı olan her şeyi ancak Allah'ın açabileceğini bilmelidir. Kullarına rızık ve merhamet kapılarını açan, zor ve kitlenen işleri çözüp açan, hakkı görmeleri için kalplerini ve gözlerini açan, sıkıntı ve darlıktan sonra gönüllerini açıp ferahlık veren, anlaşılmayan kapalı her sorunu kolaylıkla açan O'dur.
Ey Allah'ın kalp kilitlerini açtığı ve kendi katından üzerine nurlar yağdırdığı kişi! Allah'ın kapılarını sana açtığı gibi sen de, ilim anahtarlarıyla cahil ve bilgisiz kimselerin kapalı kapılarını açve onalrın gönüllerini fethet.(2)
İhlasla 'Yâ Fettâh' diye bir müslüman bu isme devam etse, bütün zor kapılar açılır, gönlünde büyük fetihler meydana gelir. (1)
Kaynaklar
1)Yüce Allah' (c.c)ın Güzel İsimleri Esmâ-ül Hüsna, Rauf Pehlivan, İstanbul Dağıtım A.Ş. 2002
2) Esmâ-ül Hüsna, Karınca Yayınları, Nisan 2004
3) Calligraphy, The Most Beautiful Names, Tosun Bayrak, Threshold Books, 1985
[4/2 22:38] Ömer Tarık Yılmaz: İslâm tevhid dinidir. Tevhid, Allah'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık olarak tanımak demektir. Bu anlayış ırk, dil, bölge gibi farklılıklara rağmen bütün müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutan bir çatı işlevi de görmektedir. Dinimizde müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Şu âyetler bu hususu vurgulamaktadır: 'Hepiniz Allah'ın ipine (dinine, kitabına) sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın' (Âl-i İmrân 3/103), 'Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi takdirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden ka-çırırsınız' (el-Enfâl 8/46). Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz ise de, bu serbesti, müslümanların bölünmesine yol açmama şartı ile sınırlıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: 'Siz kendilerine apaçık âyetler ve deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın' (Âl-i İmrân, 3/105). Âyete göre sosyal anlamdaki parçalanmanın yanı sıra, hakkında apaçık âyet ve deliller bulunan iman esaslarının, İslâm'ın şartlarının ve farz veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dinî hükümlerin müslümanlar arasında çekişme konusu yapılması câiz değildir. Ancak yoruma müsait olan hususların anlaşılması çerçevesinde farklı ilmî görüşler ortaya koymak serbesttir. İşte İslâmî mezhepler bu noktada kullandıkları metot ve anlayış farklılıklarından doğmuştur. Nitekim fıkhî konularda farklı sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha ile karşılanmış, rahmet olarak telakki edilmiş ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 11; Müsned, V, 230, 236).
Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde Hâricîlik ve Şia gibi siyasî-itikadî mezhepler ile Mu’tezile ve Mürcie gibi çeşitli itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır. İtikadî alanda ortaya çıkan mezhepler daha çok tevhid, kader, iman-amel ilişkisi gibi temel konular çerçevesinde Allah’ın sıfatları, müteşâbih ayetlerin anlaşılması, ru’yetullah, Allah’ın irâdesi, amelin imandan bir cüz olup-olmaması gibi konularda farklı görüşler ileri sürmüştür.
Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna 'Benim ve ashabımın yolunu izleyenler' (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1; İbn Mâce, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir. Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zarar göreceğine işaret vardır. Ancak hadiste geçen 'kurtuluşa erenler' ve 'ateşte olanlar' ayırımı göz önünde bulundurularak bütün mezhepler kendilerinin ‘kurtuluşa eren grup’ yani ‘fırka-i nâciye’ olduğunu iddia etmiştir. Kur’an’da “Her fırka kendi görüşünden memnuniyet duymaktadır” (Mü’minun, 23/53; Rûm, 30/35) şeklinde de anlamlandırılan ayetlerin işaret ettiği olgu çerçevesinde her grup kendini doğru yolda görerek ‘hak ehli’ olarak nitelendirmiş, muhaliflerinin ise sonradan ortaya çıkan bid’at grupları olduğunu savunmuştur. Bu çerçevede Ehl-i sünnet alimleri de mezhepleri Ehl-i sünnet ve Ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayırarak incelemiştir.
Ehl-i sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Allah'ın kitabını ve Hz. Muhammed'in sünnetini rehber edinen ve sahâbenin yolunu izleyen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan bir terim olmuştur. Bu grup mensupları sünnete bağlı oldukları ve cemaat ruhundan ayrılmadıkları düşüncesiyle kendilerini 'Ehl-i sünnet ve'l-cemâat' adıyla da anmış, 'ehl-i hak' terimini de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanmıştır. Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Ehl-i sünnet de, hadiste geçen 'kurtuluşa erenler' ifadesinden hareketle kendisini 'fırka-i nâciye” olarak nitelendirmiştir.
Ehl-i sünnet, Allah'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi arasında, Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Selefiyye'ye 'Ehl-i sünnet-i hâssa', Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye'ye 'Ehl-i sünnet-i âmme' denildiği de olur. Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır.
Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte 'dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler' anlamına gelirken, Ehl-i sünnet alimlerince dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılmıştır. Ehl-i sünnet alimleri Galiyye, Bâtıniyye gibi mezheplerin bir kısmını, görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışında gördükleri için; Hâriciye, Mu‘tezile ve Şîa gibi diğer bir kısmını da İslâm dairesi içinde ve İslâm ümmetine mensup yani ehl-i kıbleden görmekle birlikte sünnete ve çoğunluğun genel kabul ve çizgisine aykırı bir yol izlemeleri sebebiyle eleştirmişlerdir.
