[03.09.2023 18:57] Annem: Bir Ayet:
Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara bir rehber ve rahmet gelmiştir.
(Yûnus, 10/57)
Bir Hadis:
İnsanların çoğu, şu iki nimetin kıymetini bilmez ve onları kullanırken ellerinde oluşuna aldanır: Sağlık ve boş vakit.
(Buhârî, "Rikâk", 1; Tirmizî, "Zühd", 1)
Bir Dua:
Onları kötü sonuçlardan koru. O gün Sen kimi kötü sonuçlardan korumuşsan onu rahmetine mazhar kılmışsın demektir. İşte en büyük kurtuluş da budur.
(Mümin, 40/9)
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[03.09.2023 18:57] Annem: Diyanet Takvimi Ön Yüz:
İmam Birgivî’nin Vefatı. (1573)
Enes b. Mâlik: “Resûlullah’a on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir kez olsun ‘Öf!’ bile demedi. Herhangi bir şeyden dolayı ‘Niçin böyle yaptın?’demediği gibi ‘Şöyle yapsaydın ya!’ da demedi.” (Buhârî, Edeb, 39)
Diyanet Takvimi Arka Yüz:
DÜĞÜNLERİMİZDE ÖLÇÜLÜ OLALIM
Maalesef günümüzde, evlenmek isteyen birçok gencimiz, düğün masraflarının makul ölçüleri aşması sebebiyle zorlanmakta, hatta evlilikten uzak durmaktadır. Gereğinden fazla yapılan düğün harcamaları ile aileler, düğünden sonra uzun süre borç ödemektedir. Bu durum genç çiftlerin, evliliklerinin ilk yıllarını maddi sıkıntı ve huzursuzlukla geçirmesine neden olmaktadır. Hâlbuki nebevi ölçü açıktır: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” Her işimizde olduğu gibi düğünlerimizde de Allah’ın rızasına, Resûlü’nün sünnetine uygun davranalım. Evliliklerimizi kolaylaştıralım. Düğünlerimizi israfa ve gösterişe dönüştürmeden yapmaya gayret edelim. Eğlenirken İslam’ın çizdiği meşruiyet dairesinde hareket edelim; ölçülü ve dengeli olalım, helale ve harama riayet edelim. Düğünlerimizi, Kur’an’da “Kendileriyle huzur bulmamız için bizlere eşler yarattığını, aramızda sevgi ve rahmet bağları var ettiğini” (Rûm, 30/21) buyuran Rabbimize şükretmek için birer vesile kılalım.
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[03.09.2023 18:58] Annem: De ki: "Şüphesiz öncekiler ve sonrakiler, mutlaka belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklardır." (49-50) - Vâkıa - 49. Ayet
[03.09.2023 18:58] Annem: İslâm beş (temel) üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.s)'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak. - Buharî, İman, 2, Müslim,İman, 21
[03.09.2023 18:59] Annem: “Allah yükünüzü hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” - Nisâ, 4/28
[03.09.2023 18:59] Annem: Peygamber Efendimiz uyumadan önce ve uyanınca bazı özel dualar etmiş, bu duaları bizim de okumamızı istemiştir. Söz gelimi yatmadan önce Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak avucuna üflemesi ve ardından elleriyle bütün vücudunu sıvazlaması (Buhârî, Deavât, 12), uyandıktan sonra ise Âl-i İmrân sûresinin son on ayetini okuması (Buhârî, Tefsîr, 20) onun uykuya dair özel uygulamalarına örnektir. Dolayısıyla dua vasıtasıyla başta şeytan olmak üzere her türlü zarar ve kötülükten korunma çabası uykuda geçen zamanlar için de geçerlidir.##Peygamberimizin uykuya dalmadan önce okunmasını tavsiye ettiği dualardan birisi şöyledir: “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana havale ettim. Sırtımı sana dayadım, sana karşı ümit ve korku besleyerek… Senden sığınacak yer yine sensin, senden kurtulacak yer de yine sensin. Allah’ım! İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberine iman ettim.” Resûlullah (s.a.s.), yatacağı zaman abdest alıp sağ tarafına yatarak bu duayı okuyan kimsenin, o gece ölürse fıtrat üzere ölmüş olacağını müjdelemiştir (Buhârî, Vudû’, 75). - UYUMADAN ÖNCE DUA ETMEK
[03.09.2023 18:59] Annem: Farz Olmasının Şartları
18- Bir kimseye haccın farz olması için sekiz şart vardır. Şöyle ki:
1) Müslüman olmalıdır. Gayri müslimler hac ile mükellef değildir. Buna göre bir gayri müslim hac yaptıktan sonra müslüman olsa, diğer şartlar bulununca yeniden hac etmesi gerekir.
Yine, bir mü'min hac ettikten sonra -Allah korusun- dinden çıkıp da sonra tevbe ederek İslâmiyete dönünce, diğer şartlar bulununca tekrar hac etmesi gerekir.
2) Buluğa ermiş olmalıdır. Bir çocuk, aklı başında ve kâr ile zararı ayıracak durumda da olsa, hac ile mükellef olmaz. Onun yapacağı hac nafile olur. Onun için buluğ çağına erer de hac şartlarını toplarsa, tekrar hac etmesi gerekir.
Velisi ile beraber hacda bulunan çocuğa, velisi hac işlerini yaptırır. Taşları attırır, tavaf yaptırır ki, büyüyünce görevini daha iyi yapabilsin. Bu taşlamayı çocuk terk etse, bundan bir şey gerekmez. Çünkü çocuğa hac vacib değildir.
3) Akıl sahibi olmalıdır. Deli olanlar hacla yükümlü değillerdir. Bunlar iyileşir de hac şartlarını elde ederlerse, o zaman hac etmeleri gerekir.
4) Hür olmalıdır. Köleler ve cariyeler hacla yükümlü değillerdir. Bunların yaptıkları haclar birer nafiledir. Bunlar azad edildikten sonra diğer şartlara sahib bulundukları takdirde hac etmeleri gerekir.
5) Haccın farz olduğunu bilmiş olmalıdır. Şöyle ki: Küfür diyarında (dâr-ı harbde) gayri müslimlere ait bir memlekette bulunup İslâmı kabul eden kimse, haccın farz olduğunu bilmedikçe,hac ile yükümlü olmaz. Fakat İslâm ülkesinde böyle bilmemezlik özür sayılmaz. Onun için İslâm yurdunda bulunan bir gayri müslim, haccın farz olduğunu bilsin veya bilmesin, ihtida eder de, hac şartlarına sahib bulunursa, hac ile mükellef olur.
