SEMA ÖNER


GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI


[01.09.2023 17:48] Annem: Bir Ayet: Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü o, apaçık düşmanınızdır. (Bakara, 2/208) Bir Hadis: Müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir. Onlar birbirleriyle karşılaştıklarında birisi yüzünü şu tarafa, diğeri ise öte tarafa çevirir. Onların en hayırlısı önce selam verendir. (Buhârî, "Edeb", 62) Bir Dua: Allah'ım! İlmine güvenerek Senden hakkımda hayırlısını istiyorum. Kudretin vesilesiyle bu işi yapmak için Senden güç kuvvet istiyorum. Sınırsız cömertliğinle bana lütfetmeni istiyorum. (Buhârî, "Deavât", 48) T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [01.09.2023 17:48] Annem: Diyanet Takvimi Ön Yüz: Haydarpaşa-Medine (Hicaz) Demiryolu Açıldı. (1908) II. Dünya Savaşı Başladı. (1939) ...Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik, sizden öncekileri birbirlerinin kanını dökmeye ve kendilerine haram kılınanları çiğnemeye sevk ede- rek helak etti. (Müslim, Birr, 56)  Diyanet Takvimi Arka Yüz: YÜCELERİN YÜCESİ, EFENDİLER EFENDİSİ: KERİM Kerim, “cömert, ahlaklı, asil ve değerli olmak” anlamındaki kerem kökünden türemiştir. Allah’a nispet edildiğinde kime ve ne verdiğine aldırmadan veren, kendisinden isteyenleri boş çevirmeyen, kendisine sığınanları terk etmeyen, bir yanlışlık gördüğünde onu açığa vurmadan düzelten, bir iyilik yapıldığında karşılığını fazlasıyla veren, eksiksiz ve kusursuz, övgüye layık ne kadar vasıf varsa hepsine sahip olan demektir. Bu sözcüğü cömertlik diye tanımlayanlar olsa da keremin kapsamı daha geniştir. Cömertlik verilen kişinin istek ve ihtiyacını karşılamaya yönelik iken kerem verilenin durumundan bağımsız, tamamen verenin ahlakının bir sonucudur. Kerim isteyene de istemeyene de hak edene de etmeyene de ihtiyacından kat kat fazlasını verendir. Allah’ın kereminin sayısız lütuflarının başında da sınırsız affı gelir. Allah’ın kullarının işledikleri günahları gizlemesi, kusurlarını örtmesi ve yaptıklarını görmezden gelmesi O’nun kerem sahibi oluşunun bir sonucudur. T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [01.09.2023 17:49] Annem: Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslam'ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın. - Tevbe - 29. Ayet [01.09.2023 17:49] Annem: T ُّكْم arih لَنا َع ْ : َج 0 َو 1.09.2023 ْن ٰثى ُّ ٍر َوا ُّكْم ِم ْن َذَك ﷽ َنا ا َخلَقْ س اِن َ ا ُّ َها ال نَ ُّ ي يََٓا اَ اِ نَ ُّك ْمۜ ي ْتقٰ ِ اَ ُّك ْم ِع ْنَد ا ّلل ٰ َرَم اَكْ اِ نَ ۜ ُّفوا َل لَِتَعاَر ـَبَٓائِ ًا َوقَ ُّش ُّعوب ر ٌ م َخ ۪بي ٌ َ َع ۪لي ا ّلل . ٰ ُّ ي ا ّلل ٰ ِ َصل َ ُّل ا ّلل ٰ ُّسو اَل َر َوق َم َ ْيِه َو َسل َ َعل : َ د ٌ ُّكْم َوا ِح بَا َ أ نَ ِ د َوإ ٌ َر بَ ُّك ْم َوا ِح نَ ِ ََل إ َ س أ ا ُّ َها ال نَ ُّ ي َ يَا أ ... SAKIN İNCİTME BİR CÂNI! Muhterem Müslümanlar! Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in müezzini olma şerefine nail olmuş Bilâl-i Habeşî (r.a) ile sahabenin önde gelenlerinden Ebû Zer (r.a) bir defasında tartışmışlardı. Ebû Zer (r.a), bu tartışma esnasında Hz. Bilâl’e “Siyah kadının oğlu” demişti. Yaşanan bu hadiseden haberdâr olan Allah Resûlü (s.a.s), Ebû Zer’i şöyle uyardı: “Ebû Zer! Annesinin siyahi olmasından dolayı Bilâl’i küçümsüyor ve ayıplıyor musun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ cahiliye izleri olan bir kimsesin.”1 Aziz Müminler! Yüce dinimiz İslam’a göre dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun her insan değerlidir, hürmete layıktır. İnsan, eşref-i mahlûkattır; haysiyetine yakışır bir şekilde yaşamayı hak etmektedir. Her insanın canı, malı ve onuru saygındır, dokunulmazdır. Takvamız yani Rabbimize karşı gelmekten sakınmamız, emirlerine itaat edip O’nun hoşnutluğunu kazanmamız dışında birbirimize üstünlüğümüz yoktur. Nitekim hutbeme başlarken okuduğum ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak bu hakikati bizlere şöyle haber vermektedir: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.”2 Hutbeme başlarken okuduğum hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (s.a.s) tüm insanlara şöyle seslenmektedir: “Ey insanlar! Dikkat edin; Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur.”3 Kıymetli Müslümanlar! Bizler, insanların ayaklarına dolanan bir taşı bulunduğu yerden kaldırmayı imanın parçası gören İslam medeniyetinin temsilcileriyiz. İnsanların onur ve haysiyetini ayaklar altına alacak tutum ve davranışlar bize asla yakışmaz. Bizler, merhameti, adaleti, sevgiyi, saygıyı ve birlikte yaşama ahlakını dünyaya hâkim kılmış aziz bir milletin evlatlarıyız. Ayrıştırmak, ötekileştirmek, dışlamak, hor görüp ayıplamak hayatımızın hiçbir alanında yer bulamaz. Bizler, nebevi ahlakı kuşanan Anadolu irfanının temsilcileriyiz. Rabbimizin nazargâhı olan bir kalbi kırmak, bir gönlü incitmek, Müslüman kimliğimizle asla bağdaşmaz. Cenâb-ı Hak Kur’an’da beş defa ى ْخ ٰر ْزَر اُّ ِ ٌة و ِ َر ِ ُّر َواز bir günahkâr Hiçbir “َوََل تَز başkasının günahını yüklenmez.” 4 buyurmaktadır. Kur’an-ı Kerim’i kendisine rehber edinen bir mümin, suçun şahsiliği ilkesini unutmaz. Aile, etnik köken, inanç ve mezhep gibi aidiyetleri kötülük işleyenle bir tutmaz. İşlenilen suçu genelleştirerek hiçbir masum cana kıymaz. Değerli Müminler! Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.s) bizleri şöyle uyarmaktadır: تََبا َغ ُّضوا تَ َدابَ ُّروا ، َوَلَ ْخَوانًا تَ َحا َس ُّدوا ، َوَلَ ِ ِّلل إ ، َو ُّكونُّوا ِعَباَد ا ٰ َلَ “Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize sırtınızı dönmeyin. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!”5 O halde birbirimizin hak ve hukukuna saygı gösterelim. Farklılıklarımızı en büyük zenginliğimiz bilelim. Ülfet ve muhabbet bağıyla birbirimize bağlanalım. َخَوْي ُّك ْم ْصلِ ُّحوا بَ ْي َن اَ ٌة َفاَ ُّمْؤِمُّنوَن اِ ْخَو ْ َما ال Müminler “اِ نَ ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin.” 6 ayetinde buyrulduğu üzere yıkıcı değil, yapıcı olalım. Ayrıştırıcı değil, birleştirici olalım. “Sakın incitme bir cânı, yıkarsın arş-ı Rahmân’ı” hassasiyetiyle her insana, canlı cansız tüm mahlûkata sevgi ve şefkatle muamele edelim. Birlik ve beraberliğimizi, toplumsal barış ve huzurumuzu zedeleyecek her türlü söz, tutum ve davranışla topyekün mücadele edelim. Unutmayalım ki, birlik, beraberlik ve kardeşliğimizi koruduğumuz müddetçe aşamayacağımız hiçbir engel, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sıkıntı yoktur. 1 Müslim, Eymân, 38; Buhârî, Îmân, 22. 2 Hucurât, 49/13. 3 İbn Hanbel, V, 411. 4 En’âm 6/164; İsrâ 17/15; Fâtır 35/18; Zümer 39/7; Necm 53/38. 5 Buhârî, Edeb, 57. 6 Hucurât, 49/10. Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü [01.09.2023 17:49] Annem: Allah yolunda ölmek, borç dışında her şeye kefaret olur! - Müslim, İmâre, 120 [01.09.2023 17:49] Annem: "...Allah’ım! Senin sevgini, bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha sevgili kıl." - (Tirmizî, "De’avât", 73) [01.09.2023 17:49] Annem: Dünyanın ve ülkemizin en önemli sağlık sorunlarından biri hâline gelen sigara, içinde bulunan zehirli maddeler nedeniyle birçok hastalığa neden olmaktadır. Bilim adamları, sigaranın ihtiva ettiği nikotinin ve sigara dumanının bünyede kanser, kalp ve damar hastalıklarından solunum ve sinir sistemlerinde bozukluğa kadar bir dizi tahribata yol açtığından söz etmektedir. Nitekim eldeki resmi verilere göre ülkemizde birçok kişi akciğer kanseri, damar tıkanıklığı, nefes darlığı vb. hastalıklara sigara sebebiyle yakalanmakta; dünya genelinde yaklaşık olarak yılda dört milyon kişi ülkemizde ise yılda yüz bin kişi, sigaraya bağlı nedenlerden dolayı hayatını kaybetmektedir. Sigara, yol açtığı sağlık sorunlarından başka ekonomik kayıplara da neden olmaktadır. Bunun yanında sigara içmeyen fakat içilen ortamda bulunan pek çok kişi de sigaranın zararından etkilenmektedir. Sigaranın zararsız olduğunu söylemek, bugün ilmen ve tıbben mümkün olmadığına göre, konunun dinimizce de yasaklar çerçevesinin dışında düşünülemeyeceği şüphesizdir. - SİGARA VE ZARARLARI [01.09.2023 17:50] Annem: Farz Olmasının Şartları 18- Bir kimseye haccın farz olması için sekiz şart vardır. Şöyle ki: 1) Müslüman olmalıdır. Gayri müslimler hac ile mükellef değildir. Buna göre bir gayri müslim hac yaptıktan sonra müslüman olsa, diğer şartlar bulununca yeniden hac etmesi gerekir. Yine, bir mü'min hac ettikten sonra -Allah korusun- dinden çıkıp da sonra tevbe ederek İslâmiyete dönünce, diğer şartlar bulununca tekrar hac etmesi gerekir. 2) Buluğa ermiş olmalıdır. Bir çocuk, aklı başında ve kâr ile zararı ayıracak durumda da olsa, hac ile mükellef olmaz. Onun yapacağı hac nafile olur. Onun için buluğ çağına erer de hac şartlarını toplarsa, tekrar hac etmesi gerekir. Velisi ile beraber hacda bulunan çocuğa, velisi hac işlerini yaptırır. Taşları attırır, tavaf yaptırır ki, büyüyünce görevini daha iyi yapabilsin. Bu taşlamayı çocuk terk etse, bundan bir şey gerekmez. Çünkü çocuğa hac vacib değildir. 3) Akıl sahibi olmalıdır. Deli olanlar hacla yükümlü değillerdir. Bunlar iyileşir de hac şartlarını elde ederlerse, o zaman hac etmeleri gerekir. 4) Hür olmalıdır. Köleler ve cariyeler hacla yükümlü değillerdir. Bunların yaptıkları haclar birer nafiledir. Bunlar azad edildikten sonra diğer şartlara sahib bulundukları takdirde hac etmeleri gerekir. 5) Haccın farz olduğunu bilmiş olmalıdır. Şöyle ki: Küfür diyarında (dâr-ı harbde) gayri müslimlere ait bir memlekette bulunup İslâmı kabul eden kimse, haccın farz olduğunu bilmedikçe,hac ile yükümlü olmaz. Fakat İslâm ülkesinde böyle bilmemezlik özür sayılmaz. Onun için İslâm yurdunda bulunan bir gayri müslim, haccın farz olduğunu bilsin veya bilmesin, ihtida eder de, hac şartlarına sahib bulunursa, hac ile mükellef olur. 6) Hac görevine güçlük olmaksızın gidip yerine getirmeye yeterli bir vakit bulunmalıdır. Bunun için bir kimse görevi için diğer şartlara tamamen sahip olduğu tarihten itibaren bu görevi yerine getirmeye elverişli bir vakit bulmadan ölürse, bu farzla mükellef tutulmaz. 7) Hicaz'a gidip gelinceye kadar kendisinin ve aile halkının âdete göre nafakaları bulunmalıdır. Temel ihtiyaçlardan sayılan malların bulunması ile hac farz olmaz. Fakat ihtiyaçtan fazla gelir getiren bir mal veya eşya bulunsa, bunları satıp hac etmek gerekir. Bir evde kira ile oturmak da, haccın farz olmasına engel değildir. Temel ihtiyaçlar için zekât bölümüne bakılsın!.. 8) Kendi durumuna uygun binek vasıta ve yolda yapacağı harcamaları karşılayacak parası bulunmalıdır. Buna Rahiliye, Zadü-t Tarika (yol azığına sahib bulunmak) denir. Şöyle ki: Hac için yol azığına ve bilinecek vasıtaya gücü yeter olması şarttır. Bu kudretin hac aylarında veya herkesin buluduğu yerde hacıların âdet üzerine hacca gidecekleri zamanda bulunması gerekir. Bu esnada temel ihtiyaçlardan başka hacca yetecek kadar mala sahib olan kimsenin, diğer şartlara da sahib olması halinde, ona hac farz olur. Bu malı başka yere harcayamaz. Harcarsa, hac üzerinde borç kalmış olur. Fakat bu zamandan önce elde edilen mal, bundan önce istenilen yere harcanabilir. Bundan dolayı kendisine hac görevi vacib olmuş sayılmaz. Meselâ: Muharrem ayında hacca yetecek kadar malı olan kimse, bunu bir iki ay içinde başka bir yere harcayıp da, memleketinde hacca gidilmesi âdet olan bir zamanda elinde mal kalmamış olsa, kendisine hac farz olmuş olmaz. Ödünç ve ikram suretiyle verilen azık ve binek yeterli sayılmaz. Bu ikram minnet altında bırakmayacak kimseler tarafından olsa bile hüküm aynıdır. Onun için Hac etmek üzere yapılan bir malı kabul etmek her halde gerekmez [01.09.2023 17:57] Annem: Bir diğer rivâyette: "Elinde arta kalan su ile başını meshetti '' denmiştir. Ebu Dâvud, Tahâret 50, (130). 3576 - Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam abdest aldı ve bunu, yüzünü üç, ellerini üç sefer yıkayarak, "Kulaklar baştandır '' deyip başını da üç sefer meshederek yaptı.'' Hammâd der ki: "Bu rivâyette geçen "Kulaklar baştandır'' ibaresi, Ebu Ümme'nin sözü mü yoksa Resülullah'ın sözü mü bilemiyorum." Tirmizi, Taharet 29, (37); Ebu Davud, Taharet 50, (134). Bu metin Tirmizi'nindir. Ebu Dâvud'da şu ifade de yer alır: "Gözpınarlarını da meshederdi.'' O rivayette: "Kulaklar baştandır'' da demiştir. 3577 - Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: "Hz. Ömer radıyallahu anh bana şunu söyledi: "Bir adam Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a gelmişti. Bunun abdest almış fakat ayaklarının üzerinde tırnak kadar bir yeri yıkamadan bırakmış olduğunu gördü. ResüluIlah aleyhissalâtu vesselâm, adama derhal müdâhaIe etti: "Git abdestini güzel kıl!" Adam gidip yeniden abdest aldı, sonra namazını kıldı." Müslim, Tahâret 31, (243); Ebu Dâvud, Tahâret 67, (171). 3578 - Ebu Dâvud'un bir diğer rivâyetinde Resülullah'ın ashabından biri şöyle anlatır: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, ayağının sırtında dirhem büyüklüğünde bir kısma su değmemiş olduğu halde namaz kılmakta olduğunu görmüştü, derhal abdesti ve namazı iade etmesini emretti [01.09.2023 18:04] Annem: YİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB Bu mektûb, Şeyh Nizâmeddîn-i Tehânîserîye yazılmışdır. Farzları kılmağa ve sünnetleri, edebleri gözetmeğe teşvîk etmekde ve farzların yanında nâfileleri yapmanın kıymetinin az olduğu ve yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmamağı ve abdestde kullanılan suyu içmemeği ve mürîdlerin secde etmelerinin câiz olmadığını bildirmekdedir: Allahü teâlâ, bizi ve sizi te’assubdan, ya’nî başkasını çekememekden ve doğru yoldan ayrılmakdan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” pişmân olacak, üzülecek şeyleri yapmakdan kurtarsın! İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduracak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yokdur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise, hemen kazâ etmek], bin sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister nemâz, oruc, zikr, fikr olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir.[1] Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk “radıyallahü anh” hazretleri sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakdı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ’atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir dank [ya’nî bir dirhemin dörtde birini ki, bir gram gümüş demekdir] bir müslimân fakîre vermek, nâfile olarak dağlar kadar al-tun sadaka vermekden ve hayrât, hasenât ve yardımlar yapmakdan kat kat dahâ iyidir, kat kat dahâ çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakîre vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat dahâ fâidelidir. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece nemâzı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünki, hanefî mezhebindeki imâmlara göre “radıyallahü teâlâ anhüm” yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak mekrûhdur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmakdadır. Çünki, yatsı nemâzını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekrûh ise, tahrîmen mekrûhdur. Şâfi’î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece nemâzı kılmış olmak için ve bu vaktde zevk ve cem’ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr nemâzını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr nemâzını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr nemâzı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece nemâzı kılmak ve se-her vaktinde uyanık bulunmak ni’metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işden vaz geçmek ve geçmiş nemâzları kazâ etmek lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Kûfî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, nemâz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik nemâzı kazâ et [01.09.2023 18:32] Annem: olması demek, bu vaktdeki hâlin bilinmesi ve başka şeyleri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devâmlı olması demek değildir. Belki, vaktin olduğu gibi devâm etmesi ve hâlin kendisinin devâmlı olması demekdir. Bir şeyi yanlış zan etmek, onun doğru olmasına ziyân getirmez. Hattâ çok zanlar vardır ki, günâh olur. Söz uzadı. Biz yine kendimize gelelim! Mukaddes meydânda “celle şânüh” söz binicisini koşturamıyacağımız için, kendi kulluğumuzu, aşağılığımızı ve gücümüzün yetersiz olduğunu anlatalım. İnsan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Bir kimseye başlangıçda ve ortalarda aşk ve muhabbet verilirse, onun Allahü teâlâdan başka şeylere olan bağlılıklarını kesmesi için verirler. Aşk ve muhabbet de aranılacak, özenilecek şey değildir. Kulluk makâmına kavuşmak için birer aracıdırlar. Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, Ondan başka şeylere kul olmakdan ve bağlanmakdan tam kurtulması lâzımdır. Aşk ve muhabbet, bu bağlılıkları kesmekden başka bir işe yaramaz. Bunun için, vilâyet ya’nî evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği (Abdiyyet makâmı)dır. Vilâyet derecelerinde, abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yokdur. Bu makâmda, kul ile sâhibi arasında, kulun sâhibine muhtâc olmasından ve sâhibin kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtâc olmamasından başka hiçbir bağlılık yokdur. Burasını iyi açıklayalım ki, kendisi ile Onun kendisi arasında ve sıfatları ile Onun sıfatları arasında ve kendi işleri ile Onun işleri arasında, hiçbir bakımdan hiçbir benzerlik bulmayacakdır. Onun zılli, görüntüsü olduğunu söylemekde, bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lâzımdır. Onu yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır. Tesavvuf yolunda ilerliyenlerin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Tevhîd-i fi’li) ile karşılaşmakdadır. Her şeyi yapan Allahü teâlâdır derler. Bu büyükler, bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek, zındıklık olur. Bunu bir misâl ile açıklıyalım: Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyrciler, perdede oynayan karton, tahta parçalarının birçok şeyler yapdığını görür. Aklı olan kimseler bu hareketleri, perde arkasında oturan adamın yapdığını anlar. Fekat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydâna gelmekdedir. Bunun için, bu şekller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki adam hareket ediyor denmez. Bu sözleri, işin doğrusunu göstermekdedir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yolları da böyle olduğunu bildirmekdedir. İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr hâlinde söylenen sözlerdendir. Sözün doğrusu şöyledir ki, işleri yapan çokdur. İşleri yaratan birdir. Tevhîd-i vücûd bilgileri de böyledir. Sekr vaktinde ve hâl kapladığı zemân söylemişlerdir. Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğru olması, islâmiyyetde açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. Kıl kadar ayrılık sekrden ileri gelir. Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” anladıkları bilgilerdir. Bunlara uymamak yâ zındıklık ve ilhâddır, ya’nî doğru yoldan ayrılmakdır, yâhud sekr hâlinde söylenmişdir. Sekrden tam kurtulmak, (Abdiyyet makâmı)nda olur. Başka makâmların hepsinde az çok sekr bulunur. Fârisî mısrâ’ tercemesi: Dahâ söylersem sonu gelmez. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend “kaddesallahü teâlâ sirrehül akdes” hazretlerinden (Sülûk niçin yapılıyor?) diye sorulduğunda, (Kısa, toplu olan bilgilerin genişlemesi, açıklanması ve akl ile, düşünce ile bulunan bilgilerin, keşf ile, kalb ile anlaşılması için) buyurdu. İslâmiyyetin bildirdiği bilgilerden başka şeyler öğren [01.09.2023 18:33] Annem: Ailede Ahlaki Görevler Ana Sayfa İslam Ahlakı Ailede Ahlaki Görevler İlgili      İslam Ahlakı B) Ailede Ahlaki Görevler a) Ailenin Önemi Diğer canlılardan farklı olarak insanlar tarih boyunca cinsel ihtiyaçlarını, bilinçli ve amaçlı olarak kurdukları aile düzeni ve disiplini içinde karşılayagelmişlerdir. Nisa suresinin ilk ayetinde de işaret buyurulduğu üzere bu kurumun başta gelen amacı, sağlıklı nesiller yetiştirmek suretiyle insan soyunun devamına katkıda bulunmaktır. Hz. Peygamber de bu hususa vurgu yapmıştır (İbn Mace, “Nikah”, 1). Gerçi insanlar diğer canlılar gibi evlenmeden de çocuk sahibi olabilirler. Ancak, insan yavrusunun bedensel ve ruhsal gelişiminin, annenin tek başına üstesinden gelemeyeceği kadar uzun ve zahmetli bir bakımı gerektirmesi yanında, insanın bir kültür varlığı oluşu da aile kurumunu gerekli kılmıştır. Zira inançlar, değerler, gelenek ve göreneklerle iyi alışkanlıklar öncelikle ve en sağlıklı bir şekilde ailede kazanılır. Kur’an-ı Kerim’de de işaret buyurulduğu gibi (er-Rum 30/21), aile kurumunun belki de en önemli işlevi sevgi odaklı bir ilişkiler dünyası oluşturmasıdır. Aile kurumu kıskançlıkları, dolayısıyla çatışmaları önleyerek toplumsal düzenin sağlıklı işleyişine de katkıda bulunur. Aile kurumu ve onun çevresinde oluşturulmuş kurallar, kadın-erkek ilişkisine biyolojik tatminlerin ötesinde değer ve anlamlar katar. İslamiyet’in bir yandan zinayı ağır yaptırımlarla yasaklarken bir yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi de budur. Erdemli ve mükemmel bir toplum yapısı gerçekleştirmenin en önemli şartı olan hak ve sorumluluk bilinci, toplumun çekirdek birimi olan aile için de vazgeçilmez bir önem taşır. Nitekim Hz. Peygamber, aile bireylerinin haklarını ihmal etmek pahasına nafile namaz kılmaya, oruç tutmaya vb. ibadetler yapmaya bile izin vermemiştir (Buhari, “Savm”, 55). İslam ahlakçıları, kural olarak diğer bütün insanların ve müslümanların birbirleriyle ilişkilerinde söz konusu olan hak ve yükümlülüklerden aile bireylerinin de birbirlerine karşı sorumlu olduklarını belirtmişler; ayrıca onların kendi aralarında aile kurumuna özgü hak ve sorumluluklarının da bulunduğunu ifade etmişlerdir. b) Eşler Arasında Haklar ve Görevler Toplum içinde olduğu gibi aile içinde de haklara riayet edilmesi ve sorumlulukların yerine getirilmesi için belli bir düzen ve disiplinin kurulmasına, rollerin belli olmasına ihtiyaç vardır. Nisa suresinin 34. ayetine bakılırsa Kur’an-ı Kerim, aile reisliği yetki ve sorumluluğunu, koyduğu genel ahlak ve adalet ilkeleri çerçevesinde erkeğe vermiştir. Hadislerde de erkeğin bu konumuna işaret eden ve kadının kocasına saygılı olmasını öğütleyen açıklamalar bulunmaktadır (mesela bk. Buhari, “Ahkam”, 1; Ebu Davud, “Nikah”, 40; İbn Mace, “Nikah”, 4). Bununla birlikte, İslamiyet’in tamamen aile düzeninin sağlıklı işleyişini temin maksadıyla erkeğe tanımış olduğu aile reisliği işlevi, ona asla kadın üzerinde bir baskı ve zorbalık imkanı vermez; ahlak ilkeleriyle çelişen, bu nedenle de Kur’an’ın Peygamber’e bile tanımadığı (mesela bk. el-Gaşiye 88/21-22) bu imkanı sıradan insanlara tanıması mümkün değildir. Dolayısıyla kadının kocasına saygısı da cebri değil, ahlaki bir saygıdır. Kur’an-ı Kerim, “Kadınlarla iyi geçininiz” (en-Nisa 4/19) buyurur. Hz. Peygamber de insanların en iyisinin eşlerine karşı iyi davrananlar olduğunu ifade eder (Tirmizi, “Rada’”, 11). Kınalızade’nin İslam ve Türk ahlak kültürünün klasiklerinden olan Ahlak-ı Alai adlı eserinde (II, 23) kocanın eşine karşı görevleri özetle şu şekilde sıralanır: “Erkek karısına karşı iyi davranmalı, haklarını gözetmeli; gücü ölçüsünde güzel ve değerli elbiseler giydirmeli; evin yönetimine onu da ortak etmeli, evin dahili işlerini ve hizmetçilerin yönetimini [01.09.2023 18:34] Annem: Aşure Ana Sayfa A Aşure Rüyada Aşure Yemek Rüyada Aşure Dağıtmak Rüyada Aşure Yapmak Rüyada Aşure Yapıldığını Görmek Rüyada aşure görmek iyi olmak suretiyle tabir edilen rüyalar arasında değildir. Rüyada aşure gören şahsın başını ağartmış olacak, keyfini kaçırıp keyfini bozacak hadiseler meydana gelecektir. Rüyada aşure görmek sağlık sıkıntılarına, mala haciz gelmiş olmasına, kazancın azalmış olmasına delalet eder. Rüyada aşure görmüş olan kimse kendisisi hakkında söylenmiş kötü sözler duymuş olacak bu hale çok içerlenecek, üzülmüş olacak ve sinirlenmiş olacak diye tabir edilir. Rüyada aşure görmek bununla birlikte üzer üzere gelmiş olacak olan kötü havadislere işaret eder. Rüyası esnasında aşure görmüş olan kimse etrafında de çok dikkat çeken ve kıskanılan şahıs olmak suretiyle yorumlanır. Rüyada büyük bir aşure kazanı görmek nazarlardan korunmaya delalet eder. Rüyada Aşure Yemek Rüyada aşure yemek, aşure görmenin tersine hayra yorulur. Şahsın içerisinde olduğu zor şartlardan feraha ermesine, sağlığına ve keyifine kavuşmasına, afiyette olmasına ve rahata çıkmış olmasına delalet eder. Rüyada aşure yemek bir de şahsın menfaatı olan bir iş için birine dayanak olması veya birisi için çalışmış olması manasına çıkar. Rüyada Aşure Dağıtmak Rüyada aşure dağıttığını görmek olumlu gelişmelere, pozitif laflar işitmiş olmaya, bol rızık ve nimet sahip olmaya işaret eder. Rüyada Aşure Yapmak Rüyası esnasında aşure yaptığını görmüş olan kimse herkes kısımından hayırlı olan şahısdır. Bu şahıs yaptığı tüm işlerde en az kendisisi kadar sevdiklerinin de menfaatini gözetmiş olan kimse olmak suretiyle anlatım edilmektedir. Rüyada Aşure Yapıldığını Görmek Rüyada aşure yapılan yerde bereket ve güzellik olur. Aşure şayet rüyayı gören kişinin hanende yapılıyorsa o hanede geçim sorunu olmaz, aile içerisinde de sakinlik ve rahat hâkim olur. Rüyayı gören kişi aşurenin nerde yapıldığını görecek olursa bu tabir o yerde geçerlidir. Rüyada aşure yapıldığını görmek şahsın meslek yaşamında çitayı çok daha yukarılara taşıyarak, hem muvaffakiyetlerini hem de kazanımlarını arttırması manasına da gelir. in A Diğer Konular Azat Azat etmek Azık Azil Azmetmek Azrail [01.09.2023 18:35] Annem: Adâlet-i ictimâiyye Ana Sayfa A Adâlet-i ictimâiyye Sosyal adâlet; Herkesin; çalışması, bilgi ve kâbiliyeti, gördüğü iş nisbetinde ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi. (Bkz. Sosyal Adâlet) İlgili SOSYAL ADÂLET 9 Eylül 2021 Benzer yazı ADÂLET 9 Eylül 2021 Benzer yazı Mutlak Adâlet 9 Eylül 2021 Benzer yazı in A, Â Diğer Konular Ayn-el-Yakîn AZÂB ÂZÂD Âzâd Etmek Âzâd Olmak AZAMET AZÎM (El-Azîm) AZÎMET AZÎZ (El-Azîz) ÂYET Copyright 2021 by Maviay.co [01.09.2023 18:35] Annem: kat’iyyen delalet ediyor ki; o yağmur, Hizmet-i Kur’an ile münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var. Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı. İkinci Suret: Kuraklık zamanında, yirmi-otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menba’ına yakın Üstadımız ve biz (yani, Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed... filan) beraber cemaatla namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kur’anı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında dua eden her ele, yedi-sekiz damla düşmesi gösteriyor ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Ve nitekim de öyle olmuştur. Elhasıl: Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dava ettikleri hususiyeti, şu iki kuvvetli delil ile tasdik ediyoruz. Şem’î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman (R.Aleyhim) * * * Sadakatte meşhur olan Barla’lı Süleyman’ın vazife-i sadakatını tamamıyla yapan Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün bir fıkrasıdır. Aziz Üstadım! Kardeşlerimin Yirmiyedinci Mektub’a giren fıkralarını, kendi fikrime ve hissiyatıma muvafık bulduğumdan, onlar bu nokta-i nazardan kendi fıkralarımdır diye başka fıkra yazmağa lüzum görmedim. Fakat bu âhirlerde Risale-i Nur’un kerametine temas eden bazı hâdiseler benimle de münasebetdar olarak vücuda geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi ki, onlar münasebetiyle benim de bir hususî fıkram kardeşlerimin hususî fıkraları içine girsin diye o hâdiselerden bazı latif tevafukatı ve bazı rü’ya-yı sadıkayı ve birkaç hâdiseyi [01.09.2023 18:36] Annem: Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır. Birinci Mes’ele Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki: Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir… Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir. Zira acemîler sû’-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir… Yani ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için, Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır… Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze alm [01.09.2023 18:36] Annem: Kur’anın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenab-ı Hakk’ın yardımını ehl-i imana göndermesi hatıra geldi. Risale-i Nur’un onun hikmetini kat’î hüccetlerle izahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz: Evet bazan serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmağa çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi; yüzer adamın muhafazası ile ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünki onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın ve esbabın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harab olması bir tek şartın ademiyle vaki’ ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevî yangınlar yaparlar. Evet bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mâyesi ve esasları ademdir, tahribdir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya istinaden gayet zaîf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenab-ı Hakk’ın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur’an onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksandokuz esma-i İlahiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir. Bu cevabdan, birden pek büyük bir hakikatın ucu ve azametli, dehşetli bir mes’elenin esası göründü. Şöyle ki: Nasılki Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyane sünbüllendiriyor, öyle de; Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için o adem mahsulâtlarını kavuruyor ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor. Bu dehşetli mes’elenin şimdilik kapısını açmayacağız. İnşâallah sonra izah edilecek. Hem meleklere iman meyvesinden bir cüz’ü ve Münker ve Nekir’e ait bir nümunesi şudur: Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim diye mezarıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferidde bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me’yusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münazaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim. Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke = Senin Rabbin kimdir?” diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmiyle cevab vererek: “(Men) mübtedadır, (Rabbüke) onun haberidir; müşkil bir mes’eleyi benden sorunuz, bu kolaydır.” diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşf-el kubur velisini güldürdü ve rahmet-i İlahiyeyi tebessüme getirdi, azabdan kurtulduğu gibi; Risale-i Nur’un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesi’ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatlarıyla cevab verdiği misillü; ben de ve Risale-i Nur şakirdleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevab verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inşâallah. Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüz’î bir nümunesi şudur ki: İlmihalden iman dersini alan bir masum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vaveylâ eden diğer bir çocuğa: “Ağlama, şükreyle.. senin kardeşin meleklerle beraber Cennet’e gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, heryeri seyredebilir.” deyip, feryad edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir. [01.09.2023 18:37] Annem: Mektub بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (Bu mektub üç mes’ele-i mühimmedir.) BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir? Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler. Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki: Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi.” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?” Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular. İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü’yada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkeza…” Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum.”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir.” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın. İşte Küre-i Arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab v [01.09.2023 18:37] Annem: شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا Aziz sıddık kardeşlerim! Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhâssa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur: Herkes her vakit Kur’ana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde dercedilerek; herbir sure küçük bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder. İkinci Bir Nokta: Âyet-ül Kübra’dan çıkan “Vird-ül Ekber” namındaki arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münacat’ın başındaki âyetin tefsiri diye arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasibdir. Biz de nüshamızda yazdık. Üçüncü Nokta: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Neden İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur’a ve bilhâssa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki: Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hâsiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlubiyetinin bir sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı maneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem’iyet hükmüne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi. Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüm [01.09.2023 18:38] Annem: Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla,ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder. İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur. Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû’-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz’ün İkinci [01.09.2023 18:38] Annem: - Pekçok büyütülen Hasan Fehmi Bey’in kātilini meydana çıkarmaktı. 6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti. 7- Hürriyeti, sefahete şümulünü men’ ve âdâb-ı şeriatla tahdid ve avamın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısâs ve kat’-ı yed haddini icra idi. Fakat zemin bataklık ve dam (tuzak) ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-ı askeriye feda edildi. Üss-ül esas esbab, fırkaların tarafdarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalagat ve yalan ve ifrat-perverane keşmekeşleri idi. Bu metalib-i seb’ada; nasılki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyza tecelli etti, fesadın önüne sed çekti.... Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir. Yoksa “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi.” olan darb-ı mesele mâsadak olacağız. Evet hem şan ü şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim. İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmağa sezadır. Birinci Sual: 18(Haşiye) Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek, buradaki görenek ve âdâta binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir? İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir veli haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdad şekline girse ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdaddırlar. Üçüncü Sual: Acaba müstebid yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddid şahıslar müstebid olmaz mı? Bence, kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad münkasim olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir. Dördüncü Sual: Bir masumu i’dam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha [01.09.2023 18:38] Annem: Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun? C– Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev Cehennem’de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem’de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahâza kâfirin meskeni Cehennem’dir ve ebedî olarak orada kalacaktır. Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’ ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır. Maahâza cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet dünyada çok namus sahibleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır [01.09.2023 18:41] Annem: vicdan, ihtiyarî emirleri, ızdırarî emirlerden tefrik eden gizli bir şeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez. İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı Eş’arîlerin mezhebi gibi mevcud bir emir ise de, o meyelanı bir fiilden diğer bir fiile çevirmekle yapılan tasarruf, itibarî bir emir olup abdin elindedir. Eğer Matüridî’lerin mezhebi gibi o meyelanın bizzât bir emr-i itibarî olduğuna hükmedilirse, o emr-i itibarînin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tâmme olduğunu istilzam etmez ki, irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünki çok defalar meyelanın vukuunda fiil vaki’ olmaz. Hülâsa: Âdetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bil’masdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise, meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Madum da değildir ki, hasıl-ı bil’masdar gibi mevcud olan bir şeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevab ve ikaba sebeb olmasına cevaz olmasın. S– İlm-i ezelînin veya irade-i ezeliyenin bir fiile taallukları, ihtiyara mahal bırakmıyor? C– Birincisi: Abdin ihtiyarından neş’et eden bir fiile ilm-i ezelînin taalluku, o ihtiyara münafî ve mani değildir. Çünki müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, malûma tâbidir. İkincisi: İlm-i ezelî muhit olduğu için, müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır, Yoksa ilm-i ezelî, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki, esbabdan tegafül ile, yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin. Üçüncüsü: Malûm nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece taalluk eder. Öyle ise malûmun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez. Dördüncüsü: Zannedildiği gibi, irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak müsebbeble sebebe bir taalluku vardır. Bu mezheblerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim: Bir adam, bir âletle bir şahsı öldürse, sebebin madum olduğunu farzedersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur? Ehl-i Cebr’in nokta-i nazarları: “Ölecekti.” Çünki onlarca taalluk ikidir ve sebeble müsebbeb arasında inkıta’ caizdir. Ehl-i İtizalce: “Ölmeyecekti.” Çünki onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir. Ehl-i Sünnet ve-l Cemaatça, bu misalde sükût ve tevakkuf lâzımdır. Çünki irade-i külliyenin sebeble müsebbebe bir taalluku vardır. Bu itibarla sebebin ademi farzedilirse, müsebbebin de farz-ı ademi lâzım gelir. Çünki taalluk birdir. Cebr ve İtizal, ifrat ve tefrittir. İkinci bir mukaddeme: Ehl-i tabiat, esbaba hakikî bir tesir veriyor. Mecusiler; biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlıka itikad ediyorlar. Ehl-i İtizal de, “Ef’al-i ihtiyariyenin hâlıkı abddir.” diyor. Bu üç mezhebin esası; bâtıl bir vehm-i mahz, bir hata ve hududdan tecavüzdür. Bu vehmi izale için, birkaç mes’eleyi dinlemek lâzımdır. Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î olduğu için, teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi, himmeti de cüz’îdir. Nöbetle, eşya ile meşgul olabilir. İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar. Üçüncüsü: İnsan hangi birşeye teveccüh ederse, onun ile bağlanır ve onda fâni olur. Bu sırra binaendir ki; insanlar, hasis ve cüz’î şeyleri büyük adamlara isnad etmezler. Ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki hasis işler ile iştigal, onların vakarına münasib olmadığı gibi, cüz’î şeyler de onların azîm himmetlerini işgal etmeye lâyık değildir. Dördüncüsü: İnsan bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını [01.09.2023 18:42] Annem: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır. Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir. Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehâsı, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehâsına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır. Râbian: Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mes’elede bir hâdise bu hakikatı gösteriyor. İkinci Mes’ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plân neticesinde beni hiddete getirip Risale-i Nur’un, bahusus “Âyet-ül Kübra”nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın, sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telaş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şübhesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin. Onların o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizac edemediğim cihetini vesile edip, münasib bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar. Said [01.09.2023 18:42] Annem: Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi? Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur? Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahpusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harb’e diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler. Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir? Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir [01.09.2023 18:43] Annem: görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla,ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder. İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur. Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû’-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz’ün İkinci Makamının 219-220’nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör: Birinci Levha: Ehl-i dalalet gibi, fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder. İkinci Levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَاءِ اْلاَسْرَارِ وَ مَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَ مَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَ قُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ اَللّهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ وَ بِسَيْرِهِ اِلَيْكَ آمِنْ خَوْفِى وَ اَقِلْ عُثْرَتِى وَ اَذْهِبْ حُزْنِى وَ حِرْصِى وَ كُنْ لِى وَ خُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى وَ ارْزُقْنِى الْفَنَاءَ عَنِّى وَ لاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى مَحْجُوبًا بِحِسِّى وَاكْشِفْ لِى عَنْ كُلِّ سِرٍّ مَكْتُومٍ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ. وَ ارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَائِى وَ ارْحَمْ اَهْلِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ [01.09.2023 18:43] Annem: : Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi? Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur? Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahpusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harb’e diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler. Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir? Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir? Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi? Onbirinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı? Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş. Ve maksad da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış! Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telaş ve zahmetle onları def’e çalışırken biri çıksa, dese ki: Maksadı sivrisinekleri, arıları def’etmek değil.. belki büyük arslanı ikaz edip [01.09.2023 18:44] Annem: Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mes’elede bir hâdise bu hakikatı gösteriyor. İkinci Mes’ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plân neticesinde beni hiddete getirip Risale-i Nur’un, bahusus “Âyet-ül Kübra”nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın, sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telaş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şübhesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin. Onların o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizac edemediğim cihetini vesile edip, münasib bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar. Said Nursî * * * Aziz, sıddık, çok mübarek, çok faal, çok hâlis, çok kıymetdar kardeşim Hüsrev! Senin bayramın ikinci gününde elime geçen mektubun bir güvercin haber veriyor gibi geldiği aynı günde beni çok müteessir eden hâdise-i taarruziyeden neş’et eden elemlerime, kederlerime bir merhem, bir ilâç hükmüne geçti; bu manayı hatıra getirdi: “Sana ihanet eden ehemmiyetsiz adamlara karşı, Gül ve Nur fabrikasının kahramanlarının hârikulâde hürmet ve ihtiramları varken böyle bir-iki vicdansızın hakaretine değil, milyonlarca düşmanların ihanetlerine karşı gelebilir ve hükümden ıskat edebilir.” diye kalbime geldi. Fakat kendi şahsıma baktım ki; kurumuş, çürümüş, vazifesi bitmiş bir hurma çekirdeği hükmünde iken, Risale-i Nur bahçesinde bir derece o çekirdekten tezahür eden meyvedar, muhteşem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Sizin fevkalâde hüsn-ü zannınız o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette, bir nevi vesile olduğu cihetinde hüsn-ü zanna mazhar olmuş gördüm. O mektubun birinci sahifesi güzeldir; ben de iştirak ediyorum. İkinci sahifede birkaç yerde kalem karıştırdım, ta’dil ettim. Ezcümle: Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir diye senin mektubunu ta’dil ettim. Buna kıyasen, sana vekaleten bir-iki yerde kalem karıştırdım. Fakat aynı günde mahkeme, kitablarım içinde bana teslim ettikleri mektublar müsveddeleri ve onların üstünde yeşil kalemle işaretlerine göre çok ehemmiyet verdikleri o müsveddeler içinde bu size yazdığım noksan bir parçayı gördüm; fesübhanallah dedim. Mektubuna benimle cevab ver diye manasını aldım. Belki bu parça Lâhika’ya girmiş, ben de size aynını yazıyorum. Parça budur: “Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar c [01.09.2023 18:44] Annem: Ve keza görünüyor ki, bu âlemin sahibi -yaptığı şu kadar fiillerin delaletiyle- hârika bir sehavete sahib olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereler ile hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh bu ebedî sehavet, tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira nihayet bir sehavet, hârika bir kerem, daima halka ihsan ve in’am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in’amlara minnetdar ve muhtaç olanların devam-ı vücudlarını ister. Ve keza şu mu’cizeli ve hikmetli ef’al-i kerimanenin tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni’-i Fâil’in pek gizli kemalâtı vardır. Ve daima o kemalâtı, enzar-ı âleme arz ve teşhir etmek ister. Çünki daimî bir kemal, daimî bir tezahür ile takdir edicilerin devam-ı vücudlarını iktiza eder. Çünki adem-i mutlaka namzed olan insan, kemalâta kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder. Ve keza bu güzel, müzeyyen, münevver masnuatın Sâni’i için mücerred manevî bir cemal vardır. Ve Onun, o mahfî hüsn ü [01.09.2023 18:45] Annem: Ondördüncü Söz بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ الر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ [Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazireleri, Onuncu Söz’de, bilhâssa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur. Yalnız sair hakikatlardan nümune olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.] Birincisi: Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ “Altı günde gökleri ve yerleri yarattık.” demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır. İkincisi: Meselâ:  وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ❊ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ ❊ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: “Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor.” demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlukatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru [01.09.2023 18:45] Annem: Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler. ONBİRİNCİ İŞARET: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve Kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Firavun’a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ sırrıyla Cehennem’in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor. Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları, kâinatın hiddetini celbediyor? Elcevab: Bazı risalelerde ve sâbık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve [01.09.2023 18:46] Annem: ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu’cizane eserler, nakışlar, san’atlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, san’atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı, -tabirde hata olmasın- meharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve ta’zim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymetdar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata müsahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım. Dördüncü Mes’ele: Dünyadaki bu hayatımın hakikî lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu  حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine baktım, gördüm ki: Bu hayatımın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîm’in mahluku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve ona her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabbim, hem İlahım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim. İşte hayatın hakikatına ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mes’ele gösterdiler ki; hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim. Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!” Ben de, Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip imanın dûrbîniyle Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm: Nasılki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve [01.09.2023 18:46] Annem: talebesinin fıkrasıdır) Bugün o yüksek kitabın ikmaline muvaffak oldum. “Mi’rac”ın ikmal ve mütalaasından mütevellid sürur u saadetimi tariften kalemim dûçar-ı acz oluyor. Mütalaadan doğan duygularımı hülâsaten ve bir cümle ile arzedeceğim: Mi’rac’ın mütalaasında hayatın felâket girdablarını ve saadet-i ebediyeye giden manevî deryanın selâmet yollarını gösteren kalb dolusu bir nur ve ziya buldum. Evet, her temsilâtta isbat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu ve tahayyülü bile ruhumuzu doldurup taşırmağa kâfi gelen Asr-ı Saadet ve hârikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm. Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü mu’terizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. Mi’rac kitabı başlı başına asıllardaki hakikatleri i’zam edilmeden ve bîtarafane bir tefekkürün bile göreceği ve kabul edeceği bir nazarla isbat eden ve kapalı kalmış noktaları ehl-i imana makul ve mantıkî fikirlerle izhar eden bir kitab-ı tarihtir. Gaflete dalmış ve dalaletin mağlubu ve bir tutam aklıyla kendisine bir mümtaz mevki vermek isteyen feylesoflar, Mi’rac gibi bir şâheser karşısında apoletleri sökülmüş, bütün şöhret ve namı sukuta mahkûm bir kral vaziyetine düşer. O kral ise daimî bir ye’se mahkûmdur. Halbuki bunca hakikatler karşısında felsefe zincirleri ve mu’teriz efkârı birer birer kırılan, davasının ve iddiasının haksız olduğunu anlayan feylesof ise Hâlık-ı A’zam’ın kudret ve azameti huzurunda secde eder ve af diler. Zekâi * * * (Zekâi’nin fıkrasıdır) Namaza dair fazilet ve mükâfat menba’ı olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmibirinci Sözler ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i tarif bir surette tenvir etmiştir. Kemal-i aşk u şevkle tetebbu [01.09.2023 18:47] Annem: SOHBET.......... HAYIRLI ARKADAŞ