Bir kısım itikadî görüş ve mezheplerin tarihte kalması ve zamanla mezhep kimliğinin zayıflaması sebebiyle günümüzde İslâm dünyası Ehl-i sünnet (Sünnî) ve Şîa (Şiî) şeklinde iki ana grupta algılanmakta ise de tarihte ortaya çıkan başlıca mezhepler şu şekilde sıralanabilir:
a) Selefiyye Sözlükte selef 'önceki nesil', selefiyye de 'bu nesle mensup olanlar' anlamı taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah'ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te'vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır. Allah'ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te'vilsiz, nasılsa öyle kabul ettiği için Selefiyye'ye 'Sıfâtiyye' de denilmiştir. 'Ehl-i sünnet-i hâssa' ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler. Eş`arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaký gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir. İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apaçık olmayan, bu sebeple de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah'a havale etmektir. Selefiyye'nin müteşâbihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: 'Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir' (el-Feth 48/10) âyetini Selefiyye şöyle değerlendirir: 'Yüce Allah âyette elinin(yed) varlığını bildirmektedir. Allah'ın elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen mânayı Allah'a havale ederiz, bunu ancak Allah bilir, der, mahiyeti üzerinde düşünmeyiz. Başka bir mânaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez, Allah'ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormaktan da kaçınırız'. İmam Mâlik'e (ö. 179/795) 'Allah Teâlâ Kur'an'da rahmân arşa istivâ etti (Tâhâ 20/5) buyuruyor. Nasıl istivâ etti?' diye sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: 'İstivâ bilinen bir şeydir (âyetle sabittir). Nasıllığı akılla kavranamaz. Allah'ın arşa istivâ ettiğine inanmak farzdır. Mahiyeti hakkında soru sormak da bid`attır'. Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri aklın ışığında yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid`atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir. Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te'vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır. Selef'in akılcılığı hiçbir zaman kelâm ve felsefedeki akılcılık gibi olmamış, nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır. Sonraki dönemin en meşhur Selef âlimleri (müteahhirîn-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnü'l-Vezîr (ö. 840/1436), Şevkânî (ö. 1250/1834) ve Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (ö. 1342/1924) sayılabilir. Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî'dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12'si Selefî'dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Küveyt ve Körfez ülkeleridir. b) Eş`ariyye Akaid konusunda Ebü'l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş`arî'nin görüşlerini benimseyen Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Eş`arî, hicrî 260 (873) yılında Basra'da doğmuş, kırk yaşına kadar Mu`tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra 'üç kardeş meselesi' diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî'ye (ö. 303/916) üstün gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu`tezile'den ayrılmış ve Eş`arîliği kurmuştur. İmam Eş`arî 324 (936) yılında Bağdat'ta ölmüştür. İmam Eş`arî'nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir. İmam Eş`arî, Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanmıştır. Eş`arî'nin inanç metodu kendisinden sonra gelen kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş`arî kelâm bilginleri arasında, Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö. 478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/ 1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir. Eş`arîlik, daha çok Mu`tezile'ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeple Eş`arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir. Eş`arî bilginler zamanla te'vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş`ariyye mezhebi Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri bulunmaktadır. Sünnî müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen tamamı ile % 33'ünü teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in çok az bir kısmı inançta Eş`ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş`arîlik daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya'da yayılmıştır. c) Mâtürîdiyye Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin adıdır. İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan'da Semerkant şehrinin bir köyü olan Mâtürîd'de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî'nin eserleri incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu`tezile ve Şîa'nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant'ta vefat etmiştir. İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid`atçı mezheplere, özellikle akılcı bir tavır takınan Mu`tezile'ye, Selef'in metoduyla karşı çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş`ariyye ortaya çıkmıştır. Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibaren kelâm metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş`ariyye'den daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından Eş`ariyye ile Mu`tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe'nin akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe'nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür. Ne var ki Mâtürîdîlik, Mâverâünnehir gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması, Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede yayılması sebebiyle Eş`arîlik kadar şöhret bulamamıştır. Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (ö. IV/X. asır), Ebü'l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ 1100), Ebü'l-Maîn (Muîn) en-Nesefî (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), Ebü'l-Berekât Hâfızüddin en-Nesefî (ö. 710/1310), Burhâneddin en-Nesefî (ö. 687/1289), İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), Kadı Celâleddinzâde Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687) en meşhur Mâtürîdî kelâmcılarıdır. Mâtürîdiyye Ehl-i sünnet'in temel prensiplerinde Eş`arîler ile aynı görüşte olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar: 1. Dinî tebliğ olmasa da kişi akılla Allah'ı bulabilir. 2. İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. Allah Teâlâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu için yasaklamıştır. 3. Kulda başlı başına bir cüz'î irade vardır. Kul iradesiyle seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır. 4. Yüce Allah'ın diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir. 5. Allah kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri kula yüklemez. 6. Allah'ın fiillerinin muhakkak bir sebep ve hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebilir. 7. Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeple kadın peygamber gönderilmemiştir. 8. Allah'ın nefsî kelâmı işitilemez. İşitilen nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani Kur'an'ın harf ve sesleridir. Bugün dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yarısını oluşturan Hanefîler'in büyük bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar. Mâtürîdiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre'de yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî'dirler. d) Mu`tezile Mu`tezile, kelime olarak 'ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler' anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin (ö. 110/728) dersini terkeden Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu`tezile ise kendini 'ehlü'l-adl ve't-tevhîd' diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu`tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet'ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu`tezile'nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu`tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu`tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu`tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın Ca`feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır. Mu`tezile'nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da; 1. Allah'ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid), 2. Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah'a gerekli olduğu (adl), 3. İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd), 4. Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne'l-menzileteyn), 5. İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün müslümanlara farz olduğu (emir bi'l-ma`rûf nehiy ani'l-münker) prensipleridir. e) Cebriyye İrade hürriyeti konusunda Mu`tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden (el-A`râf 7/178, et-Tevbe 9/51, er-Ra`d 13/8, ez-Zümer 39/62, el-Kamer 54/49, el-İnsân 76/30) hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir. f) Hâricîlik Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı'ndan (h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır. g) Şîa Şîa, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Sözlükte 'taraftar, yardımcı' anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır. Ancak, İslâm dünyasında Şîa hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz. Ali'yi destekleme teşebbüsünün giderek mezhep halini alması ve kurumlaşması şeklinde açıklamak yerine bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında yenilgiyi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının etkisinin bulunduğunu da söylemek doğru olur. Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali'nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu`tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler. Ca`fer es-Sâdık'ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil'in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti. İsmâilîler'in hicrî IV. yüzyılın başında Fâtımî Devleti'ni kurmasıyla mezhep güçlendi, daha sonra doğu ve batı İsmâilîler'i (Nizâriyye-Müsta`liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî te'villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya'da rastlanmaktadır. İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca`fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca`feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu`tezile mezhebiyle paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt'e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta`n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir. İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur. Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de devam eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadî esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de kendi içinde geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir. Günümüzde, mezhebin itikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.
[4/2 22:39] Ömer Tarık Yılmaz: Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanlarin helâl ve temiz olanlarindan yeyin, seytanin pesine düsmeyin; zira seytan sizin açik bir düsmaninizdir (BAKARA/168)
Ey iman edenler! Hep birden barisa girin Sakin seytanin pesinden gitmeyin Çünkü o, apaçik düsmaninizdir (BAKARA/208)
Câlût ve askerleriyle savasa tutustuklarinda: Ey Rabbimiz! Üzerimize sabir yagdir Bize cesaret ver ki tutunalim Kâfir kavme karsi bize yardim et, dediler (BAKARA/250)
Ey iman edenler! Allah yolunda savasa çiktiginiz zaman iyi anlayip dinleyin Size selam verene, dünya hayatinin geçici menfaatine göz dikerek 'Sen mümin degilsin' demeyin Çünkü Allah'in nezdinde sayisiz ganimetler vardir Önceden siz de böyle iken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayip dinleyin Süphesiz Allah bütün yaptiklarinizdan haberdardir (NİSA/94)
Yeryüzünde sefere çiktiginiz zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endise ederseniz, namazi kisaltmanizda size bir günah yoktur Süphesiz kâfirler, sizin apaçik düsmaninizdir (NİSA/101)
Hayvanlardan yük tasiyani ve tüyünden dösek yapilanlari yaratan O'dur Allah'in size verdigi riziktan yeyin, seytanin ardina düsmeyin; süphesiz o sizin için apaçik bir düsmandir (EN'AM/142)
Ey iman edenler! Seytanin adimlarini takip etmeyin Kim seytanin adimlarini takip ederse, muhakkak ki o, edepsizligi (yüzkizartici suçlari) ve kötülügü emreder Eger üstünüzde Allah'in lütuf ve merhameti olmasaydi, içinizden hiçbir kimse asla temize çikamazdi Fakat Allah diledigini arindirir Allah isitir ve bilir (NUR/21)
[4/2 22:39] Ömer Tarık Yılmaz: BEDİR, AKABE VE BEY'ATU'R-RIDVAN'A KATILANLARIN FAZİLETİ
4469 - Rifa'a İbnu Rafi' ez-Züraki radıyallahu anh anlatıyor: 'Cibril aleyhisselam, 'Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek:
'İçinizdeki Bedir ehlini ne addediyorsunuz?' diye sordu. Aleyhissalatu vesselam: 'Müslümanların en faziletlisi!' buyurdu. Cebrail:
'Biz de Bedir'e katılan melekleri öyle (en faziletlimiz) biliyoruz!' dedi. Rifâ'a radıyallahu anh da Bedir ehlindendi. Rafi' ise Akabe ehlindendi ve oğluna:
'Akabe bey'atlerinde hazır bulunmam yerine Bedir'de hazır bulunmuş olmam beni sevindirmez!' derdi.'
Buhari, Megazi 11.
4470 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: ''Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
'Allah Teâla Hazretleri, Bedir Ehli(nin yaptığı fedakârlık ve ihlasları)na muttali oldu da:
'Artık ne isterseniz yapın. Ben sizi affetmişim!' buyurdu.'
Ebu Dâvud, Sünnet 9, (4654).
4471 - Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: ''Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: '(Hudeybiye'de) ağaç altında Bey'at edenlerden hiç kimse ateşe girmeyecektir.'
Müslim, Fezâilu's-Sahabe 163, (2496); Ebu Davud, Sünnet 9, (4653); Tirmizi, Menakıb, (3859).