6) Hac görevine güçlük olmaksızın gidip yerine getirmeye yeterli bir vakit bulunmalıdır. Bunun için bir kimse görevi için diğer şartlara tamamen sahip olduğu tarihten itibaren bu görevi yerine getirmeye elverişli bir vakit bulmadan ölürse, bu farzla mükellef tutulmaz.
7) Hicaz'a gidip gelinceye kadar kendisinin ve aile halkının âdete göre nafakaları bulunmalıdır. Temel ihtiyaçlardan sayılan malların bulunması ile hac farz olmaz. Fakat ihtiyaçtan fazla gelir getiren bir mal veya eşya bulunsa, bunları satıp hac etmek gerekir. Bir evde kira ile oturmak da, haccın farz olmasına engel değildir.
Temel ihtiyaçlar için zekât bölümüne bakılsın!..
8) Kendi durumuna uygun binek vasıta ve yolda yapacağı harcamaları karşılayacak parası bulunmalıdır. Buna Rahiliye, Zadü-t Tarika (yol azığına sahib bulunmak) denir. Şöyle ki:
Hac için yol azığına ve bilinecek vasıtaya gücü yeter olması şarttır. Bu kudretin hac aylarında veya herkesin buluduğu yerde hacıların âdet üzerine hacca gidecekleri zamanda bulunması gerekir. Bu esnada temel ihtiyaçlardan başka hacca yetecek kadar mala sahib olan kimsenin, diğer şartlara da sahib olması halinde, ona hac farz olur. Bu malı başka yere harcayamaz. Harcarsa, hac üzerinde borç kalmış olur. Fakat bu zamandan önce elde edilen mal, bundan önce istenilen yere harcanabilir. Bundan dolayı kendisine hac görevi vacib olmuş sayılmaz.
Meselâ: Muharrem ayında hacca yetecek kadar malı olan kimse, bunu bir iki ay içinde başka bir yere harcayıp da, memleketinde hacca gidilmesi âdet olan bir zamanda elinde mal kalmamış olsa, kendisine hac farz olmuş olmaz. Ödünç ve ikram suretiyle verilen azık ve binek yeterli sayılmaz. Bu ikram minnet altında bırakmayacak kimseler tarafından olsa bile hüküm aynıdır. Onun için Hac etmek üzere yapılan bir malı kabul etmek her halde gerekmez.
Bununla beraber Mekke-i Mükerreme'ye on sekiz saatten yakın bulunan yerlerdeki müslümanlar için yaya yürümeye güçleri olunca binek bulunması şart değildir.
(İmam Malik'e göre, azık ve binit için yeterince imkâna sahib olmak şart değildir. Bu konuda Mekke'ye gidip en düşük şartlarla hac işlerini yerine getirmeğe imkân
[03.09.2023 19:05] Annem: (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. " "in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir
(Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.
Özetle Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
" " Kur'ân'ın ezeli itibarını, " " görünen gerçeklerini, " " ilmî ve ahlâkî özelliğini, " " inme hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et" duasının cevabı
olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet
[03.09.2023 19:06] Annem: 3597 - Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm bana misvağını yıkamam için verirdi. (Teberrük için, yıkamazdan) önce kendim kullanırdım, sonra yıkayıp ona verirdim."
Ebu Davud, Taharet 28, (52).
ELLERİN YIKANMASI
3598 - Hz. Ebü Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Uykudan uyanınca, sizden hiç kimse, üç sefer yıkamadıkça ellerini kaba banmasın. Çünkü o, ellerinin geceyi (vücudunun neresinde geçirdiğini bilemez."
Buhari, Vudü 26; Müslim, Tahâret 87, (278); Muvatta, Tahâret 9, (1, 21); Ebu Dâvud, Thâret 49, (103, 104, 105); Tirmizi, Tahâret 19, (24); Nesâi, Tahâret 1, (1, 6, 7).
İSTİNSAR, İSTİNŞAK VE MAZMAZA
3599 - Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim abdest alırsa istinsarda bulunsun (sümkürsün), kim taşla istinca yaparsa teklesin."
Buhari, Vudü 25; Müslim, Tahâret 20, 22, (237); Muvatta, Tahâret 2, 3, (1,19); Ebu Dâvud, Tahâret 55, (140); Nesâi, Tahâret 70, 72, (1, 66, 67).
3600 - Müslim'in bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Sizden biri abdest alınca burnuna su çeksin, sonra sümkürsün."
Müslim, Tahâret 20, (237).
Bir diğer rivâyette: "...Burun deliklerine su çeksin, sonra sümkürsün'' şeklindedir.
Müslim, Tahâret 21, (237)
[03.09.2023 19:08] Annem: 31
OTUZBİRİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, şeyh Sofîye gönderilmişdir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakın olmak ve berâber olmak ne demek olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin “aleyhimüsselâm” yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir zât dedi ki, şeyh Nizâm-i Tehânîserînin talebesinden biri, sizin yanınızda, bu fakîr için vahdet-i vücûde inanmıyor demiş. Bu zât, bunu bildirdikden sonra, bu sözün doğru olup olmadığını sordu ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müslimâna karşı kötü zanda bulunmak, günâh olduğundan, talebenizi günâhdan korumak düşüncesi ile, birkaç kelime yazıp, başınızı ağrıtıyorum:
Muhterem yavrum! Bu fakîr, çocukluğumdan beri, vahdet-i vücûde inanmakdaydım. Babam “kaddesallahü teâlâ sirreh” de, buna inandığını, her zemân bildirirdi. Mubârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herşeyden uzak olan, hiçbir sûretle
[03.09.2023 19:08] Annem: Toplumsal Görev ve Sorumluluklar
Ana Sayfa
İslam Ahlakı
Toplumsal Görev ve Sorumluluklar
İlgili
İslam Ahlakı
C) Toplumsal Görev ve Sorumluluklar
İnsanın toplumsal bir varlık olduğu şeklindeki yaygın görüş müslüman bilginlerce de kabul edilmiştir. Esasen Kur’an-ı Kerim’de de bu hususun benimsendiği görülmektedir (mesela bk. el-Enfal 8/63). Ayrıca pek çok ayet ve hadiste toplumsal hayatı düzenleyen hükümlerin konulması insanın sosyal bir varlık olduğu kabulünün bir sonucudur. Hz. Peygamber’in hayatından da ilham alarak hiç tereddüt etmeden belirtebiliriz ki, İslami öğretide ideal insan, kendini toplumdan izole etmiş, dünyaya ve hayata sırtını çevirmiş münzevi insan değil, bir toplum içinde yaşayan, dünya hayatının olumlu ve olumsuz şartlarıyla yüzyüze gelen, hayatla ve dünya ile hesaplaşan; hayatı, dünyayı, toplumu ve devleti Allah’ın iradesine ve insanlığın en yüksek mutluluğuna uygun kılma çabalarına katkıda bulunan, nihayet başkaları için de yaşayabilen ve onlardan gelecek sıkıntılara katlanabilen insandır. Bu sebeple İslamiyet, yalnız bireysel hayatla ilgili değil, toplum ve devlet düzeniyle ilgili olarak da önemli ilkeler koymuş olup bunlar içinde ahlaki olanlar geniş bir yer tutar. Aşağıda başlıcalarına işaret edilecek olan bu ilkeler hakkında gerek Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, gerekse diğer İslami literatürde çok zengin bilgiler bulunmaktadır.