Bizler insan olarak toplu yaşamak zorunda olduğumuzdan, arkadaş edinmek mecburiyetindeyiz... Arkadaşımızı seçerken de dikkat edeceğimiz bâzı hususlar vardır. Bu hususlar göz önünde bulundurulmaz ve önem verilmezse çok sıkıntılara sebep olur.
Birinci husus; akıllı olmasıdır. Akıllı olmazsa bize fayda vereceğine zarar verir. Yani kaş yapacağı yerde göz çıkarır.
İkinci husus; dindar olmasıdır. Dinini yaşamayan insan en büyük kötülüğü kendine yapar, kendisini Cehenneme hazırlar. Kendisine faydası olmayan, bilakis zararı olan birinin başkasına ne faydası olabilir?
Dindar olan arkadaşın şefâati, insanı yanmaktan kurtarır. Cehenneme atılacaklar kıyamet günü diyecekler ki: 
“Bize bir şefâat eden yok mu? Candan bir dostumuz yok mu bizi bu sıkıntıdan, bu acıdan kurtarsın!”
Müfessirler, bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken dikkatimizi şu noktaya çekiyorlar:
Candan dost, kardeşten daha üstündür. Onlar; “Bir kardeşimiz gelse de bizi kurtarsa” demiyorlar. “Candan bir dost” arıyorlar ve bunun için feryad ediyorlar.
Üçüncü husus; güzel ahlâk sâhibi olmasıdır. Böyle bir arkadaş dünyanın en kıymetli varlığıdır. Ondan çok güzel şeyler öğrenilir. 
Fudayl bin İyad rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: “Huyu güzel fasık birinin arkadaşlığını, huyu kötü salih birinin arkadaşlığına tercih ederim...”
Dünyayı çok seven, hâris insanların arkadaşlığından sakınmalıyız, insanı menfaati için her zaman satabilir. Hayırlı arkadaş evlâttan da, kardeşten de daha iyidir.
İyi insanlarla arkadaşlık etmek ne kadar kıymetli ise, kötü arkadaş da o kadar tehlikelidir. Kötü arkadaş yılandan daha zararlıdır. Yılan, insanı sokar, birkaç gün sancılar içinde kıvrandırır, çok zehirli ise ölümüne sebep olur. Biz zaten bu dünyaya kalmak için gelmemiştik. Fakat kötü arkadaş insanın hem dünyasını, hem de âhıretini harap eder, dayanılması güç sıkıntılara sokar...
    M. Said Arvas (Hocadan Hatıralar)           TÜRKİYE GAZETESİ               18.11.2021