BEDİR EHLİ
5992 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: 'Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: 'Ashabıma sebbetmeyin. Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim ki, şayet sizden biri, Uhud dağı kadar çok altın infak etse, ashabımdan birinin bir müdd hatta onun yarısı kadarki infakına, sevapta yetişemez.'
[4/2 22:40] Ömer Tarık Yılmaz: Câbir İbnu Abdillah el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: 'İki şey vardır gerekli kılıcıdır' Bir zat: -Ey Allah'ın Rasûlü! gerekli kılan bu iki şeyden maksad nedir? diye sordu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
'Kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmış olarak ölürse bu kimse ateşe girecektir. Kim de Allah'a hiçbir şeyi ortak kılmadan ölürse o da cennete girecektir' cevabını verdi.'
Müslim, İman 151, (93).
[4/2 22:40] Ömer Tarık Yılmaz: Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah’a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir.
[Bakara Sûresi.45]
[4/2 22:40] Ömer Tarık Yılmaz: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Hertürlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen herşeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 3/36)
[4/2 22:40] Ömer Tarık Yılmaz: Adalet ömrün uzamasına sebep olur.[Koçi Bey]
[4/2 22:40] Ömer Tarık Yılmaz: Âdem oğlu ölesi, yer altına giresi, / Kim iyidir kim kötü, orada malum olası. Burada özünü bilenler, Hakk’a kulluk kılanlar, / Hak yoluna girenler, aydınlık yüzlü olası.[Ahmed Yesevî]
[4/2 22:41] Ömer Tarık Yılmaz: Elyesa´ Aleyhısselam
Elyesa´ Aleyhısselamın Soyu:
Elyesa´ b.Ahtub[1], b.Adiy, b.Şütlem, b.Efrâîm, b.Yûsuf, b.Yâkub, b.İshak, b.İb-rahim Aleyhisselâm´dır[2].
Elyesa´ Aleyhisselâm´ın, İlyas Aleyhisselâm´ın amcasının oğlu olduğu da söylenir[3].
Elyesa´ Aleyhisselâm´ın İlyas Aleyhisselâm´a Halef Ve Peygamber Oluşu Ve Bazı Faziletleri:
İlyas Aleyhisselâm, Bâlebek kralı tarafından arattırıldığı sıralarda, bir gece, İsrail oğullarından çok yaşlı bir kadının evine sığınmış, saklanmıştı.
Kadının, Elyesa´ adındaki oğlu, çok hasta idi.
İlyas Aleyhisselâm´ın duasıyla iyileşince, Elyesa´ İlyas Aleyhisselâm´a iman ve onun Peygamberliğini tasdik etti ve artık, yanından hiç ayrılmadı.
İlyas Aleyhisselâm, nereye giderse, Elyesa´a Aleyhisselâm da oraya giderdi. İlyas Aleyhisselâm, yaşlanmış ve yaşı da bir hayli ilerlemişti. Elyesa´ Aleyhisselâm ise, yetişmiş bir gençti[4].
İlyas Aleyhisselâm, Bâlebek kralından kurtulmak için Kasiyon dağında gizlendiği zaman, Elyesa´ Aleyhisselâm da kendisininin yanında bulunuyordu.
İsrail oğullarının arasından ayrılıp giderken de, onu, yerine bırakmıştı[5].
Yüce Allah: İlyas Aleyhisselâm´dan sonra, Elyesa´ Aleyhisselâm´ı İsrail oğullarına peygamber olarak gönderdi. [6]
İlyas Aleyhisselâm gibi, onu da, vahy ile te´yid eyledi[7].
İsrail oğulları, Elyesa´ Aleyhisselâm´a iman ettiler, saygı gösterdiler.
Emir ve re´yine göre hareket ettiler[8].
Elyesa´ Aleyhisselâm; ömrünün sonuna kadar, İsrail oğullarının arasında ka-lıp[9] İlyas Aleyhisselâm´ın yoluna ve şeriatına sarılarak onları, Allah´a davete devam etti[10].
Yüce Allah; Kur´ân-ı keriminde, Peygamberlerden:Nûh, İbrahim, Lut, İshak.Yâ-kub, Yûsuf, Eyyûb, Mûsâ, Harun, Dâvud, Süleyman, İlyas, Zekeriyya, yahyâ ve İsâ Aleyhisselâmları överek andıktan sonra[11],
'İsmail´i, Elyesa´ı Zülkifl´i de, an!
(İşte) bütün bunlar, hayırlıflnsanjlardı´[12].
'İsmail´i, Elyesa´ı, Yûnüsü Lut´u da (hidayete, peygamberliğe kavuşturduk)
Her birine, âlemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik.
Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimini de (yine üstün imtiyazlara mazhar kıldık). Onları seçtik, onları doğru bir yola götürdük.
İşte, o (yol), Allah´ın hidayet yoludur ki, o, bunu kullarından, kime dilerse ona nasîb eder.
Eğer, onlar da (Allah´a) şerîk koşsalardı, yapageldikleri her şey, kendi hisapları-na, elbette boşa gitmişti.
Onlar, kendilerine Kitab, Hikmet ve Peygamberlik verdiklerimizdir...' buyurur[13]. Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun![14]
[1] Taberî-Tarih c.1,s.239, Sâlebî-Arais s.259, ibn.Esîr-Kâmi! 0.1,s.213, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.4.
[2] ibn.Asâkirden naklen Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.4.
[3] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.4.
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/143.
[4] Taberî-Tarih c.1,s.239, Sâlebî-Arais s.259, ibn.Asâkir-Tarih c.3,s.99,
[5] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.4
[6] ibn.Kuteybe-Maarif s.24, Taberi-Tarih c.1, S.240, Sâlebî Arais s.261.