a) Sevgi, Kardeşlik ve Dostluk
İslam ahlak literatüründe muhabbet, meveddet gibi kelimelerle ifade edilen sevgi duygusu, insanın hemcinsleriyle arasındaki ilişki ve kaynaşmasının en önemli unsuru ve dolayısıyla toplumsal hayatın kurulması ve güçlendirilmesinin vazgeçilmez şartı olduğu için Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde müslümanların kardeş olduğu belirtilerek (mesela bk. Al-i İmran 3/103; el-Hucurat 49/10) onlar arasında güçlü bir sevgi bağı kurulması öngörülmüştür. Gerçek anlamda ilk müslüman toplumun kurulduğu Medine’de, Mekke’den göç edenlere kucak açan Medineli müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de, “Onlar, hicret edip yanlarına gelenleri severler” (el-Haşr 59/9) diye takdir edilir. Bunların muhacirlere yaptıkları yardımlar sebebiyle Kur’an-ı Kerim’de, “ensar” (yardım severler) diye anılmaları (et-Tevbe 9/100, 117) ve bütün İslam tarihi boyunca sadece bu isimle ebedileşmeleri, İslam ahlakında sevgi ve onun ürünü olan dayanışmanın önemine işaret eder.
Ünlü müslüman düşünür Farabi (ö. 339/950), Fusulü’l-medeni adlı ahlak ve siyaset kitabında bir ülkenin bireylerini ve nesillerini bir araya getirip kaynaştıran en önemli gücün sevgi olduğunu belirtir. Farabi’ye göre toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar. Sevgi ya doğal ve kendiliğinden olur (ana babanın evladını sevmesi gibi); ya da iradi olur. İradi sevgi, ancak -başta Allah’a iman olmak üzereinsanların ortak inançlarda ve (adalet, doğruluk, dürüstlük, cömertlik, edep, haya gibi) faziletlerde birleşmeleriyle mümkündür. Bu suretle birbirini seven ülke insanları, kendilerinkiyle birlikte sevdikleri diğer insanların yarar ve mutluluklarını da düşünürler. Böylece aralarındaki birlik ve kaynaşma daha da artar. Buna karşılık birbirini sevmeyen bireyler, birbirinin yararını ve mutluluğunu da istemezler.
Gazzali ise benzer açıklamalar getirerek konuyu derin bir vukufla işlediği İhya’ın ilgili bölümünde sevginin derecelerini özetle şöyle sıralar: İnsan öncelikle kendisini ve kendi varlığının devamını sağlayan şeyleri, ikinci olarak da kendisine iyilik ve ikramda bulunanları sever. Bu sebeple gerek Kur’an’da gerekse hadislerde sevginin gelişip yaygınlaşması için insanların birbirlerine iyilik ve ikramda bulunmaları emredilmiştir. Sevginin en yüksek derecesi ise, bu tür ben merkezli anlayışı aşarak başkasını, ondaki iyilik, erdem, güzellik ve yetkinlik gibi üstün nitelikler dolayısıyla sevme
[03.09.2023 19:09] Annem: Ailede Ahlaki Görevler
Ana Sayfa
İslam Ahlakı
Ailede Ahlaki Görevler
İlgili
İslam Ahlakı
B) Ailede Ahlaki Görevler
a) Ailenin Önemi
Diğer canlılardan farklı olarak insanlar tarih boyunca cinsel ihtiyaçlarını, bilinçli ve amaçlı olarak kurdukları aile düzeni ve disiplini içinde karşılayagelmişlerdir. Nisa suresinin ilk ayetinde de işaret buyurulduğu üzere bu kurumun başta gelen amacı, sağlıklı nesiller yetiştirmek suretiyle insan soyunun devamına katkıda bulunmaktır. Hz. Peygamber de bu hususa vurgu yapmıştır (İbn Mace, “Nikah”, 1).
Gerçi insanlar diğer canlılar gibi evlenmeden de çocuk sahibi olabilirler. Ancak, insan yavrusunun bedensel ve ruhsal gelişiminin, annenin tek başına üstesinden gelemeyeceği kadar uzun ve zahmetli bir bakımı gerektirmesi yanında, insanın bir kültür varlığı oluşu da aile kurumunu gerekli kılmıştır. Zira inançlar, değerler, gelenek ve göreneklerle iyi alışkanlıklar öncelikle ve en sağlıklı bir şekilde ailede kazanılır. Kur’an-ı Kerim’de de işaret buyurulduğu gibi (er-Rum 30/21), aile kurumunun belki de en önemli işlevi sevgi odaklı bir ilişkiler dünyası oluşturmasıdır.
Aile kurumu kıskançlıkları, dolayısıyla çatışmaları önleyerek toplumsal düzenin sağlıklı işleyişine de katkıda bulunur. Aile kurumu ve onun çevresinde oluşturulmuş kurallar, kadın-erkek ilişkisine biyolojik tatminlerin ötesinde değer ve anlamlar katar. İslamiyet’in bir yandan zinayı ağır yaptırımlarla yasaklarken bir yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi de budur.
Erdemli ve mükemmel bir toplum yapısı gerçekleştirmenin en önemli şartı olan hak ve sorumluluk bilinci, toplumun çekirdek birimi olan aile için de vazgeçilmez bir önem taşır. Nitekim Hz. Peygamber, aile bireylerinin haklarını ihmal etmek pahasına nafile namaz kılmaya, oruç tutmaya vb. ibadetler yapmaya bile izin vermemiştir (Buhari, “Savm”, 55).