01.09.2023 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim [01.09.2023 19:00] Annem: Bir Annenin Kızına Öğütleri Rivayet edildiğine göre Esmâ bint Hârice el-Fezâriyye evlenmek üzere olan kızına şu öğütleri verir: Şimdi sen içinde yetişip büyüdüğün yuvadan çıkıyor, tanımadığın bir yatağa, ülfetin olmayan bir kişinin yanına gidiyorsun! Sen ona yer ol ki o da sana sema olsun! Sen ona döşek ol ki o sana direk olsun! Sen ona câriye ol ki o da sana köle olsun! Onu asla gücendirme ki senden nefret etmesin! Sakın ondan uzak kalma ki seni unutmasın! O sana yaklaştığı zaman sen de ona iyice sokul! Senden uzak durduğu (öfkelendiği) zaman sen de uzak dur! Onun gözüne, kulağına ve burnuna kötü şeylerin ulaşmasına izin verme! Senin yanında sadece güzel kokular koklasın, sadece güzel sözler işitsin ve sadece güzel şeyler görsün!  (İmam Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb). Semerkand Takvimi [01.09.2023 19:01] Annem: “Şairlerin söylediği sözlerin en doğrusu Lebid’in şu sözüdür: İyi biliniz ki Allah’tan başka her şey yok olacaktır.” (Buhari, Edeb 90, Müslim, Birr2) [01.09.2023 19:01] Annem: O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir. Alak Sûresi 4,5.Ayet [01.09.2023 19:02] Annem: O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir. Alak Sûresi 4,5.Ayet [01.09.2023 19:03] Annem: RİKAB Rikab "boyun" mânasına gelen rakabe kelimesinin çoğuludur. Zekâtın sarf yerlerine ilişkin açıklamanın yer aldığı âyette, boyunduruk altındaki kimseler için pay ayrılmasından söz edilir. Âyetin bu ifadesi, o dönemden itibaren zekâtın sosyal bir vâkıa olarak İslâm toplumunda da yaygın olan köleliğin tedrîcen kaldırılması yönünde harcanması şeklinde anlaşılmıştır. Bu anlayış, aynı zamanda İslâm dininin insan hürriyetine önem vermiş ve müslümanları bu istikamette yönlendirmiş olmasının da tabii sonucudur. İslâm'ın doğuş yıllarında kölelik bütün dünyada yaygın bir halde idi. İnsanlar zorla kaçırılıp köleleştiriliyor, borçlu borcundan, suçlu suçundan dolayı köle yapılıyordu. İslâm hür insanların bu ve benzeri yollarla köle yapılmasını yasaklamıştır. Kölelik kaynaklarından biri de düşman esirlerinin köleleştirilmesidir. Ancak İslâm bu kaynağı da son derece daraltmış, haklı ve meşrû bir savaşta alınan esirlerin önce fidye karşılığı veya karşılıksız salıverilmelerini emretmiş (bk. Muhammed 47/4), devlet başkanına da, düşmanın esirleri köleleştirdiği öğrenildiğinde, müslümanlar için yarar gördüğünde alınan esirleri köleleştirme yetkisi vermiştir. Bu çok sınırlı cevaza karşın İslâm, kölelerin hürriyetlerine kavuşabilmeleri için birçok düzenleme ve önlem getirmiştir. Bu çerçevede olmak üzere köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için zekâttan pay ayırmıştır. İlgili hadis ve ilk devir uygulamalarını değerlendiren fakihler, "rikab" teriminin kapsamına hangi çeşit kölelerin girdiği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşler ise de, bu fona efendisiyle hürriyet anlaşması yapan kölelere yardımdan (mükâteb), devlet başkanının zekât geliriyle köleler satın alıp âzat etmesine kadar geniş bir kullanım alanı sağlandığı görülür. Kölelik sistem ve uygulamasının günümüzde kalktığını göz önüne alan İslâm bilginleri, âyetin bu hükmünün tatbik imkânı konusunda değişik bakış açılarını gündeme getirmişlerdir. Bu seçenekler daha ziyade bu fonun savaş esirlerine veya ağır borç yükü altında ezilen kimselere tahsisi yönündedir. Âyetin bu fonu, temel insan haklarının başında gelen insan hürriyetinin sağlanmasına ayırdığı dikkate alınınca, âyete günümüzde işlev kazandırmanın en uygun yolunun bu fonun dünya ölçeğinde insan haklarının iyileştirilmesinde kullanılması olduğu söylenebilir. ...Daha az [01.09.2023 19:03] Annem: Terbiye ana kucağından başlar; her söylenilen kelime, çocuğun şahsiyetine konan bir tuğladır.[Namık Kemal] [01.09.2023 19:03] Annem: AKRABA ZİYARETİ Bir toplumda sosyal yapının sağlamlığı, o toplumu oluşturan fertlerin birbirleriyle olan samimi ve sıcak ilişkileri sayesinde oluşan huzur ortamıyla doğrudan ilişkilidir. Bu ilişkilerin za- yıfladığı ve fertlerinin bireyselleştiği bir toplumda ise birçok sosyal problemin doğması kaçınılmazdır. Toplumun huzur ve sükununu hedefleyen İslam dini akraba, komşu ve çevre ile iyi ilişkiler içerisinde olmamızı, onları göze- tip kollamamız gerektiğini vurgulayarak; yakınları ile bağları- nı koparan kişilerin bulunduğu bir topluluğa Allah’ın rahmet etmeyeceği (Buhârî, “Edeb”,13) uyarısında bulunmuş, yakın ve uzak akrabanın mutlaka ziyaret edilip gönüllerinin alınma- sını, ihtiyaç içerisinde olanlara yardımcı olunmasını bizlere telkin ve teşvik etmiştir. DİNÎ KAVRAMLAR MAZMAZA Sözlükte “suyu ağızda çal- kalamak” anlamına gelen mazmaza, abdest veya gu- sülde ağıza su vererek çalka- lamak demektir. Hanefîlere göre mazmaza guslün farz- larındandır. Mazmazada mübalağa etmek, gargara yapmak ve üç defa tekrar etmek ise sünnettir. Abdest- te ağza su vermek ve bunu üç defa yapmak sünnettir. Mazmazada sağ el ile ağza su verilir ve iyice çalkaladık- tan sonra tükürülür. ÖZLÜ SÖZ Hak yolunda tane ekmeyen bir kimse, varlık harmanından bir arpa bile kaldıramaz. (Hafız Şirazi) [01.09.2023 19:04] Annem: İslâm dini tabii ve fıtrî bir din olduğundan bu dinde, insanların imkân ve kabiliyetlerine göre çalışıp kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmaları tabii karşılanmış, ancak bu konuda bazı temel ölçü ve ilkeler getirilerek iş ve ticaret hayatının düzen ve güven içinde, haksızlık ve suistimalden uzak olarak işlemesine yardımcı olmak istenmiştir. İslâm'ın ticarî hayatla ilgili getirdiği ilkeler, esasen hukukî alanda koyduğu kuralların bir parçasını teşkil eder ve hepsi birden fıkhın muâmelât ahkâmını oluşturur. Bunun için de klasik kaynaklarda böyle bir ayırıma rastlanmaz. Bununla birlikte günümüzde ticarî hayat, ayrı yasal düzenlemelere konu olan, farklı örf ve âdetlerin cereyan ettiği önemli bir alan olduğundan burada ayrıca ele alınması tercih edilmiştir. Bu itibarla burada, daha önce sözü edilen ilke ve amaçlar ve hukukî hayatta geçerli prensiplere ilâve olarak ticarî hayata ilişkin dinî hükümlere ve İslâm kültür ve geleneğine temas edilecek, bu çerçevede gündeme gelebilecek çeşitli güncel meselelere ve kazanç yollarına açıklama getirilmeye çalışılacaktır. A) Helâl Kazanç İslâm'da kazanma, mal mülk edinme tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş, kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmesi maksadıyla meşrû yoldan çalışıp kazanması ibadet ve cihad ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak nitelendirilmiştir. İslâm'da çalışıp kazanma bu şekilde teşvik edilmekle birlikte, kazanç yolları ayrı ayrı sayılarak aralarında üstünlük ve öncelik sıralaması yapılmayıp konu tamamen kişilerin ve toplumların şart ve imkânlarına, ihtiyaç ve kabiliyetlerine bırakılarak kendi tabii seyri içinde şekillenmesi istenmiştir. Fakat İslâm, kazanç yolları, mal ve mülk edinme konusunda önemli bir ilke olan meşruiyet prensibini esas alarak hırsızlık, gasp, faiz, zina, kumar, rüşvet gibi kazanç yollarını dinî, ahlâkî ve hukukî planda yasaklamış, bu yollarla elde edilen kazanca ve mala da hiçbir değer atfetmemiştir. İslâm'da aslî ve tabii kazanç yolu emektir. Dünya nüfusunun az, tabii servet ve imkânların hayli zengin olduğu dönemlerde kimsesiz ve işlenmemiş araziyi işleyerek mülkiyete katma, sahipsiz odun ve otları mülk edinme, avlanma gibi usuller de netice itibariyle emek yoluyla kazanç kapsamında görülmüş ve teşvik edilmiş, daha sonraları da bu yolların işletilmesi belli kurallara bağlanmıştır. Miras, vasiyet, nafaka, zekât, hibe gibi ârızî ve istisnaî yollarla kazanılan mallar da başlangıcı itibariyle emeğe dayalı kazançlardır. Hz. Peygamber bir hadiste, "Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir" (Buhârî, "Büyû`", 15; "Enbiyâ", 37) buyurmuş, kendisine en temiz kazancın ne olduğu sorulduğunda da, "Kişinin kendi elinin emeği, bir de dürüst ticaretin kazancı" (Müsned, IV, 141) cevabını vermiştir. Yine bir defasında Resûlullah, Tebük dönüşünde Sa`d b. Muâz ile karşılaşıp tokalaşmış, ellerinin nasırlaşmış olduğunu görünce bunun sebebini sormuş, o da "Çoluk çocuğumun nafakasını temin için hurma bahçemde çalışıyorum" cevabını verince Hz. Peygamber, Sa`d b. Muâz'ın elini öpmüş ve "İşte bu eller Allah'ın sevdiği ellerdir" buyurmuştur. (Serahsî, Mebsut, c. 30, s. 245) Bu hadislerde övgüyle sözü edilen çalışmayı, sadece tarlada, bağ ve bahçede bedenen çalışma şeklinde değil, gerek beden gerekse zihin gücüne dayalı olarak sarfedilen her türlü emek ve çalışma şeklinde anlamak gerekir. Kur'an'da, "Erkekler için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır, kadınlar için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır" (en-Nisâ 4/32) denilerek hem emeğin önemi vurgulanmakta hem de sermayenin kâr payına işaret edilmektedir. Ziraat, zenaat ve bir mesleğin icrası d [01.09.2023 19:05] Annem: O söz baslarina geldigi (kiyamet yaklastigi) zaman, onlara yerden bir dâbbe (mahlûk) çikaririz da, bu onlara insanlarin âyetlerimize kesin bir iman getirmemis olduklarini söyler  (NEML/82) [01.09.2023 19:05] Annem: İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Haccı'nda şunu söylediler: " (Ey ahâli) hangi ayın hürmetce daha ileri olduğunu biliyor musunuz?" Halk: "Şu içinde bulunduğumuz ay değil mi?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Peki, hangi bölgenin hürmetçe daha önde olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Halk: "Şu yerler değil mi?" cevabını verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar: "Pekâla hangi günün hürmetçe daha üstün olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Halk: "Şu içinde bulunduğumuz gün değil mi?" diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerine şöyle devam etti: "Öyleyse bilin ki Allah Teâla, sizlere, meşrû sebep dışında kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı haram kılmıştır, tıpkı şu beldede, şu ayda, şu günümüzü haram kıldığı gibi." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bundan sonra üç sefer tekrar ederek sordu: "Duydunuz mu, tebliğ ettim mi?" Halk her defasında "Evet" cevabını verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerini şöyle tamamladı: "Sakın ha! Benden sonra tekrar küfre dönüp birbirinizin boyunlarını vurmaya kalkmayın!" Buhârî, Hudud 9, Riyât 2, Hacc 132, Meğâzi 77, Fiten 8, Edeb 43; Müslim, İman 120 (66); Ebu Dâvud, Sünne 16, (4686). Metin Buhârî'ye aittir. [01.09.2023 19:06] Annem: O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir. [Bakara Sûresi.117] [01.09.2023 19:07] Annem: “Ey Rabbim! Gerek bana gerekse anne babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat!” (Neml, 27/19) [01.09.2023 19:08] Annem: Allah eğer hikmetiyle bir kapıyı kaparsa, rahmetiyle başka kapıyı açar.[Sadi Şirazî] [01.09.2023 19:08] Annem: ASFİYÂ Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir. [01.09.2023 19:10] Annem: Bahaeddin A. Dinin güzelliği     Kısaltmalar:     A. Arapça,     F. Farsça,     FR. Fransızca,     IB. İbranice,     İ. İtalyanca,     Moğ. Moğolca,    T. Türkçe,     Y. Yunanca,     E.T. Eski Türkçe [01.09.2023 19:10] Annem: Hutbede yapılan duaya “amin” denilebilir mi? Rasulüllah (s.a.s.)’in uygulamasını göz önüne alan İslam bilginlerine göre hatibin, ikinci hutbede müminler için af ve mağfiret dilemesi, onların afiyet ve esenlik içinde olmaları için Allah (c.c.)’a dua etmesi menduptur. Hatibin dikkatle dinlenmesini, hatibin minbere çıkışından namaz bitinceye kadar, geçen süreyi bir bütün olarak değerlendiren Hanefi alimleri, namazda yasak olan her şeyin hutbede de yasak olduğu kuralını esas alarak; cemaatin konuşmayıp susması, selam alıp vermemesi, nafile namaz kılmaması gerektiğini, ancak hutbede dua edilirse amin demenin veya Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ismi zikredilirse salat-ü selam okumanın caiz olduğunu söylemektedirler. Fakat yanındakileri rahatsız edecek şekilde yüksek sesle amin demek doğru değildir (Alauddin Abidin, el-Hediyyetu’l-Alaiyye, 153-156). [01.09.2023 19:10] Annem: Sakın İncitme Bir Canı     Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. (Hucurat, 49/13) Muhterem Müslümanlar! Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in müezzini olma şerefine nail olmuş Bilâl-i Habeşî (r.a) ile sahabenin önde gelenlerinden Ebû Zer (r.a) bir defasında tartışmışlardı. Ebû Zer (r.a), bu tartışma esnasında Hz. Bilâl’e “Siyah kadının oğlu”  demişti. Yaşanan bu hadiseden haberdâr olan Allah Resûlü (s.a.s), Ebû Zer’i şöyle uyardı: “Ebû Zer! Annesinin siyahi olmasından dolayı Bilâl’i küçümsüyor ve ayıplıyor musun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ cahiliye izleri olan bir kimsesin.”[1] Aziz Müminler! Yüce dinimiz İslam’a göre dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, mezhebi ve meşrebi  ne olursa olsun her insan değerlidir, hürmete layıktır. İnsan, eşref-i mahlûkattır; haysiyetine yakışır bir şekilde yaşamayı hak etmektedir. Her insanın canı, malı ve onuru saygındır, dokunulmazdır. Takvamız yani Rabbimize karşı gelmekten sakınmamız, emirlerine itaat edip O’nun hoşnutluğunu kazanmamız dışında birbirimize üstünlüğümüz yoktur. Nitekim hutbeme başlarken okuduğum ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak bu hakikati bizlere şöyle haber vermektedir: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.”[2] Hutbeme başlarken okuduğum hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz (s.a.s) tüm insanlara şöyle seslenmektedir: “Ey insanlar! Dikkat edin; Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur.”[3] Kıymetli Müslümanlar! Bizler, insanların ayaklarına dolanan bir taşı bulunduğu yerden kaldırmayı imanın parçası gören İslam medeniyetinin temsilcileriyiz. İnsanların onur ve haysiyetini ayaklar altına alacak tutum ve davranışlar bize asla yakışmaz. Bizler, merhameti, adaleti, sevgiyi, saygıyı ve birlikte yaşama ahlakını dünyaya hâkim kılmış aziz bir milletin evlatlarıyız. Ayrıştırmak, ötekileştirmek, dışlamak, hor görüp ayıplamak hayatımızın hiçbir alanında yer bulamaz. Bizler, nebevi ahlakı kuşanan Anadolu irfanının temsilcileriyiz. Rabbimizin nazargâhı olan bir kalbi kırmak, bir gönlü incitmek, Müslüman kimliğimizle asla bağdaşmaz. Cenâb-ı Hak Kur’an’da beş defa  وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۚ “Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmez.”[4] buyurmaktadır. Kur’an-ı Kerim’i kendisine rehber edinen bir mümin, suçun şahsiliği ilkesini unutmaz. Aile, etnik köken, inanç ve mezhep gibi aidiyetleri kötülük işleyenle bir tutmaz. İşlenilen suçu genelleştirerek hiçbir masum cana kıymaz. Değerli Müminler! Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.s) bizleri şöyle uyarmaktadır:لاَ تَحَاسَدُوا ، وَلاَ تَدَابَرُوا ، وَلاَ تَبَاغَضُوا ، وَكُونُوا عِبَادَ اللّٰهِ إِخْوَانًا “Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize sırtınızı dönmeyin. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!”[5] O halde birbirimizin hak ve hukukuna saygı gösterelim. Farklılıklarımızı en büyük zenginliğimiz bilelim. Ülfet ve muhabbet bağıyla birbirimize bağlanalım. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ “Müminler ancak kardeştirler. [01.09.2023 19:12] Annem: Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde, Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler. Hakk’ın bu velî kulları taş türbeye girmez; Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler. Hilvan, 27 Kânûnievvel 1340 (27 Aralık 1924) [01.09.2023 19:12] Annem: 94 RAMAZAN GÜNLÜKLERİ-I radı. Sa’d, bu esnada abdest alıyordu. Resûlullah (onun suyu aşırı kullandığını görünce), “Bu israf nedir?” diye sordu. Sa’d de, “abdestte de israf olur mu ya Rasûlellah?” dediğinde Hz. Peygamber, “Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile” diye cevap verdi.93 Bu yazımızı israf konusunu sadece Türkiye’deki ekmek is- rafı örneğinden hareketle tamamlamaya çalışacağız. Nitekim toplumumuzun kutsal değerlerinden birisi, sofralarımızın baş tacı olan ekmeğin “nimet” olarak adlandırılması ve onun aynı zamanda alın terini, paylaşmayı ve bereketi ifade etmesidir. Ekmeğe atfedilen bütün kutsal değerlere rağmen, gerek dün- yada gerekse ülkemizde en fazla israf edilen gıda ürünlerinden birinin de ekmek olduğu bir gerçektir. Tarih boyunca insanoğlunun en çok ürettiği ve tükettiği gıda ürünü olan ekmek, temel besin kaynaklarından biridir. Doyurucu ve ekonomik olması nedeniyle vücudumuzun ih- tiyaç duyduğu günlük besin değerlerinin birçoğu ekmekten karşılanmaktadır. Örneğin, günlük enerjimizin ortalama % 44’ü sadece ekmekten, % 58’i ise ekmek ve diğer tahıl ürünle- rinden sağlanmaktadır. Yetişkin kadın ve erkeğin günlük ortalama ihtiyaçları dü- şünüldüğünde, 300 gr ekmek günlük alınması gereken enerji- nin % 30-36’sını, demirin % 12-48’ini, proteinin % 39-42’sini, kalsiyumun % 9-57’sini, B1 vitamininin % 27-63’ünü, B2 vi- tamininin % 12-30’unu karşılamaktadır. Üretilen ekmeğin önemli bir kısmı ne yazık ki gıda olarak tü- ketilmeyerek çöpe atılmakta ya da hayvan yemi olarak kullanıl- maktadır. Yüz milyonlarca insanın aç uyuduğu ve açlık nedeniyle hayatını kaybettiği bir dünyada, ekmeğin israf edilmesi yürek ya- ralayan bir olgudur. 93 Ebu Davud, Cihad, 21, c.III, s.27 RAMAZAN GUNLÜKLER - I.indd 94 27.04.2019 00:11:12 [01.09.2023 19:14] Annem: ALLAH'A İMAN ∙∙∙ 7 4 ∙∙∙ c) İlâhlardan birinin dilediği olacak, diğerininki olmaya- caktır. Bu durumda aczı ortaya çıkan ilâh ulûhiyyet rütbesinden düşer. Peygamberlerin elinde düzenli biçimde mûcizelerin mey- dana gelmesi de Allah’ın birliğine dair bir delil oluşturur. Şöyle ki: Bütün peygamberler insanları Allah’ın varlığı ve birliği gerçeğini benimsemeye davet eder. Nübüvvetleri- nin doğruluğu için de mûcizeler gösterirler. Mûcizeler bir yandan nübüvvet iddiasının doğruluğunu gösterir- ken, diğer taraftan nebînin söylediği şeyleri ve bu arada “Allah’ın bir olduğu” hususunu da kanıtlamış olur. Zira Allah’tan başka ilâhlar bulunsaydı mûcizenin meyda- na gelmesine engel olurlardı. Çünkü mûcize, Allah’tan başka ilâhlar bulunduğu düşüncesinin yanlış olduğunu amaçlamaktadır. Bütün peygamberlerde mûcize görül- düğüne göre hiçbir varlık bu tür olayların meydana gel- mesine engel olamıyor demektir. Bu da Allah’tan başka bir ilâhın var olmadığını gösterir.24 Tevhit ilkesinin kişinin dinî davranışlarıyla da ilişkisi bu- lunmaktadır. Şöyle ki: İnsanın, Allah’ın zatı, sıfatları ve fiillerinde bir ve tek oluşunu kabul etmesinin ötesinde, kalbiyle Allah’ı sevmesi ve bunu davranışlarıyla ispatla- ması yani ibadet etmesi, kulluğun ifadesi olan her türlü davranışında sadece Allah’a yönelmesi gerekir.25 İşte tev- hidin hem zihnî ve imanî hem de amelî boyutunun bulu- nuşunu dikkate alan İslâm âlimleri onu iki başlık altında incelemişlerdir. Bunların birincisi rubûbiyyet, ikincisi de ulûhiyyet tevhididir. 24 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 32. 25 Topaloğlu, Allah İnancı, s. 56. ALLAHA İMAN.indd 74 12.03.2015 09:08:59 [01.09.2023 19:18] Annem: Ravi: el-Bera (ra) Mü'zminlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz (Nisa, 95) ayeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (sav) Zeyd (ra)'i çağırdı. Zeyd bir kürek kemiği ile, ayeti yazmaya geldi. Bu sırada İbnu Mektum gözlerinin ama oluşundan yakınıyordu. Bunun üzerine ayetin devamında özür sahipleri istisna edildi: "Mü'minlerden, özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz." Bu hadisin yer aldığı kitaplar: Buhari, Cihad 31, Tefsir, Nisa 18, Fezailu'l-Kur'an 4, Tirmizi, Cihad 1, (1670), Tefsir, Nisa (3034), Nesai, Cihad 4, (6, 10) Hadisin Açıklaması: Hadis, cihada can u gönülden katılan mü'minlerle, cihada katılmayıp evde kalan mü'minlerin arasındaki farkı belirterek cihada katılmaya teşvik maksadıyla nâzil olan âyete "özürsüz olarak" kaydının nasıl konduğunu belirtmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in mümtaz yönlerinden biri fiilî hadiselere muvafık olarak yirmi üç yılda nâzil olmasıdır. Pekçok ayet bir soru, bir itiraz, bir vak'a ile alakalı olarak nazil olmuştur. Buna kısaca esbâb-ı nüzûl (ayetlerin iniş sebepleri) denir. Sadedinde olduğumuz rivayette buna güzel bir örnek vardır. Rivayet ayet-i kerimenin ilk defa: "Mü'minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz" şeklinde nazil olduğu halde, vahyin yazılması sırasında orada hazır bulunan gözleri âmâ İbnu Ümmi Mektum'un durumundan yakınması üzerine, âyete gelen ilâve bir vahiy, özür sahiplerini istisna ediyor. Böylece ayet, vahiy sırasında şöyle oluyor: "Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz.."[ [01.09.2023 19:20] Annem: Anlattığına göre ravinin babası, Süreyya yıldızı doğmadıkça meyve satmazdı. Kaynak: Muvatta, Büyu 13, (2,619) Rivayet: Harice İbnu Zeyd [01.09.2023 19:21] Annem: 2- Ezanın Çift, İkametin Tek Lafızlarla Okunmasının Emredilmesi Bâbı 864- Bize Halef b. Hişâm rivâyet etti (Dedi ki): Bize Hammâd b. Zeyd rivâyet etti. H. Bize Yahya b. Yahya rivâyet etti (Dedi ki): Bize İsmail b. Uleyye haber verdi. Bunların ikisi birden Hâlid El-Hâzzâ'dan, o da Ebû Kılâbe'den, o da Enes'den naklen rivâyet etmişler. Enes şöyle dedi: «Bilâl'e ezanı çift, ikâmeti tek okuması emrolundu.. Yahya, İbn Uleyye'den rivâyet ettiği hadîsinde: -Ben bu hadîsi Eyyûb'a rivâyet ettim. Eyyûb; yalnız ikâmet lâfzı müstesna, dedi.» cümlesini ziyade etti. 865- Bize İshak b. İbrahim el-Hanzali de rivâyet etti (Dedi ki): Bize Abdülvehhab es-Sakafî haber verdi, dedi ki; Bize Hâlid el-Hazzâ, Ebû Kılâbe'den, o da Enes b. Mâlik'den naklen rivâyet etti. Enes şöyle dedi: — Ashab tanıyacakları bir şeyle halka namaz vaktini bildirmeyi konuştular da kimi ateş yakmayı kimi de çan çalmayı teklif ettiler. Bunun üzerine; Bilâl'e ezanı çift, ikâmeti de tek kelimelerle okuması emrolundu. 866- Bana Muhammed b. Hatim de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Behz rivâyet etti (Dedi ki): Bize Vüheyb rivâyet etti (Dedi ki): Bize Hâlid el-Hazzâ bu isnadla rivâyet etti. Hâlid; Müslümanlar çoğalınca namaz vaktini bildirmeyi konuştular...» diyerek Sekafi hadîsi gibi rivâyet etmiş; yalnız burada; «Ateş yakmayı» tabirini kullanmış. 867- Bana Ubeydullah b. Ömer el-Kavârîrî dahi rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Abdülvâris b. Saîd ile Abdülvehhâb b. Abdilmecîd rivâyet ettiler. Dediler ki: Bize Eyyûb, Ebû Kılâbe'den, o da Enes'den naklen rivâyet etti. Enes; «Bilâl'e ezanı çift, ikâmeti tek (Lâfızlarla) okuması emrolundu» demiş. Bu hadisi bütün Kütüb-ü Sitte sahihleri az lâfız değişikliği ile tahrîc etmişlerdir. Nâkûs: İbadet zamanlarında hıristiyanlann çaldığı çandır. Yahûdiler bu iş için borazan mânâsına gelen bûk veya şebûr çalar, mecûsiler de ateş yakarlarmış. Ashâb-ı Kirâm'ın halkın tanıdıkları birşeyle namaz vaktini bildirmekden muradları, Namaz vaktini bildiren bir alâmet tayin et-mekdir. Bazıları bu alâmetin namaz vakti geldiğinde ateş yakmak, diğerleri de çan çalmak ve boru üfürmek gibi şeyler olmasını teklîf etmişlerdir. «Bilâle emrolundu» cümlesinde, emrolundu fiili meçhul sîgası ile vârid olmuştur. Emredenin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yahut başka biri olması ihtimal dahilindedir. Sahâbînin «Emrolundu» demesi Usûl-ü Fıkh ulemâsı arasında ihtilaflıdır. Bazıları bu sîga ile rivâyet edilen hadîsin merfu', bazıları da mevkuf olduğunu söylemişlerdir. Kirmanı ekseri ulemânın mezkûr sîga ile rivâyet edilen hadisi merfu' saydıklarını, doğrusunun da bu olduğunu söylemişse de, Aynî bu sözün kendi mezhebini takviye için söylenmiş bir söz olduğunu beyan etmiştir. Nevevî dahi Kirmânî'nin yolundan giderek böyle hadîslere mevkuf diyenleri hatâya nisbet etmiş, doğrusu böyle hadisler merfu'dur. Çünkü emrolundu fiilinin faili emir ve nehiy sahibi olan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Yine bu kabilden olmak üzere Sahâbînin «şöyle emrolunduk, şundan nehyolunduk, insanlara şu emrolundu» gibi sözleri hep merfû'dur. Sahabinin bu sözleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında söylemesi ile onun vefatından sonra söylemesi arasında fark yoktur» demiştir.     [01.09.2023 19:21] Annem: Ebû Hureyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Allah'ın, cehennemden en çok kul âzat ettiği gün, arefe günüdür." Müslim, Hac 436. Ayrıca bk. Nesâî, Menâsik 194; İbni Mâce, Menâsik 56 [01.09.2023 19:21] Annem: "Allah’ım! Biz Peygamberin Muhammed (s.a.s.)’in Senden istediği hayırlı şeyleri istiyoruz.Yine Peygamberin Muhammed (s.a.s.)’in Sana sığındığı şeylerden biz de Sana sığınıyoruz…" (Tirmizî, "De’avât", 94) Müslümanca | İslam Ansiklopedisi [01.09.2023 19:21] Annem: İFTAR ETMEKTE ACELE ETMEK 1234: Sehl ibni Sa’d (Allah Ondan razı olsun)’den bildirildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “İnsanların iftar etmekte acele etmeleri kendileri için daima hayırlıdır.” (Buhari, Savm, 45; Müslim, Sıyam, 48) 1235: Ebu Atıyye dedi ki: “Bir gün Mesruk ile birlikte Hz. Aişe’nin yanına girdik. Mesruk Hz. Aişe’ye: “Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’in ashabından iki kişi var ki hiçbir zaman hayırdan geri kalmazlar. Ancak bunlardan biri akşam namazını kılmakta ve oruç açmakta acele ediyor, diğeri ise hem akşam namazını hem de iftarı geciktiriyor” dedi. Bunun üzerine Hz. Aişe: “Akşam namazını ve iftarı yapmakta acele eden kimdir?” diye sordu. Mesruk da: “Abdullah ibni Mes’ud’dur” cevabını verdi. Bunun üzerine Aişe anamız: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) da öyle yapardı” dedi. (Müslim, Sıyam, 49) 1236: Ebu Hureyre (Allah Ondan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) dedi ki: “Allah azze ve celle şöyle buyurdu: “Kullarımın bana en sevgili olanı iftar etmekte acele edendir.” (Tirmizi, Savm, 13) 1237: Ömer ibnu’l-Hattab (Allah Ondan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Gece şu taraftan(doğudan) gelmeye başlayıp gündüz de(batıdan) kaybolup güneş kayboldu mu oruçlu orucunu açar.” (Buhari, Savm, 43; Müslim, Sıyam, 51) 1238: Ebu İbrahim Abdullah ibni Ebu Evfa (Allah Onlardan razı olsun) dedi ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ile beraber bir seferde beraber bulunduk. O oruçlu idi. Güneş batınca oradakilerden birine, “Ey Fülan! Haydi binitinden inerek kavrulmuş unu su ile karıştırarak bize yemek hazırla” buyurdular. O adam: “Ey Allah’ın Rasulü biraz daha ortalığın kararmasını bekleseniz daha iyi olmaz mı?” deyince Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem): “İn de bize yemek hazırlayıver” buyurdu. Adam yine; “Hâlâ gündüzün izleri var” dedi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz yine: “İn ve bize yemek hazırla” emrini tekrarladı. Bunun üzerine adam binitinden indi, onlar için istenilen yemeği yaptı. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) de bu hazırlanan çorbadan içtikten sonra eliyle doğu tarafına işaret ederek şöyle buyurdu: “Gecenin şu doğu tarafından gelmekte olduğunu gördüğünüz zaman oruçlunun iftar vakti gelmiş demektir.” (Buhari, Savm, 33; Müslim, Sıyam, 52) 1239: Sahabeden Selman ibni Âmir ed-Dabbî (Allah Ondan razı olsun)’den bize aktarıldığına göre Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz şöyle buyurdu: “Biriniz iftar etmek istediği zaman orucunu hurma ile açsın. Hurma bulamazsa su ile iftar etsin, zira su temizdir ve temizleyicidir.” (Ebu Davut, Savm, 21; Tirmizi, Zekat, 26) 1240: Enes (Allah Ondan razı olsun) der ki: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Akşam namazını kılmazdan evvel birkaç tane taze hurma ile iftar ederdi. Taze hurma bulamazsa birkaç kuru hurmacıkla iftar ederdi. Şayet kuru hurma da bulamazsa birkaç yudum su içiverirlerdi.” [01.09.2023 19:21] Annem: Hz. Peygamber (sav) yaş hurmayı kuru hurma ile değiştirmeyi yasakladı ve "Bu riba'dır, buna müzabene denir" buyurdu. Ancak ariyye satışını bundan istisna etti. Ariyye bahçe sahibinin ayırdığı bir veya iki hurma ağacıdır. Onların başındaki meyvenin kuruyunca ne kadar olacağını göz kararıyla tahmin eder. Bunun bedelince yaş hurma (satın alıp) yer" (Tirmizi bir başka rivayette şu ilaveyi kaydeder: "Resulullah (sav) yaş üzümü kuru üzümle her meyveyi, meyve cinsinden tahmini karşılığıyla satmayı yasakladı." Yahya İbnu Said ariyye'yi şöyle açıkladı: "Kişinin ailesine yedirmek maksadıyla birkaç hurma ağacının yaş meyvesini, - miktarını tahmin yoluyla takdir edip - kuru hurma karşılığında satın almasıdır.") Buhari, Büyu 83, Şürb 17; Müslim, Büyu 64, (1540); Ebu Davud, Büyu 20, (3363); Tirmizi, Büyu 64, (1303); Nesai, Büyu' 35, (7, 268) Müslümanca | İslam Ansiklopedisi [01.09.2023 19:21] Annem: Ümmü Haram (r.anha) 2018-05-25 Tarihinde Yayınlandı “Kıbrıs’ın manevi bekçisi” olarak bildiğimiz “Hala Sultan”ın asıl adı “Ümmü Haram”dır (r.anha). Re­sû­lul­lah’ın müjdesine mazhar olabilmek için yaşlı hâlinde Me­di­ne’den kalkıp Kıbrıs’a kadar gelen ve orada şehit olan bu büyük İslam mücahidesi, meşhur sahabi Enes bin Mâlik’in (r.a.) teyzesidir. Yine büyük sahabi Haram bin Mil­han’ın (r.a.) kız kardeşi, Peygamberimizin de teyzeleri tarafın­dan akrabası, aynı zamanda sütteyzesidir. İslam’dan önce Amr bin Kays ile ev­lenmişti. İslamiyet’in Medine’de yayıldığı ilk yıllarda Müslüman oldu. Kocasını da Müslüman olmaya davet etti. Fakat o bunu kabul etmedi. Bir müşrikle haya­tını devam ettirmek istemeyen Ümmü Haram (r.anha), kocasından ayrılmakta te­reddüt göstermedi. Bir müddet sonra da meşhur sahabi Ubâde bin Sâmit’le (r.a.) evlendi. Peygamberimiz, sütteyzesi olan bu büyük İslam kadınının evini şereflendi­rir, zaman zaman ziyaret ederek gönlünü alırdı. Bazen “öğle uykusu”nu orada uyuduğu da olurdu. Ümmü Haram da (r.anha) Re­sû­lul­lah’a ikram ve izzette kusur etmez, ona hizmet etmeyi kendisi için büyük bir şeref sayardı. Bir gün yine Peygamberimiz onu ziyaret etmiş, biraz sohbet ettikten sonra uyumuştu. Biraz sonra uyandı. Tebessüm ediyordu. Ümmü Haram (r.anha) buna bir mana veremedi. “Yâ Re­sû­lal­lah, anam babam size feda olsun! Niçin gülü­yorsunuz?” diye sordu. Peygamberimiz cevap verdi: “Ey Ümmü Haram, üm­metimden bir kısmının gemilere binip kâfirlerle savaşmaya gittiğini gör­düm.” Ümmü Haram heyecanlanmıştı. Onlardan biri olmayı arzu etti. “Yâ Re­sû­lal­lah, dua etseniz de ben de onlardan biri olsam!” diye ricada bulundu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) onu kırmadı, “Yâ Rabbi, bunu da onlardan eyle!” diye duada bulundu. Sonra yeniden uyumak üzere tekrar uzandı. Fazla bir zaman geçmemişti ki, yine tebessüm ederek uyandı. Ümmü Haram, gülmesinin sebebini sordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Bu defa da ümmetimden bir kısmının, padişahların tahtlarına kuruldukları gibi debdebeli bir hâlde gazaya gittiklerini gördüm.” Ümmü Haram, Peygamberimize tekrar dua etmesi ricasın­da bulundu. Kendisinin de onların arasında olmayı arzu ettiğini söyledi. Fakat Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bunu kabul etmedi. “Sen öncekilerdensin.” buyurdu. Aradan yıllar geçti. Peygamberimizin vefatından sonra, kocası Ubâde bin Sâmit (r.a.), Humus’ta tebliğ vazifesinde bulunmak üzere görevlendirildi. Bir­likte Humus’a gittiler. Uzun bir müddet orada İslamiyet’in neşri için gayret gös­terdiler. Hz. Osman’ın halifeliği devriydi… Hz. Ebû Bekir devrinden beri yapılan fetihlerle İslam Devleti’nin hudutları bir hayli genişlemişti. Fakat fethedilmesi gereken daha birçok yer vardı. Bunlardan biri de stratejik önemi sebebiyle Kıbrıs’tı. Şam Valisi Hz. Muâviye bu adayı fethetmeyi çok arzuluyordu. Bunun için teklifte bulunduysa da, Hz. Osman, henüz vaktinin gelmediği düşüncesiyle bu­nu kabul etmedi. Fakat Muâviye’nin ısrarı neticesinde buna izin verdi. Hz. Muâviye bu izne çok sevindi. Kısa zamanda bir donanma düzenledi. Ubâde bin Sâmit ile (r.a.) hanımı Ümmü Haram da (r.anha) bu orduya iştirak etti­ler. Hz. Ümmü Haram o sırada 86 yaşında bulunuyordu. Kıbns Seferi, Müslümanların ilk deniz seferiydi. Dolayısıyla yolculuk esna­sında birçok güçlükle karşılaşıldı. Ümmü Haram (r.anha), yaşından umulmaya­cak şekilde gayet sakindi. Yolculuğun verdiği meşakkatten dolayı şikâyette bu­lunmuyordu. Re­sû­lul­­lah’ın kendisine verdiği müjdeyi hatırlıyor, o müjdenin ta­hakkukunu arzuluyordu. Cenâb-ı Hakk’ın şehitlere ihsan edeceği ikramları dü­şünüyor, sıkıntılara aldırış etmiyordu. Bu hâli mücahitlere örnek teşkil ediyor, sabırlarını artırıyordu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra donanma K� [01.09.2023 19:22] Annem: Hadis-i Şerifte Buyuruldu ki: Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: "Melekler nurdan yaratıldılar, cinler dumanlı bir alevden yaratıldılar. Adem de size vasfı yapılandan yaratıldı." Kaynak : Müslim, Zühd 60, (2996) ( Sen de oku : bit.ly/Hadisiserif ) [01.09.2023 19:23] Annem: [Hadis No : 3615] Sefine radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ı bir sa' miktarındaki su cenâbetten yıkar, bir müdd su da abdestine yeterdi." Müslim, Hayz 52, (326); Tirmizi, Tahâret 42, (56). İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [01.09.2023 19:23] Annem: Bir Ayet İşte sizin Rabbiniz Allah. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin. O her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten)dir. (En'âm, 6/102) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [01.09.2023 19:23] Annem: “Allahım! Bütün işlerimin başı olan dinim konusunda hataya düşmekten beni koru! Yaşadığım şu dünyadaki işlerimin yolunda gitmesini sağla! Dönüp varacağım âhiretimi kazanmama yardım et! Hayatım boyunca daha çok hayır yapmama imkân ver! Her türlü kötülükten kurtulmamı sağlayacak bir ölüm nasip et!” (Müslim, Zikir 71) [01.09.2023 19:23] Annem: Bir Hadis Cennete, kalpleri kuş kalbi gibi (saf ve temiz) olan insanlar girecektir. (Müslim, Cennet,27) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [01.09.2023 19:24] Annem: Enes b. Mâlik’in naklettiğine göre, Resûlullah (sav), “Bu gece bir oğlum oldu. Ona atam İbrâhim’in ismini verdim.” buyurdu... Sonra Enes şunları anlattı: ‘O çocuğu Resûlullah’ın (sav) gözleri önünde can verirken gördüm. Resûlullah’ın (sav) gözleri yaşardı ve şöyle buyurdu: “Göz yaşarır, kalp üzülür fakat biz Rabbimizin razı olacağı sözlerden başkasını söylemeyiz. Ey İbrâhim, biz senin ölümünden dolayı gerçekten üzgünüz.” (D3126 Ebû Dâvûd, Cenâiz, 23, 24) [01.09.2023 19:24] Annem: Bir Dua Allah’ım! Helâl olan nimetlerinle yetinmemi,haramlardan müstağni olmamı ihsan eyle, fazlı kereminle beni Senden başkasına muhtaç eyleme. (Hakim, Deavat, No: 1973) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [01.09.2023 19:24] Annem: 66- KİTÂBU FADÂİLİ'L-KUR'ÂN 1- Bâb: Vahyin Nüzulü Nasıldır Ve İlk Nazil Olan? 2- Bâb: Kur'ân, Kureyş Lisânı İle Ve Arab Lisânı İle Nazil Oldu 3- Kur'ân'ın Sahîfeler İçinde Toplanması Babı 4- Peygamberin Kâtibi Babı 5- Bâb: 6- Kur'ân'ın Te'lîfi Babı 7- Bâb: Cibril Kur'ân'ı Peygamberce Arzeder İdi 8- Peygamberin Sahâbîlerinden Meşhur Olan Kur'ân Üstâdları Babı 9- Fâtihatu'l-Kîtâb'ın Fazîleti Babı 10- El-Bakara Sûresi'nin Fazîleti Babı 11- El-Kehf Sûresi'nin Fazîleti Babı 12- El-Feth Sûresi'nin Fazîleti Babı 13- "Kul Huve'llâhu Ahad" Sûresi'nin Fazileti Babı 14- El-Muavvizât Sûrelerinin Fazileti Babı 15- Kur'ân'ın Okunması Sırasında Es-Sekîne'nin Ve Meleklerin İnmesi Babı 16- Peygamber (S), Mushaf'ın İki Deffesî (Yânî Mushaf'ı İki Yanından İhata Eden Cildleri) Arasında Bulunandan Başka Birşey Bırakmadı Diyen Kimse Babı 17- Kur'ân'ın Diğer Sözlere Üstünlüğü Babı 18- Azîz Ve Celîl Olan Allah'ın Kitabiyle Vasiyyet Babı 19- Bâb: Kuıtân'la Yetinmeyen Kimse Ve Yüce Allah'ın Şu Kavli: 20- Kişinin Kur'ân Sahibine Gıbta Etmesi Babı 21- Bâb: 22- Mushaf'a Bakmaksızın Ezberden Kur'ân Okumak Babı 23- Kur'ân'ın Ezber Edilip Ezberden Okunması Ve Ezberde Tutma Ahdinin Dâima Yenilenerek Te'kîd Edilip Durması Babı 24- Binek Üzerinde Kur'ân Okumak Babı 25- Kur'ân'ı Çocuklara Öğretmek Babı 26- Kur'ân'ı Unutmak; Bir Kimse "Ben Şu Âyetleri Unuttum" Der Mi? Ve Yüce Allah'ın'. 27- "El-Bakara Sûresi", "Şunun Sûresi" Ve "Şunun Sûresi" Demekte Bir Zarar Görmeyen Kimse Babı 28- Kıraatte Tertîl Ve Yüce Allah'ın: "Kur'ân'ı Tertîl İle (Yânı Açık Açık, Tane Tane) Oku" (Ei- Muzzemmil: 4) Kavli  Babı 30- Kıraatte Tercî' Babı 31- Kur'ân Okumakta Ses Güzelliği Babı Dâvûd Peygamberin Ses Güzelliği İle "Tercî"1 Ve "Evvâb" Ta'bîrlerine Âid Tefsir Özeti: 32- Başkasından Kur'ân Dinlemeyi Seven Kimse Bâbî 33- Okutucu Olan Kimsenin Okuyucuya "Hasbuke(=Sana Yeter)1' Sözü Babı 34- Bâb: Kur'ân Ne Kadar Müddette Okunup Hatmedilir? 35- Kur'ân Okuma Esnasında Ağlamak Babı 36- Kur'ân Okuması İle Gösteriş Yapan Yâhud Kur'ân'la Yiyicilik Etmek İsteyen Yâhud Da Kur'ân'ı Âlet Ederek Yalan Ve Fâcirlikle Haksızlık Yapan Kimseler(İn Günâhı) Babı 37- Bâb: Kur'ân Üzerinde Kalbleriniz Birleştikçe Kur'ân Okuyunuz Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle 66- KİTÂBU FADÂİLİ'L-KUR'ÂN (Kur'ânhn Faziletleri Kitabı) [1] 1- Bâb: Vahyin Nüzulü Nasıldır Ve İlk Nazil Olan? İbn Abbâs: "el-Muheymin" (ei-Mâide: si), "el-Emîn" demektir; Kur'ân, kendinden önceki herbir kitâb üzerine emindir, demiştir [2]. 1-.......Efaû Seleme şöyle dedi: Bana Âişe ile İbn Abbâs haber verip şöyle dediler: Peygamber (S), kendisine Kur'ân indirilir olduğu hâlde on sene Mekke'de, on sene de Medine'de ikaamet etti [3]. 2-.......Mu'temir bize tahdîs edip şöyle dedi: Ben babamdan işit­tim Ebû Usmân şöyle demiştir: Bana haber verildi ki, Cibrîl aleyhi's-selâm Peygamber'e gelmişti. Bu sırada Peygamber'in yanında (ka­dınlarından) Ümmü Seleme bulunuyordu. Cibrîl, Peygamber'le ko­nuşmaya başladı. (Sonra kalkıp gitti.) Peygamber (S) Ümmü Seleme'- ye: —  "Bu kimdir?" diye sordu, yâhud kendi dediği gibi bir sual sordu. Ümmü Seleme: —  Bu Dıhye'dir, dedi. Ümmü Seleme yine şöyle dedi: — Allah'a yemîn ederim ki, Peygamber'in Cibrîl haberini sahâ-bîlerine haber vermek üzere îrâd ettiği hutbesini işitinceye kadar ben Cibril'i, başka değil, muhakkak Dıhye sandım. (Râvî:) Ümmü Seleme ya böyle yâhud kendi dediği gibi bir söz söyledi, dedi. Babam şöyle dedi: Ben Ebû Usmân'a: —  Sen bu hadîsi kimden işittin? diye sordum. O: —  Usâmetu'bnu Zeyd'den, dedi [4] 3-.......Ebû Hureyre (R) şöyle dedi: Peygamber (S) şöyle bu­yurdu: "Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona mucize­lerden (kendi zamanlarındaki) insanların inandıkları kadar verilmi� [01.09.2023 19:25] Annem: 15- Îmân Ehlinin Ameller Sebebiyle Birbirlerinden(Faziletçe) Üstün Oluşları 22-......Bana Mâlik, Amr ibn Yahya el-Mâzinnî'den, o da babasından, o da Ebû Saîd Hudrî (radıyallahü anh)'den tahdîs etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cennet ahâlîsi cennete, ateş ahâlîsi de ateşe girdikten sonra Yüce Allah: Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca îmân varsa ateşten çıkarınız, diye emreder. Bunun üzerine bu kimseler simsiyah kesilmiş oldukları hâlde çıkarılıp Hayât (yahut Haya) nehri içine atılırlar ve orada sel uğrağında kalan yabanî reyhan tohumları nasıl sür'atle yetişirse öylece yetişirler. Görmez misin, bunlar sapsarı olarak ve iki tarafa salınarak (ne güzel) sürerler". Ve keza Vuheyb ibn Aclânî (105) dedi ki: Bize Amr ibn Yahya babasından, o da Ebû Saîd'den bu hadîsi tahdîs etti ve bu rivayetinde "Hayât Nehri" ve "Hayırdan bir hardal tanesi" ta'bîrlerini söyledi. 23 Bize İbrâhîm ibn Sa'd (l 10-183), Salih ibn Keysân'dan; o da İbn Şihâb'dan, o da Ebû Umâme ibn Sehl'den tahdîs etti ki, o da Ebû Saîd Hudrî (radıyallahü anh)'den şöyle derken işitmiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: - "Uyuduğum esnada gördüm ki insanlar bana arz olunuyorlardı. Üstlerinde gömlekler vardı, bu gömleklerin bâzısı memelere ulaşıyor, bâzısı daha kısa idi. Omer ibn Hattâb da bana arz olundu. Üstünde (eteklerini yerde) sürüdüğü bir gömlek vardı." - Yâ Rasûlallah! Bunu ne ile te'vîl (yani ta'Bir) ettin? diye sordular. - "Dîn ile" dedi.     [01.09.2023 19:26] Annem: - عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ - إِذَا مَرَرْتُمْ بِرِياَضِ الْجَنَّةِ فَارْتَعُوا، قِيلَ: وَمَا رِيَاضُ الْجَنَّةِ؟ قَالَ: مَجَالِسُ الْعِلْمِ - ابن عباس رضى الله عنه دن روايت اولوندى كه، رسول الله صلى الله عليه و سلم افنديمز شويله بويورمشلردر - جنت باغجه سينه اوغراديغيكز زمان استفاده آلين. جنت باغجه سى نره سيدر ديه سؤال اولندي. بيغمبر افنديمز ده علم مجلسلريدر بويورديلر - İbn-i Abbas (r.a.)’den rivayet olundu ki, Rasülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır - Cennet bahçesine uğradığınız zaman istifade edin. Cennet bahçesi neresidir diye sual olundu. Peygamber Efendimiz de ilim meclisleridir buyurdular. - Kenzü’l-Ummal, Kitabü’l-İlim, h. 28695 [01.09.2023 19:27] Annem: Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.(Ahkâf, 46/13-14) [01.09.2023 19:28] Annem: 3/Âl-i İmrân 159 - Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. [01.09.2023 19:28] Annem: İbn Ömer şunu rivayet etmiştir: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: Ağaçlardan bir ağaç vardır ki yaprağı dökülmez. Bu ağaç Müslümana benzer. Bana onun ne olduğunu söyleyiniz" Bunun üzerine insanlar çöllerdeki ağaçları saymaya başladılar. (Abdullah diyor ki) "Benim aklıma hurma ağacı geldi." Daha sonra oradaki ashab: "Ey Allah'ın Resulü bize o ağaç hangi ağaçtır, anlatır mısın?" dediler. Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de: "O, hurma ağacıdır" buyurdu Grades: Reference: Sahih Buhari 62 In-book reference: Kitap 3, Hadis 4 https://play.google.com/store/apps/details?id=com.islamicproapps.hadithpro [01.09.2023 19:28] Annem: GASB BÖLÜMÜ.. 2 GASB.. 2 GASB BÖLÜMÜ GASB ـ4319 ـ1ـ عَنْ أبِي سَلَمَةَ بْنِ عَبْدِ الرَّحْمنِ عَنْ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها قَالَتْ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ ظَلَمَ قِيدَ شِبْرٍ مِنَ ا‘رْضِ طُوِّقَهُ مِنْ سَبْعِ أرْضِينَ[. أخرجه الشيخان . 1. (4319)- Ebû Seleme İbnu Abdirrahmân Hz.Âişe (radıyallahu anhâ)' dan anlattığına göre Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Kim (gasben başkasının) arazisine bir  karış haksız tecavüz ederse yedi kat yerin dibine kadar boynuna dolandırılarak cezalandırılır)." [Buhârî Bed'ül-Halk 2, Mezâlim 13; Müslim, Müsâkat 142, (1612).][1] ـ4320 ـ2ـ وفي أخرى لِلْبُخَارِىّ عَنِ ابْنِ عُمَرَ: ]مَنْ أخَذَ شِبْراً مِنَ ا‘رْضِ بِغَيْرِ حَقٍّ خُسِفَ بِهِ يَوْمَ الْقيَامَةِ إلى سَبْعِ أرْضِينَ[. »الْقِيدُ« بِكَسْرِ الْقَافِ: الْقِدْرُ . 2. (4320)- Buhârî'nin İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'dan kaydettiği diğer bir rivayette şöyle buyrulmuştur: "Kim, araziden haksız olarak bir karışlık yer alırsa, Kıyamet günü, onunla yedi kat yere batırılır." [Buhârî, Mezâlim 13, Bed'ü'l-Halk 2.][2] AÇIKLAMA: 1- Gasb, başkasının malını zulmen ve tecâvüzen almaktır. Kitabımız, gasbla ilgili olarak iki hadis kaydetmiştir. Her ikisi de arazi gasbıyla ilgilidir. Şunu bilelim ki, gasb kelimesi sadece arazi ile ilgili olarak kullanılmaz, her çeşit malın zulmen alınması gasb'tır. 2- Hadiste karış (şibr) kelimesi kullanılarak zulmen alınan şeye terettüp edecek vaîde maruz kalmada alınan şeyin az veya çok olmasının farketmediğine işaret edilmiştir. Bir kimse haksızlıkla bir başkasının malını bile bile aldı mı, aldığı şey ne kadar az da olsa ciddi bir tehdide maruzdur, büyük bir cezaya müstehak olmuştur. Bazı hadislerde "Gasbettiği şeyi boynuna takmış olarak gelir" buyrulmuştur. Bu, kıyamet gününde kişinin gâsıb oluşunun Mahşer  halkı önünde teşhiri demektir, rezil rüzvay kılınması demektir. Müslim'in bir rivayetinde geldiğine göre Ervâ Bintu Üveys adında bir kadın, Emeviler devrinde Saîd İbnu Zeyd'i, Mervân'a şikayet ederek, Said'in evinden bir kısmın kendine ait olduğunu söylemiştir. Saîd Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Kim başkasının arazisinden haksız olarak bir karış alacak olsa kıyamet günü, yedi kat yerin dibine kadar boynuna dolanacak" dediğini işittim" diyerek evi kadına bırakır, ancak şöyle bir  bedduada bulunur: "Allahım eğer bu kadın yalancı ise gözünü  kör et, kabrini de evinde yap!"  Hadisi rivayet eden ravi der ki: "Sonra ben bu kadını kör olmuş, eller ile duvarı yoklarken gördüm." Ben Said İbnu Zeyd'in bedduasına uğradım" diyordu. O bu şekilde el yordamıyla yürürken, önüne çıkan bir kuyuya düşüp ölmüş ve kuyu ona  kabir olmuş." 3- Birinci hadiste geçen   طَوِّقَه kelimesi farklı manalarda açıklanmıştır. Hattabi iki manayı nazara verir: 1) Kıyamet günü, zulmen gasbettiği şeyi Mahşer  yerine kadar taşımaya mecbur edilir. Böylece, o haram mal, boynunda bir halka gibi olur. 2) Yedi kat yerin altına batırılır böylece her bir arz tabakası, bu halde boynunda ayrı bir halka teşkil eder. Bu manayı ikinci hadis te'yid eder. Zira bu hadisin metni gasıbın yedi kat yerin  altına batırılacağını zikretmektedir. Hadisin tevilinde başka manalar üzerinde de durulmuştur: Bazıları, birinci manayı benimsemekle beraber ilave ederler: Hepsini taşıdıktan sonra, tamamı boynuna bir halka  halinde konulur. Boynu, bu malın tamamını istiab edecek şekilde büyütülür. Taberî ve İbnu Hibbân'ın bir rivayetinde şöyle buyrumuştur: Ya'la İbnu Mürre Resulullah'tan naklediyor: "Kim araziden bir ka [01.09.2023 19:28] Annem: عَنِ الأغر بْنِ يَساَرٍ الْمُزَنِيِّ  قال : قال رَسُولُ اللَّهِ قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: يَا أيها النَّاسُ تُوبُوا إِلَى اللَّهِ وَاسْتَغْفِروُهُ فَإني أَتُوبُ فِي الْيَوْمِ مِائَةَ مَرَّةٍ . Eğâr ibn Yesâr el Müzenî (Allah Ondan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuşlardır: “Ey insanlar Allah’a tevbe edin O’ndan affedilmenizi isteyiniz, çünkü ben Ona günde yüz defa tevbe ederim. (Müslim, Zikir 42) [01.09.2023 19:28] Annem: İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16. [01.09.2023 19:29] Annem: Allahım! Bana kendi sevgini ve Senin yanında sevgisi bana fayda verecek kimsenin sevgisini ver. (Tirmizî, "De’avât",73) [01.09.2023 19:29] Annem: Tarihte Bugün •  Galatasaray Lisesi Açıldı 1868 •  Almanya’nın Polonya’ya saldırması üzerine II. Dünya Savaşı başladı 1939 Kuveyt Türk Dijital Takvim https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim [01.09.2023 19:29] Annem: Günün Hadisi “En faziletli günlerinizden biri Cuma günüdür. O gün bana çokça salât ü selâm getiriniz.  Zira sizin salâtınız bana arz olunur.” Ebû Dâvûd, Salât, 201/1047 [01.09.2023 19:29] Annem: Günün Ayeti “Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” İsra 7 [01.09.2023 19:30] Annem: ALLAH İLİM YOLCUSUNA CENNETİ KOLAYLAŞTIRIR Peygamber Efendimiz (s.a.s), bir defasında ilmin kıymetini ashabına şöyle anlatmıştır: “Kim ilim için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoşnutluklarından dolayı ilim talebesine kanatlarını serer. Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır. Âlimin, âbide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.” Tirmizî, İlim, 19. İslam’ın gönderiliş hikmetlerinden biri de insana hak ve hakikate götüren yolları öğretmek, cehaleti ortadan kaldırmaktır. İnsan, hangi yaşta ve hangi konumda olursa olsun eğitim ve öğretime, edep ve terbiyeye muhtaçtır. Zira insan, vahyi ilimle ve eğitimle doğru anlar. Dünyasını ilimle ve eğitimle imar eder. Kalbini, ruhunu ve vicdanını ilimle aydınlatır. Yaratılış gayesine ilimle ulaşır. Ahlak ve adabı ilimle kuşanır.  DİB, Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü                 Kuveyt Türk Dijital Takvim https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim

AB'den ihracatçılara yeşil ekonomiye geçiş için 7 milyon avro destek

Otomotiv endüstrisi kasımda yaklaşık 3,8 milyar dolarlık ihracat yaptı

Niğde'de ilk fazı tamamlanan tesiste yıllık 7 bin ton likra üretiliyor

İnşaat sektöründe çalışan sayısı üç aydır rekor kırıyor

Ekonomiye ilişkin olumlu beklentiler güven endekslerinde kendini gösterdi

Türkiye'de gayrimenkul değerlendirmesinde yapay zeka dönemi hız kazanıyor

Ekonomiye ilişkin olumlu beklentiler güven endekslerinde kendini gösterdi

Ekonomiye ilişkin olumlu beklentiler güven endekslerinde kendini gösterdi

Emtia piyasaları Fed'in faiz kararına odaklandı

TPAO'nun Kırklareli ve Diyarbakır'daki sahaları için kamulaştırma kararı alındı

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.GALATASARAY A.Ş. 15 11 1 3 21 36
2.FENERBAHÇE A.Ş. 15 9 0 6 18 33
3.TRABZONSPOR A.Ş. 14 9 1 4 13 31
4.GÖZTEPE A.Ş. 14 7 2 5 10 26
5.SAMSUNSPOR A.Ş. 15 6 2 7 6 25
6.BEŞİKTAŞ A.Ş. 14 7 4 3 7 24
7.GAZİANTEP FUTBOL KULÜBÜ A.Ş. 14 6 4 4 -1 22
8.KOCAELİSPOR 14 5 6 3 -3 18
9.RAMS BAŞAKŞEHİR FUTBOL KULÜBÜ 15 4 6 5 3 17
10.CORENDON ALANYASPOR 14 3 4 7 -1 16
11.TÜMOSAN KONYASPOR 15 4 7 4 -4 16
12.ÇAYKUR RİZESPOR A.Ş. 15 3 6 6 -6 15
13.HESAP.COM ANTALYASPOR 14 4 8 2 -11 14
14.KASIMPAŞA A.Ş. 14 3 7 4 -7 13
15.İKAS EYÜPSPOR 15 3 8 4 -8 13
16.ZECORNER KAYSERİSPOR 15 2 6 7 -17 13
17.GENÇLERBİRLİĞİ 14 3 9 2 -7 11
18.MISIRLI.COM.TR FATİH KARAGÜMRÜK 14 2 10 2 -13 8

YAZARLAR