[7] İbn Kuteybe-Maarif s.24, Sâlebî-Arais s.260.
[8] Sâlebî-Araîs s.260.
[9] Taberî-Tarih c.1,s.24O, Sâlebî-Arais s.260, Ebülfidâ-Elbidaye vennihaye c.2,s.4.
[10] Ebülfidâ-Elbidaye vennihaye c.2, s.4.
[11] En´am: 74-85.
[12] Sâd: 48.
[13] En´am: 86-89.
[14] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/143-144.
[4/2 22:41] Ömer Tarık Yılmaz: HİCRETİN ÜÇÜNÇÜ YILI
1- UHUD SAVAŞI (11 Şevval 3 H./27 Mart 625 M.)
'Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inan-mışsanız üstün gelecek sizsiniz.
(Âl-i İmrân Sûresi, 139)
a) Savaşın Sebebi
Bedir Savaşında Mekke müşriklerinden 70 kişi ölmüştü. Bunlar arasında Ebû Cehil, Ukbe, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Âs b. Hişâm gibi Kureyş'in önde gelen simâları vardı. Bu yüzden Mekkeliler Bedir yenilgisini unutamıyorlar, intikam ateşiyle yanıyorlardı.
Bedir'de,babalarını, kardeşlerini, oğullarını ve diğer yakınlarını kaybedenler. Mekke reisi Ebû Süfyân'a başvurdular. Dârun'-Nedve'de toplanarak, Şam kervanının kazancı ile bir ordu toplayıp Medine'yi basmağa ve Müslümanlardan öç almağa karar verdiler.(191)
Mekke dışındaki müşrik Arap kabîlelerine, şâirler, hatipler gönderdiler. Bunlar, Bedir'de öldürülenler için, şiirler, mersiyeler söyleyerek halkı heyecâna getirdiler. 50 bin altın olan kervan kazancının yarısı ile Mekke dışındaki müşrik kabilelerden 2000 asker topladılar. Mekke'den katılanlarla, 700'ü zırhlı, 200'ü atlı omak üzere, Ebû Süfyan'ın komutasında 3000 kişilik mükemmel bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler. Orduda ayrıca 300 deve, şarab tulumları, şarkıcı ve rakkase kadınlar vardı. Bunlardan Başka, başta Ebû Süfyân'ın karısı Hind olmak üzere Kureyş ileri gelenlerinden 14 tane evli kadın da kocaları ile birlikte bulunuyorlardı.
b) Abbâs'ın Mektubu
Rasûlullah (s.a.s.)'in Mekke'deki amcası Abbâs, Bedir'de esir düştükten sonra Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizlemişti. Bedir'de çok zarar gördüğünü bahâne ederek, bu orduya katılmadı. Özel haberciyle bir mektup göndererek, durumdan Rasûlullah (s.a.s.)'i haberdar etti. Gönderilen keşif kolları da, Kureyş ordusunun Medine'ye yaklaştığını haber verdiler.
Vahiy gelmeyen konularda, karâr vermeden önce Rasûlullah (s.a.s.) ashâbla istişâre ederdi. Muhâcirleri ve ensârı toplayarak:
-Düşmanı Medine dışında mı karşılayalım, yoksa şehir içinde savunma tedbirleri mi alalım? diye istişârede bulundu.
Peygamber Efendimiz, bir gece önce rüyâsında, kılıcında bir gedik açıldığını,yanında bir sığırın boğazlandığını ve mübârek elini zırhı içinde muhâfaza ettiğini görmüştü. Kılıcında açılan gediği, ehl-i beytinden birinin şehid olması; sığırın boğazlanmasını, ashâbından bazılarının şehit düşmeleri; zırhı da Medine ile tâbir etmiş, bu yüzden Medine dışına çıkılmayarak, şehirde savunma yapılmasını uygun görmüştü.(192) Hz. Ebû Bekir, Sa'd b. Muâz gibi ashâbın büyükleriyle münâfıkların başı Übeyy oğlu Abdullah da bu görüşteydiler. Fakat ashâbın çoğunluğu, bilhassa Bedir savaşı'nda bulunamamış olan genç Müslümanlarla Hz. Hamza:
- Biz böyle bir günü beklemekteydik, düşmanla Medine dışında savaşalım, diye isrâr ettiler.(193) Rasûlullah (s.a.s.) çoğunluğun arzusuna uyarak, birbiri üzerine iki zırh giyip, miğferini başına geçirerek hâne-i saâdetinden çıktı. Medine dışında savaşılmasını isteyenler, Peygamber Efendimizin arzusuna aykırı davranmakla hata ettiklerini anlayarak fikirlerinden caydılar. Fakat Rasûlullah (s.a.s.):
c) Peygamber Zırhını Giydikten Sonra
-'Bir peygamber zırhını giydikten sonra, savaşmadan onu çıkarmaz.'(194) Eğer sabreder, görevinizi tam yaparsanız, Allah'ın yardımıyla zafer bizimdir, dedi.
Kureyş ordusu, Medine'nin 5 km. kadar kuzeyindeki Uhud dağı eteklerinde karargâhını kurmuştu. Rasûlullah (s.a.s.) Abdullah b. Ümmi Mektûm'u Medine'de vekil bırakarak, 1000 kişilik kuvvetle, cuma namazından sonra Medine'den çıktı. O gün Uhud'a kadar ilerlemeyip geceyi 'Şeyheyn' denilen yerde geçirdi. Sabahleyin şafakla beraber Uhud'a vardı, savaş için en elverişli yeri seçti.