İslam ahlakçıları, kural olarak diğer bütün insanların ve müslümanların birbirleriyle ilişkilerinde söz konusu olan hak ve yükümlülüklerden aile bireylerinin de birbirlerine karşı sorumlu olduklarını belirtmişler; ayrıca onların kendi aralarında aile kurumuna özgü hak ve sorumluluklarının da bulunduğunu ifade etmişlerdir.
b) Eşler Arasında Haklar ve Görevler
Toplum içinde olduğu gibi aile içinde de haklara riayet edilmesi ve sorumlulukların yerine getirilmesi için belli bir düzen ve disiplinin kurulmasına, rollerin belli olmasına ihtiyaç vardır. Nisa suresinin 34. ayetine bakılırsa Kur’an-ı Kerim, aile reisliği yetki ve sorumluluğunu, koyduğu genel ahlak ve adalet ilkeleri çerçevesinde erkeğe vermiştir. Hadislerde de erkeğin bu konumuna işaret eden ve kadının kocasına saygılı olmasını öğütleyen açıklamalar bulunmaktadır (mesela bk. Buhari, “Ahkam”, 1; Ebu Davud, “Nikah”, 40; İbn Mace, “Nikah”, 4). Bununla birlikte, İslamiyet’in tamamen aile düzeninin sağlıklı işleyişini temin maksadıyla erkeğe tanımış olduğu aile reisliği işlevi, ona asla kadın üzerinde bir baskı ve zorbalık imkanı vermez; ahlak ilkeleriyle çelişen, bu nedenle de Kur’an’ın Peygamber’e bile tanımadığı (mesela bk. el-Gaşiye 88/21-22) bu imkanı sıradan insanlara tanıması mümkün değildir. Dolayısıyla kadının kocasına saygısı da cebri değil, ahlaki bir saygıdır. Kur’an-ı Kerim, “Kadınlarla iyi geçininiz” (en-Nisa 4/19) buyurur. Hz. Peygamber de insanların en iyisinin eşlerine karşı iyi davrananlar olduğunu ifade eder (Tirmizi, “Rada’”, 11).
Kınalızade’nin İslam ve Türk ahlak kültürünün klasiklerinden olan Ahlak-ı Alai adlı eserinde (II, 23) kocanın eşine karşı görevleri özetle şu şekilde sıralanır: “Erkek karısına karşı iyi davranmalı, haklarını gözetmeli; gücü ölçüsünde güzel ve değerli elbiseler giydirmeli; evin yönetimine onu da ortak etmeli, evin dahili işlerini ve hizmetçilerin yönetimini
[03.09.2023 19:09] Annem: Aşure
Ana Sayfa
A
Aşure
Rüyada Aşure Yemek
Rüyada Aşure Dağıtmak
Rüyada Aşure Yapmak
Rüyada Aşure Yapıldığını Görmek
Rüyada aşure görmek iyi olmak suretiyle tabir edilen rüyalar arasında değildir. Rüyada aşure gören şahsın başını ağartmış olacak, keyfini kaçırıp keyfini bozacak hadiseler meydana gelecektir. Rüyada aşure görmek sağlık sıkıntılarına, mala haciz gelmiş olmasına, kazancın azalmış olmasına delalet eder. Rüyada aşure görmüş olan kimse kendisisi hakkında söylenmiş kötü sözler duymuş olacak bu hale çok içerlenecek, üzülmüş olacak ve sinirlenmiş olacak diye tabir edilir. Rüyada aşure görmek bununla birlikte üzer üzere gelmiş olacak olan kötü havadislere işaret eder. Rüyası esnasında aşure görmüş olan kimse etrafında de çok dikkat çeken ve kıskanılan şahıs olmak suretiyle yorumlanır. Rüyada büyük bir aşure kazanı görmek nazarlardan korunmaya delalet eder.
Rüyada Aşure Yemek
Rüyada aşure yemek, aşure görmenin tersine hayra yorulur. Şahsın içerisinde olduğu zor şartlardan feraha ermesine, sağlığına ve keyifine kavuşmasına, afiyette olmasına ve rahata çıkmış olmasına delalet eder. Rüyada aşure yemek bir de şahsın menfaatı olan bir iş için birine dayanak olması veya birisi için çalışmış olması manasına çıkar.
Rüyada Aşure Dağıtmak
Rüyada aşure dağıttığını görmek olumlu gelişmelere, pozitif laflar işitmiş olmaya, bol rızık ve nimet sahip olmaya işaret eder.
Rüyada Aşure Yapmak
Rüyası esnasında aşure yaptığını görmüş olan kimse herkes kısımından hayırlı olan şahısdır. Bu şahıs yaptığı tüm işlerde en az kendisisi kadar sevdiklerinin de menfaatini gözetmiş olan kimse olmak suretiyle anlatım edilmektedir.
Rüyada Aşure Yapıldığını Görmek
Rüyada aşure yapılan yerde bereket ve güzellik olur. Aşure şayet rüyayı gören kişinin hanende yapılıyorsa o hanede geçim sorunu olmaz, aile içerisinde de sakinlik ve rahat hâkim olur. Rüyayı gören kişi aşurenin nerde yapıldığını görecek olursa bu tabir o yerde geçerlidir. Rüyada aşure yapıldığını görmek şahsın meslek yaşamında çitayı çok daha yukarılara taşıyarak, hem muvaffakiyetlerini hem de kazanımlarını arttırması manasına da gelir.
in A
Diğer Konular
Azat
Azat etmek
Azık
Azil
Azmetmek
Azrail
[03.09.2023 19:10] Annem: 
Aşure günü
Ana Sayfa
A
Aşure günü
Ehl-i Beyt-i Nebevi (s.a.v.) için musibet,sair insanlar için önemli olay ve gelişmelerle tabir edilir.Rüyada aşure ayında,aşure dağıttığını görmek,hayırlı bir nimet veya güzel habere işarettir.Rüyada aşure yemek gam ve kederden kurtulmaya,girişeceğiniz bir hayır işine,rızkınızın genişlemesine,berekete,hastalıktan şifa bulmaya,borçlarınızdan kurtulmaya,bir fakirin duasını alacağınıza işarettir.Tabirlere göre,rüyasında komşularına tas tas aşure dağıttığını gören kişi,hükümetten para cezası veya mahkemeden bir tazminat kararı, veyahut sevmediği insanlardan kendisini büyük bir zarara sokacak bir tehdit mektubu alacaktır.Aşure ayında,aşure dağıttığını görmek,hayırlı bir kısmetle veya haberle yorumlanır.
in A
Diğer Konular
Azat
Azat etmek
Azık
Azil
Azmetmek
Azrail
[03.09.2023 19:10] Annem: 
ADÂVET
Ana Sayfa
A
ADÂVET
Düşmanlık, sebebsiz olarak bir kimseye düşmanlık etmek, husûmet.
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Sen kötülüğü, en güzel haslet ne ise onunla önle (Öfkeye sabr ile, cehâlete ilim ile, kötülüğe afv ile karşılık ver). O zaman (görürsün ki) seninle arasında adâvet bulunan kimse bile sanki yakın dostun olmuştur. (Fussilet sûresi: 34)
Kıymetli ömrünü dâimâ adâvet ve husûmet sebebiyle keder ve huzursuzlukla geçiren kimselere yazık. (Ahmed Rıfat) Üç şey adâvete sebeb olur: Mal hırsı, insanların ikramlarına düşkünlük göstermek, insanların göstereceği îtibâra önem vermek (Ebû Osman Hîrî)
İlgili
HASED9 Eylül 2021Benzer yazı
Nefs-i Emmâre9 Eylül 2021Benzer yazı
MÜNÂKAŞA9 Eylül 2021Benzer yazı
in A, Â
Diğer Konular
Ayn-el-Yakîn
AZÂB
ÂZÂD
Âzâd Etmek
Âzâd Olmak
AZAMET
AZÎM (El-Azîm)
AZÎMET
AZÎZ (El-Azîz)
ÂYET
Copyright 2021 by Maviay.co
[03.09.2023 19:11] Annem: 
ADEM
Ana Sayfa
A
ADEM
1. Yokluk, varlığın zıddı.
Kâinâtın aslı ademdir. Âlemler yâni her şey var olmadan önce ademde idiler. (Kemahlı
Feyzullah Efendi)
2. Tasavvufda sâlikin (tasavvuf yolcusunun) kendisini kaplayan mânevî hal sebebiyle kendinden geçmesi hâli.
İlgili
Vücûd-i Adem9 Eylül 2021Benzer yazı
VUKÛF-İ ADEDÎ9 Eylül 2021Benzer yazı
TASAVVUF9 Eylül 2021Benzer yazı
in A, Â
Diğer Konular
Ayn-el-Yakîn
AZÂB
ÂZÂD
Âzâd Etmek
Âzâd Olmak
AZAMET
AZÎM (El-Azîm)
AZÎMET
AZÎZ (El-Azîz)
ÂYET
Copyright 2021 by Maviay.co
[03.09.2023 19:11] Annem: birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rü’ya-yı sadıkadır. Çünki hadîsçe sabittir ki, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm görülen rü’yada şeytan o rü’yaya karışamıyor. Bu rü’ya-yı sadıkadan herbiri, -gerçi rü’yadır, delil ve hüccet olamaz- fakat herbirinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle:
Birincisi: Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, câmide Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallahü Anh’a emrediyor: “Çık hutbe oku.” Ebu Bekir-is Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatların izahatı Yirmidokuzuncu Söz’dedir.”
İkincisi: Risale-i Nur’un şakirdlerinden Osman Nuri diyor ki: Rü’yamda, şemail-i şerife muvafık, gayet nuranî bir surette Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur naşirlerinin Üstadı olan zât içeriye girdi. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstadımıza şefkatkârane bir iltifat göstererek, dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.
Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerine köşkünü tahsis eden Şükrü Efendi’dir. Rü’yada ona diyorlar ki: “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm gelmiş.” O da koşarak gidip, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı çok nuranî ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.
Dördüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerinden Nazmi’dir. Rü’yasında ona diyorlar ki: “Risale-i Nur şakirdleri imansız ölmezler, kabre iman ile girerler.”
Bu rü’yalar Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile münasebetdar olmak cihetiyle, o rü’yalar zamanında “Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi” münasebetiyle latif ve küçük bir-iki tevafukun letaifini zikredeceğim. Şöyle ki:
Risale-i Nur eczalarından birkaç vecihle kerameti görülen, mu’cizat-ı Ahmediyeye dair Ondokuzuncu Mektub’un tashihi zamanında, yedi mu’cizat-ı Ahmediyeye (A.S.M.) mazhar yedi çocuğun bahsine geldiği vakitte, Meliha isminde yedi yaşındaki kızım, umulmadık bir vakitte hanemden çıkıp Üstadımın oturduğu köşke geldi, o yedi çocuk bahsini masumane çocukçasına dinlemeye başladı. Çay içmesini çok sevdiği halde, kendine verildi, çocukların bahsi bitinceye kadar içmedi.
O saatten on dakika evvel, hem Ondokuzuncu Mektub, hem Mi’rac Risalesi ayrı ayrı tashih ediliyordu. Ondokuzuncu Mektub’un yüz elli sahifesi içinde bir tek sahifede kuru direğin ağlamasından bahis var. Mi’rac Risalesi’nde altıyüz satırdan bir tek satır ondan bahseder. Muhtelif tarzlarda, muhtelif vakitte, muhtelif adamlar, muhtelif kitablarda birden bir tek sözü söylediklerini ben işittim. O da, kuru direğin ağlaması idi. Herbiri iki kişiden ibaret iki kısım tashihçiler, aynı kelime üstündedirler, o kelimeyi söylüyorlardı. Ben hayret ile dedim: “İki taraf da bir kelimeyi söylüyorsunuz.” Sonra baktık. Mi’racın tashihi aynı kelimeye geldiği gibi, Ondokuzuncu Mektub’un tashihi de aynı kelime üzerindedir. Biz hazır olanlar şübhemiz kalmadı ki, yedi yaşında Meliha’nın
[03.09.2023 19:12] Annem: Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır.
Birinci Mes’ele
Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:
Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir… Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.
Zira acemîler sû’-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir… Yani ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.
Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için, Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…
Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze alm
[03.09.2023 19:13] Annem: Elhasıl: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri “Elhamdülillah Elhamdülillah” ve bütün adem âlemleri “Sübhanallah Sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, mes’eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır.
اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.
İkinci bir küllî meyvesine “Yirmidördüncü” ve “elif”ler kerametini gösteren “Yirmidokuzuncu Söz”ler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmişler. Evet kâinatın her tarafında, cüz’î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle
[03.09.2023 19:14] Annem: Onsekizinci Mektub
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
(Bu mektub üç mes’ele-i mühimmedir.)
BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?
Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler.
Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:
Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi.” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?”
Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular.
İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü’yada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkeza…” Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum.”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir.” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın.
İşte Küre-i Arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşf
[03.09.2023 19:14] Annem: نْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz sıddık kardeşlerim!
Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhâssa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur:
Herkes her vakit Kur’ana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde dercedilerek; herbir sure küçük bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder.
İkinci Bir Nokta: Âyet-ül Kübra’dan çıkan “Vird-ül Ekber” namındaki arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münacat’ın başındaki âyetin tefsiri diye arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasibdir. Biz de nüshamızda yazdık.
Üçüncü Nokta: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Neden İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur’a ve bilhâssa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hâsiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlubiyetinin bir sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı maneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem’iyet hükmüne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. H
[03.09.2023 19:15] Annem: görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla,ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.
İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.
Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû’-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz’ün İkinci Makamının 219-220’nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:
Birinci Levha: Ehl-i dalalet gibi, fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder.
İkinci Levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَاءِ اْلاَسْرَارِ وَ مَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَ مَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَ قُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ اَللّهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ وَ بِسَيْرِهِ اِلَيْكَ آمِنْ خَوْفِى وَ اَقِلْ عُثْرَتِى وَ اَذْهِبْ حُزْنِى وَ حِرْصِى وَ كُنْ لِى وَ خُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى وَ ارْزُقْنِى الْفَنَاءَ عَنِّى وَ لاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى مَحْجُوبًا بِحِسِّى وَاكْشِفْ لِى عَنْ كُلِّ سِرٍّ مَكْتُومٍ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ. وَ ارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَائِى وَ ارْحَمْ اَهْلِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ
وَ
[03.09.2023 19:15] Annem: Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur?
Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahpusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harb’e diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.
Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir?
Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?
Onbirinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş. Ve maksad da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!
Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telaş ve zahmetle onları def’e çalışırken biri çıksa, dese ki: Maksadı sivrisinekleri, arıları def’etmek değil.. belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister. Acaba böyle demekle, hangi ahmağı kandıracaktır?
Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur.
………
Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.
Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ
Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile
[03.09.2023 19:16] Annem: – Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?
C– Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev Cehennem’de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem’de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahâza kâfirin meskeni Cehennem’dir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’ ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.
Maahâza cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet dünyada çok namus sahibleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır
[03.09.2023 19:16] Annem: hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.
Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.
Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehâsı, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehâsına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır.
Râbian: Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mes’elede bir hâdise bu hakikatı gösteriyor.
İkinci Mes’ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plân neticesinde beni hiddete getirip Risale-i Nur’un, bahusus “Âyet-ül Kübra”nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın, sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telaş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şübhesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin.
Onların o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizac edemediğim cihetini vesile edip, münasib bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar.
Said Nursî
*
[03.09.2023 19:16] Annem: ki, bu âlemin sahibi -yaptığı şu kadar fiillerin delaletiyle- hârika bir sehavete sahib olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereler ile hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh bu ebedî sehavet, tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder. Zira nihayet bir sehavet, hârika bir kerem, daima halka ihsan ve in’am etmek iktiza eder. Bu ise, ihsan ve in’amlara minnetdar ve muhtaç olanların devam-ı vücudlarını ister.
Ve keza şu mu’cizeli ve hikmetli ef’al-i kerimanenin tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni’-i Fâil’in pek gizli kemalâtı vardır. Ve daima o kemalâtı, enzar-ı âleme arz ve teşhir etmek ister. Çünki daimî bir kemal, daimî bir tezahür ile takdir edicilerin devam-ı vücudlarını iktiza eder. Çünki adem-i mutlaka namzed olan insan, kemalâta kıymet vermez ve istihsan ve takdire bedel istiskal ve tahkir eder.
Ve keza bu güzel, müzeyyen, münevver masnuatın Sâni’i için mücerred manevî bir cemal vardır. Ve Onun, o mahfî hüsn ü cemal için pek çok mehasin ve letaifi vardır ki, kısa akıllarımız ile idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemalin kesif âyinelerinden biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecelli etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.
Ve keza hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi bizzât kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh cemal sermedî ve daim olursa, behemehal onun inceliklerini gösteren âyinelerinin de ebedî ve daimî olması zarurîdir. Çünki bâki bir hüsn, fâni bir müştaka razı olamaz. Ve zâil ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olan mahbubuna muhabbeti adavete kalbolur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel bir şeyi, kendisini teselli için takbih eder. Bu itibarla bu âlem Sâni’i istilzam ettiği gibi, Sâni’ de âlem-i âhireti istilzam eder.
Ve keza bu âlemin Sâni’inde pek rahîmane bir şefkat vardır. Zira görüyoruz ki: Bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemal-i sür’atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve haceti kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev’-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedid bir haceti hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada istediği Cennet’i ve saadet-i ebediyeyi ve ba’sü ba’de-l mevt’i yapacaktır. Bilhâssa o reis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat, bütün mahlukat “Âmîn! Âmîn!” diyorlar.
Bak, o zât öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlukatı, esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektubat-ı samedaniye olması derecesine çıkarıyor. Bak, hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip, vecde getirip, duasına “Âmîn! Allahümme âmîn!” dedirtiyor.
Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp, şu arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev’-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-ı ubudiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor; o esmadan şefaat taleb ediyor, görüyorsun.
Eğer, âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi, yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu Cen
[03.09.2023 19:17] Annem: Ondördüncü Söz
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
الر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ
[Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazireleri, Onuncu Söz’de, bilhâssa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur. Yalnız sair hakikatlardan nümune olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.]
Birincisi: Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ
“Altı günde gökleri ve yerleri yarattık.” demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır.
İkincisi: Meselâ: وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ❊ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ ❊ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: “Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor.” demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlukatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemal-i intizam ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil’in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor. Hakikat böyle iken, beşerin en acib bir dalaleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz’un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telakki etmesidir. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Hakikat nerede? Ehl-i gafletin telakkileri nerede?
Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelal تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ❊ وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ مَعَ
[03.09.2023 19:17] Annem: Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.
ONBİRİNCİ İŞARET: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve Kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Firavun’a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ sırrıyla Cehennem’in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor.
Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları, kâinatın hiddetini celbediyor?
Elcevab: Bazı risalelerde ve sâbık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve dalalet, müdhiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünki hilkat-i kâinatın bir netice-i a’zamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlahiyeye karşı iman ve itaatla mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a’zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbanî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, camid, fâni, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlukatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir.
İşte enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için
[03.09.2023 19:18] Annem: Üçüncü Nokta: Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta: Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i
[03.09.2023 19:18] Annem: talebesinin fıkrasıdır)
Bugün o yüksek kitabın ikmaline muvaffak oldum. “Mi’rac”ın ikmal ve mütalaasından mütevellid sürur u saadetimi tariften kalemim dûçar-ı acz oluyor. Mütalaadan doğan duygularımı hülâsaten ve bir cümle ile arzedeceğim:
Mi’rac’ın mütalaasında hayatın felâket girdablarını ve saadet-i ebediyeye giden manevî deryanın selâmet yollarını gösteren kalb dolusu bir nur ve ziya buldum. Evet, her temsilâtta isbat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu ve tahayyülü bile ruhumuzu doldurup taşırmağa kâfi gelen Asr-ı Saadet ve hârikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm.
Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü mu’terizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. Mi’rac kitabı başlı başına asıllardaki hakikatleri i’zam edilmeden ve bîtarafane bir tefekkürün bile göreceği ve kabul edeceği bir nazarla isbat eden ve kapalı kalmış noktaları ehl-i imana makul ve mantıkî fikirlerle izhar eden bir kitab-ı tarihtir.
Gaflete dalmış ve dalaletin mağlubu ve bir tutam aklıyla kendisine bir mümtaz mevki vermek isteyen feylesoflar, Mi’rac gibi bir şâheser karşısında apoletleri sökülmüş, bütün şöhret ve namı sukuta mahkûm bir kral vaziyetine düşer. O kral ise daimî bir ye’se mahkûmdur. Halbuki bunca hakikatler karşısında felsefe zincirleri ve mu’teriz efkârı birer birer kırılan, davasının ve iddiasının haksız olduğunu anlayan feylesof ise Hâlık-ı A’zam’ın kudret ve azameti huzurunda secde eder ve af diler.
Zekâi
* * *
(Zekâi’nin fıkrasıdır)
Namaza dair fazilet ve mükâfat menba’ı olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmibirinci Sözler ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i tarif bir surette tenvir etmiştir. Kemal-i aşk u şevkle tetebbu’ ettiğim bu şâheser, şübhe bulutları içinde vakitlerini bir hiç için zayi’ edip giden ehl-i gaflete ve gençlik hevesatına esir olup mürur-u zamanla nâdim olarak tarîk-ı hakikatı arayanlara bir refik-i hayat olsun.
Zekâi
* * *
(Şu fıkra Doktorundur)
Hocam, emaneten bendenizde bulunan iki kitabı emrediyorsunuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki, gelecek hafta takdim edeceğim. Çünki, küçüğünü iki defa, büyüğünü bir defa okuyabildim. İhatamın darlığı veya aczim dolayısıyla idrakim de kıttır. Binaenaleyh sizin o muhteşem temsillerinizi defalarca daha okumak istiyorum ki, cüz’î küllî bir alâka hasıl olsun. Ya Rab! O ne büyük mantık, o ne büyük müskit beyan ve tarz-ı telakki. Ah Üstadım, bu mübarek dinin mübecceliyetini idrak ve ihata ve takdirde size ve ancak size medyun-u şükranım ve minnetdarım. لِسَبَبٍ مِنَ اْلاَسْبَابِ Dinî akidelerimin azîm bir inkılabı var. Nur Risalelerinden aldığım dinî ve insanî ve
[03.09.2023 19:19] Annem: DÜNYA......... ETİYOPYA’DA BİR CÂMİ
Etiyopya'da yoksul Müslümanların, tahta parçaları ve ağaç dallarından inşa ettiği câmi ve minâresi, internette beğeni rekorları kırdı.

GÜNÜN TARİHİ.........ESKİŞEHİR’İN KURTULUŞU
Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan Mondros Mütarekesi’ndeki; “İtilaf devletlerinin, yurdumuzdaki önemli noktaları, güvenlik gerekçesiyle işgal edebilecekleri...” hükmüne dayanarak, 1919 yılı Ocak ayında bir İngiliz birliği, Eskişehir istasyonu ve çevresini işgal etti.
Uşak, Kütahya ve Bursa üzerinden Eskişehir’e ilerleyen Yunan kuvvetleri, 20 Temmuz 1921’de Türk askerinin boşalttığı Eskişehir’e girdi. Daha sonra Polatlı’nın batısına kadar ilerlediler. 10 Eylül’de Türk Ordusu taarruza geçti ve Duatepe, Beylikköprü, Kartaltepe ve Beştepe ele geçirildi. Sivrihisar ve Mihalıççık geri alındı. Yunanlılar Eskişehir’e kadar geriledi. 22 gün süren bu savaşa Sakarya Savaşı denir. Bir sene sonra da, 26 Ağustos’taki Büyük Taarruz’un ardından, 2 Eylül 1922’de Yunanlılar şehri harâbe hâline getirip geri çekildiler.
ZEKÂ BULMACASI.......ALİ’NİN YAŞI
1991 yılında, doğum yılının rakamları toplamı yaşında olan Ali, kaç yaşındadır? (Cevabı yarın)
02.09.2023 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim
[03.09.2023 19:19] Annem: '(Ey resûlüm!) Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman, sana gelselerdi ve kendileri için Allah’tan af isteselerdi, peygamber de Allah’tan onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli bulurlardı.' (Nisâ
Semerkand Takvimi
[03.09.2023 19:19] Annem: ŞİİR....... NAMAZ NURDUR
Namaz, dinin direği, mü’minin mirâcıdır,
Namaz, hasta ruhların, tesirli ilâcıdır.
Namaz kılan, kurtarır, yıkılmaktan dinini,
Namaz kılmayan bulur, Cehennemde kendini.
Namaz, korur insanı, çirkin kötü her işten,
Namazdır insanlara, günâhı terkettiren.
Namaz nurdur, ışıktır, insanların kalbine,
Namaz, Münker-Nekir’in cevaptır suâline.
Namaz kılan kimsenin, kalbi temiz, pak olur,
Namaz kılan, her zaman, huzur ve rahat bulur.
Namaz, serin gölgedir, kıyamet sıcağında,
Namaz, kalkan gibidir, Cehennemin narında.
Namazdır mü’minleri birbirine bağlayan,
Namazdır küskünleri, barıştırıp dost yapan.
Namaz kılan, yapar hep, faydalı iyi amel,
Namaz, kötülüklere olur mani ve engel.
Namazla geçer insan şimşek gibi Sıratı,
Namazla insan bulur huzur ile rahatı.
Namazı, kim beş vakit, getirirse yerine,
Namaz ile kavuşur, Cennet nîmetlerine.
Mehmet Ali Demirbaş
DÜNKÜ CEVAP
1000a+100b+10c+d+a+b+c+d=1991
a=1 ve b=9 olduğu bellidir.
Buradan 11c+2d=81 ve c=7, d=2 bulunur.
Ali 1972’de doğmuştur, 1+9+7+2=19 yaşındadır. 1972+ 19=1991
03.09.2023 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim
[03.09.2023 19:20] Annem: Tövbenin Hakikati
Tövbeden maksat, yapılan hataların bağışlanmasını istemekle beraber onları terketmek, ibadet ve taat noksanlarını da (zamanında kılınmamış namazları, tutulmamış oruçları vb.) kazâ etmektir. Kullara karşı tövbenin hakikati ise helâlleşmekle, bu mümkün olmazsa fakihlerin buyurduğu gibi, mirasçılarıyla helâlleşmek, ölenin ruhuna hatim okuyup sadaka vermekle olabilir.