Yolda Übeyy oğlu Abdullah, 'Muhammed (s.a.s.) bizim gibi yaşlı ve tecrübelileri dinlemedi, çocukların sözüne uydu. Ben meydan savaşını uygun görmemiştim...' bahânesiyle, kendisine bağlı 300 münâfıkla, ordudan ayrıldı. Böylece Müslümanların sayısı 700'e düştü.
d) Rasûlullah (s.a.s.)'in Savaş Düzeni
Peygamber Efendimiz, ordusunun arkasını Uhud Dağı'na vererek Medine'ye karşı saf yaptı. Solundaki Ayneyn tepesi'ne 'Cübeyr oğlu Abdullah' komutasında 50 okçu yerleştirdi.
-Galip de gelsek mağlup da olsak, benden emir gelmedikçe yerinizden ayılmayacaksınız, Şu vâdiden, düşman atlıları arkamıza dolaşıp bizi kuşatabilirler. Oklarınızla onları buradan geçirmeyin, çünkü at, oku yeyince ilerleyemez, dedi.(195) Müslümanların karşısında savaş durumu alan müşrik ordusu, sayıca Müslümanların 4 katından daha fazlaydı. Üstelik bunlardan 700'ü zırhlı, 200'ü atlıydı. Müslümanların ise 100 zırhı ve sadece 2 atları vardı. Sağ koluna Ukâşe, sol koluna ise Ebû Mesleme memûr edilmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ise ortada bulunuyordu.
Ebû Süfyân komutasındaki 3000 kişilik müşrik ordusunun sağ kanadına Velid oğlu Hâlid, sol kanadına Ebû Cehil'in oğlu İkrime, süvârilere Ümeyye oğlu Safvân, okçulara ise Rabîa oğlu Abdullah komuta ediyordu.
Kureyşli kadınlar, Bedir'de ölenler için mersiyeler okuyorlar, defler çalıp şarkılar söyleyerek askerler arasında dolaşıyorlar, onları savaşa teşvik ediyorlardı.
Savaş, o devrin âdeti üzerine mübâreze ile (meydanda teke tek çarpışma ile) başladı. Kureyş'in bayrağını taşıyan Abdüddâr oğullarından ortaya çıkan 9 kişi birer birer Müslümanlar tarafından öldürüldü.
Rasûlullah (s.a.s.) elindeki kılıcı göstererek:
-Hakkını ödemek şartıyla bu kılıcı kim ister? diye sordu. Ensârdan Ebû Dücâne:
-Bunun hakkı nedir, Ya Rasûlallah? diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
-Eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmak, diye cevap verdi.
Ebû Dücâne bu şartla aldığı kılıçla düşman üzerine saldırdı, müşrik safları arasına girdi.(196) Hamza, Ali, sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Dücâne gibi kahramanların hücûmlarıyla savaşın ilk anında 20'den fazla ölü veren Kureyş, bozguna uğramış, sağ ve sol kanat geri çekilmiş, def çalarak Kureyşlileri savaşa teşvik eden kadınlar, feryadlar kopararak yüksek tepelere kaçmışlardı. İman kuvveti karşısında sayı ve malzeme üstünlüğü işe yaramamış, müşrikler kaçmağa başlamışlardı.
e) Okçular Yerlerini terkedince
Böylece ilk safhada müslümanlar savaşı kazandılar. Fakat kaçan düşmanı sonuna kadar tâkib etmeden, savaş alanına dağılarak, ganimet (düşmandan kalan malları) toplamağa koyuldular. Ellerine geçen fırsatı yeterince değerlendiremediler. Ayneyn tepesinden durumu seyreden okçular da birbirlerine:
-Burada ne bekliyoruz, savaş bitti, zafer kazanıldı, biz de gidip ganimet toplayalım, dediler.(197) Abdullah b. Cübeyr:
-Arkadaşlar, Rasûlullah (s.a.s.)'in emrini unuttunuz mu? O'ndan emir almadıkca yerimizden ayrılmayacağız... diye ısrâr ettiyse de dinlemediler.(198) Abdullah'ın yanında sadece 8 okçu kaldı.
Düşmanın sağ kanat komutanı Hâlid b. Velîd, Rasûlullah (s.a.s.)'in okçularla koruduğu Ayneyn vâdîsinden geçerken Müslümanları arkadan kuşatmayı denemiş, okçular bu geçidi bekledikleri için başaramamıştı. Okçuların buradan ayrıldığını görünce, emrindeki süvârilerle hücûma geçti. Cübeyr oğlu Abdullah ile 8 sâdık arkadaşını şehit edip, ganimet toplamakla meşgul Müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Müşrikler, geri dönüp yeniden hücûma geçtiler. Tepelere çekilen kadınlar da def çalarak aşağıya indiler. Müslümanlar, önden ve arkadan iki hücûmun arasında şaşırıp kaldılar. Savaşı kazanmışken kaybetmeğe başladılar. Birbirlerinden ayrılmış ve dağılmış bir durumda oldukları için, canlarını kurtarma sevdâsına düştüler. (199)
f) Hz. Hamza'nın Şehid Düşmesi
Bedir Savaşı'nda babası Utbe, kardeşi Velîd ve amcası Şeybe'yi kaybetmiş olan Ebû Süfyân'ın karısı Hind, babasını öldüren Hamza'dan öç almak istiyordu. Hamza'nın karşısında kimse duramadığı için, Cübeyr b. Mut'im'in kölesi ve iyi bir nişancı (atıcı) olan Habeşli Vahşî'ye Hamza'yı öldürdüğü takdirde, büyük menfaatler vâdetmiş, efendisi Cübeyr de âzâd etmeğe söz vermişti.
Vahşî, Hamza'nın karşısına çıkmaya cesâret edemedi. Bir taşın arkasına gizlenip, Hamza'nın önünden geçmesini bekledi.Hamza ise savaş alanında durmadan sağa sola koşuyor, elinde kılıç önüne gelen müşrikleri tepeliyordu. O gün tam 8 müşrik öldürmüştü. Bunlardan Abdu'l-Uzza oğlu-Sibah'ı öldürdüğü sırada, Vahşî'nin tam önünde bulunuyordu. Vahşî fırsatı kaçırmadı. Habeşlilerin çok iyi kullandığı harbesini (kısa mızrağını) gizlendiği yerden fırlattı; kahraman Hamza'yı kasığından vurarak şehit etti.(200) Hamza'nın ölümünü duyan Hind, koşarak geldi. Karnını yarıp, ciğerini çıkararak dişledi, fakat yutamadı. Vahşi'yi mükâfatlandırdı ve kölelikten kurtardı.
Savaşın en şiddetli anında Hz. Hamza'nın şehit düşmesi, Müslümanlar için büyük kayıp oldu. Esâsen, ansızın önden ve arkadan uğradıkları hücûm sebebiyle ne yapacaklarını şaşırmışlar, bir çok şehid vererek, şuraya buraya dağılmışlardı. Bir ara, Rasûlullah (s.a.s.)'in etrafında sâdece, ikisi muhâcirlerden, yedisi ensârdan olmak üzere 9 kişi kalmış, bunlar da birer birer şehid düşmüşlerdi.(201)
g) Rasûlullah (s.a.s.)'in Öldüğü Şâyiası
İbni Kamie el-Leysi adlı bir müşrik, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e benzeterek, İslâm ordusunun sancaktarı Mus'ab b. Umeyr'i şehit etmiş ve Muhammed (s.a.s.)'i öldürdüm, diye ilân etmişti.(202) Bu şâyia üzerine İslâm ordusunda panik başladı. Rasûlullah (s.a.s.):
-Ey Allah'ın kulları, bana geliniz,etrafımda toplanınız, diye sesleniyor, fakat kimse O'nu duymuyordu.
Müslümanlar birbirinden habersiz üç fırka olmuşlardı.
l) Rasûlullah şehid olduysa, Allah bâkidir. O'nun yolunda biz de şehit oluruz, diyerek savaşa devâm edenler. Enes b. Nadr (Enes b. Mâlik'in amcası) bunlardandı.Yetmişten fazla yara aldıktan sonra şehid düşmüştür.
2) Rasûlullah (s.a.s.)'in etrâfını çevirip, vücûdlarıyla O'na siper olan, O'nu düşman saldırısına karşı koruyanlar. Bunlar '14' kişi kadardı. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebî Vakkas, Ebû Dücâne bunlardandır.
3) Rasûlullah şehid olduktan sonra, burada durmanın manası yok, diyerek, savaş alanından ayrılanlar.(203) Bunlardan bir kısmı dağlara çekilmişler, bazıları ise Medine'ye dönmüşlerdi.
Müslümanların bu dağınık durumlarından yararlanan müşrikler, Rasûlullah (s.a.s.)'in yanına kadar sokuldular. Atılan bir taşla Peygamber Efendimizin dudağı yarıldı, dişi kırıldı ve İbni Kamie'nin kılıç darbesiyle yere yıkıldı. Zırhından kopan iki halka yanağına battığından yüzünden de yaralandı.(204)
Ashâb-ı kirâm, savaş alanında Rasûlullah (s.a.s.)'i bir türlü bulamıyordu. Halbuki, Rasûlullah(s.a.s.) bulunduğu yerden hiç ayrılmamıştı. Nihâyet Hz. Peygamber Efendimizi Ka'b b. Mâlik gördü ve:
-Ey mü'minler, Rasûlullah (s.a.s.) burada, diye haykırdı. Ka'b'ın sesini duyan Müslümanlar, hemen Rasûlullah (s.a.s.)'in etrâfında toplanarak, müşriklerin saldırılarını durdurdular.(205)
h) Ebû Süfyân'la Hz.Ömer Arasında Geçen Muhâvere
Müşriklerin saldırıları yavaşlayınca, Peygamber Efendimiz etrâfında toplanmış olan Müslümanlarla Uhud Dağı tepelerinden birine çekildi. Müslümanların bir tepede toplandığını gören Ebû Süfyân da, onların karşısında başka bir tepeyi işgal etti. Ebû Süfyân, Peygamberimizin sağ olup olmadığını kesinlike öğrenemediğinden merak içindeydi. Bu sebeple yüksek sesle üç defa:
-İçinizde Muhammed (s.a.s.) var mı? Ebû Bekir varmı? Ömer var mı? diye seslendi. Rasûlullah (s.a.s.) cevap verilmemesini emretmişti. Kimseden ses çıkmayınca, müşriklere dönerek:
-'Görüyorsunuz, hepsi de ölmüş. Artık iş bitmiştir, diye söylendi. Hz. Ömer dayanamadı.
-'Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı, sorduklarının hepsi sağ, hepside burada, diye cevap verdi. Ebû Süfyân:
-Savaşta üstünlük nöbetledir, bugün biz Bedir'in öcünü aldık, üstünlük bizde... diye gururlandı. Ömer:
-Bizden ölenler Cennet'de, sizinkiler ise Cehennem'de diye cevâp verdi.
-Ya Ömer, Allah aşkına gerçeği söyle. Biz Muhammed (s.a.s.) 'i öldürdük mü?
-Rasûlullah (s.a.s.) sağ ve senin bu sözlerini de işitiyor.
-Ya Ömer, ben senin sözlerine İbni Kamie'nin sözünden daha çok inanırım. Ölülerinize yapılan fenâlıkları ben emretmedim(206), fakat çirkin de görmedim. Gelecek yıl Bedir'de buluşalım, dedi. Hz. Ömer de:
-'İnşallah, diye cevap verdi.(207) Hz. Ömer'le Ebû Süfyân arasında yapılan bu konuşmadan sonra, müşrikler Uhud'dan ayrıldılar. Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldürmek, Medine'yi basıp müslümanları imhâ etmek, müslümanlığı ortadan kaldırmak için Mekke'den gelmişlerdi. Fakat Allah kalblerine korku saldı. Üstünlük kendilerinde olduğu ve Rasûlullah (s.a.s.)'in de sağ bulunduğunu öğrendikleri halde, savaşa devam etmeğe cesâret edemediler. Tek bir esir bile alamadan, geri döndüler.
l) Uhud Savaşı'ndan Üç Safha
Uhud Savaşı'nda üç safha yaşandı:
İlk safhada Müslümanlar üstün geldiler, 20'den çok düşman öldürerek, müşrikleri bozguna uğrattılar.
İkinci safhada, kaçan müşrikleri kovalamayı bırakıp, kesin sonuç almadan ganimet toplamaya koyulmaları ve Rasûlullah (s.a.s.)'in yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçu birliğinin görevlerini terketmeleri yüzünden, Müslümanlar 70 şehit vererek mağlup duruma düştüler.
Üçüncü safhada ise, dağılmış olan Müslümanlar, Rasûlullah (s.a.s.)'in etrâfında toplanıp, karşı hücûma geçerek, düşman hücûmunu durdurdular.
Müşriklerin Uhud'dan ayrılmasından sonra Rasûlullah (s.a.s.) şehitleri yıkanmadan, kanlı elbiseleriyle, ikişer üçer defnettirdi.(208) Cenâze namazlarını ise, bu târihten 8 sene sonra kıldı.(209)
2- HAMRÂÜ'L-ESED GAZVESİ
Müşrikler, elde ettikleri üstünlükten yararlanıp Müslümanları imhâ etmeden savaş alanından ayrıldıklarına pişmân oldular. Aralarında, geri dönüp Medine'yi basmayı konuştular. Rasûlullah (s.a.s.) bu durumdan haberdar olunca, Medineye dönüşünden bir gün sonra, Uhud Savaşı'na katılmış olan ashâbını toplayarak Medine'den 16 km. kadar uzakta 'Hamrâ'ü'l-Esed' denilen yere kadar müşrikleri takibetti. Gece olunca, burada 500 kadar ateş yaktırdı. Müşrikler, takib edildiklerini öğrenince, korktular; Medine'yi basma düşüncesinden vazgeçerek, süratle Mekke'ye döndüler.(210/1)
3- HİCRETİN ÜÇÜNCÜ YILINDA DİĞER OLAYLAR
a) Rasûlullah (s.a.s.)'in Hz. Hafsa ve Huzeyme Kızı Zeyneb'le Evlenmesi.
Hz. Ömer'in kızı Hafsa'nın ilk eşi Huneys b. Huzâfe, Kureyş ileri gelenlerinden ve Habeşistan'a hicret eden ilk Müslümanlardandı. Sonra Medine'ye hicret etmiş, Bedir ve Uhud Savaşlarına katılmıştı. Uhud Savaşında aldığı bir yaradan, Medine'de vefât etti.
Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.s.) ile kızı Hafsa'nın evlenmesini şöyle anlatmıştır:
-Hafsa dul kalınca, Osman'a onunla evlenmesini teklif ettim. Hele bir düşüneyim, diye cevap verdi. Sonra kaşılaştığımızda, şu sırada evlenmeyi uygun görmüyorum, dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir'e istersen Hafsa'yı sana vereyim, dedim. Ebû Bekir sustu. Müsbet veya menfi cevap vermedi. Ebû Bekir'in susmasına Osman'ın teklifimi geri çevirmesinden daha çok üzüldüm. Keyfiyeti Rasûlullah (s.a.s.)'e arzedince:
-Üzülme yâ Ömer, Hafsa'yı Osman'dan hayırlısı alacak; Osman da Hafsa'dan daha iyisi ile evlenecek(210/2), buyurarak, Hafsa'nın izdivâcına tâlip oldu; Osman'ı da kızı Ümmü Gülsüm'le evlendirdi. Sonra Ebû Bekir bana rastladığında:
-Sanıyorum, Hafsa'yı bana teklif ettiğinde cevap vermediğime gücenmiştin. Ben Hafsa'yı Rasûlullah(s.a.s.)'in alacağını biliyordum. (Bana bunu söylemişti.) Rasûlullah (s.a.s.)'in sırrını ifşâ etmeyi uygun bulmadağım için sana cevap vermedim. Eğer böyle olmasaydı, teklifini kabûl ederdim, dedi.(211)