Tövbe eden kişinin günahlarının ağırlığından hayâ etmesi lazım gelir. Yoksa sözde kalması ve pişmanlık duymadan söylenmesi ile gerçek tövbe olmaz.
Nedamet, yani pişmanlık, işlenen günahlar için kalbin sızlaması, yaptığına rahatsızlık duyması ile belli olur. Bunun alameti günah işlemiş olmaktan dolayı hüzünlü, üzüntülü olmak, Allah’tan ve kullarından utanıp arlanmaktır.
Gerçekten tövbe etmek isteyenin hali böyledir. Kalbi yumuşamış, gözü yaşlı olmuştur. Günah işlemekten vazgeçmemiş kimsenin tövbesi ise yalancı tövbesi olur.
Fahreddin er-Râzî hazretlerinin [rahmetullahi aleyh] beyanına göre tövbe üç aşamadan sonra gerçekleşir. Birincisi meydana gelen hatanın zararını bilmek, ikincisi bu zararı bildikten sonra haline üzülerek pişmanlık duymak ve üçüncüsü bu üzüntü üzerine halisane af dilemektir.
Semerkand Takvimi
[03.09.2023 19:20] Annem: 'Kulum nâfilelerle de bana yaklaşmaya devam eder; nihayet ben onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse veririm, bana sığınırsa onu korurum...' (Hadis-i Kutsî)
Semerkand Takvimi
[03.09.2023 19:20] Annem: Bakara Sûresi 152. Ayetin Tefsiri
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hak Dini Kur’an Dili isimli tefsirinde Bakara sûresinin 152. âyetini şöyle izah eder: Zikr-i kalbî, gönülden anmaktır ki başlıca üç gruptur. Birincisi, Allah’ın varlığına delâlet eden delilleri düşünmek ve şüpheleri defederek Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek. İkincisi, ahkâm-ı rubûbiyyeti ve kulluk vazifelerini, yani Allah’ın emir ve yasaklarını, bunların delil ve hikmetlerini düşünmek. Üçüncüsü ise, iç âlemdeki ve dışarıdaki mahlûkatı ve bunlardaki yaratılış sırlarını tefekkür ile her zerrenin ilâhî âleme bir ayna olduğunu idrak etmektir. Bu aynaya gereği gibi bakanların gözüne o cemâl ve celâl âleminin nurları yansır ve bundan bir şuur anı içinde alınacak olan zevkin bir parıltısı bile dünyalara değer. Zikrin bu mertebesinin hiç nihâyeti yoktur. Bu noktada insan kendinden ve âlemden geçer. Bütün şuuru Hak’ta kaybolur. Hatta zikir ve zâkirden (zikredenden) nam ve nişan kalmaz da, hissedilen yalnız mezkûrdan (zikredilen Hak’tan) ibaret kalır. Gerçi bu makamın lafını edenler çoktur, fakat buna erenlerin laf ile alakası yoktur.
Semerkand Takvimi
[03.09.2023 19:21] Annem: “Anne ve baba cennete orta kapıdan girmeye vesile olur veya insanı cennete ulaştıracak en iyi şey ana babaya iyilik etmektir. Artık sen o kapıyı istersen bırak istersen elinde tut.”
(Tirmizi , Birr 3)
[03.09.2023 19:21] Annem: İşte bunlar, Allah'ın, sana hak olarak okuduğumuz âyetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.
ÂL-İ İMRÂN Sûresi 108 .Ayet
[03.09.2023 19:21] Annem: Îlâ
Kocanın dört ay veya daha fazla karısına yaklaşmayacağına dair yemin
etmesi veya bu içerikte bir nezirde bulunmasına îlâ denilir. Hanefîler’e göre
koca bu süre içinde karısıyla bir araya gelirse, yemin etmişse yemin kefâreti,
nezirde bulunmuşsa adadığı o şey gerekli olur. Şayet koca bu süre içinde karısına
dönmezse hâkimin kararına ihtiyaç kalmadan kadın bir bâin talâkla
boşanmış sayılır.
Hanefîler hariç diğer üç mezhebe göre îlâ vukuunda sadece dört ayın geçmesiyle
talâk meydana gelmez. Koca dönüş veya talâktan birini seçmek zorundadır,
değilse kadının başvurusu üzerine hâkim evlilik birliğine son verir. ...Daha az
[03.09.2023 19:21] Annem: Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve eğer gerçekten iman etmiş kimselerseniz, faizden geriye kalanı bırakın.
[Bakara Sûresi.278]
[03.09.2023 19:21] Annem: EF’AL-İ MÜKELLEFÎN
Sözlükte “mükelleflerin fiilleri” demektir. Istılah olarak ise dinen yükümlü sayılan insanların davranışları ve bunlarla il- gili hükümler manasına gelen bir fıkıh terimidir. Fıkıh usulü bilginlerinin çoğunluğu teklifî hükümleri Şâri’in hitabına nis- petle, vacip, mendub, mübah, mekruh ve haram şeklinde beş kısma ayırırlar. Hanefî bilginler ise mükellefin fiiline nispetle farz, vacip, mendup, mübah, tenzihen mekruh, tahrimen mek- ruh ve haram olmak üzere yedi kısma ayırırlar. Bu kavramlar aynı zamanda ef’al-i mükellefinin ana bölümleridir. Bunlar- dan hareketle ef’al-i mükellefîn; farz, vacip, sünnet, müste- hap, mübah, haram, mekruh ve müfsit şeklinde sıralanabilir. (Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, 10/452)
DİNÎ KAVRAMLAR
MESH
Sözlükte “silmek, gider- mek, su veya yağla ovuştur- mak, yeri ölçmek, seyahat etmek, vurmak” gibi anlam- lara gelen mesh, abdestte elin ıslaklığıyla bir uzuv, mest veya sargı üzerinde gezdirilmesi; teyemmüm- de, toprağa vurulan ellerle kolların ve yüzün ovulması anlamına gelir.
ÖZLÜ SÖZ
Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi (Muhibbî-Kanunî Sultan Süleyman)
[03.09.2023 19:22] Annem: İslâm dini tabii ve fıtrî bir din olduğundan bu dinde, insanların imkân ve kabiliyetlerine göre çalışıp kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmaları tabii karşılanmış, ancak bu konuda bazı temel ölçü ve ilkeler getirilerek iş ve ticaret hayatının düzen ve güven içinde, haksızlık ve suistimalden uzak olarak işlemesine yardımcı olmak istenmiştir. İslâm'ın ticarî hayatla ilgili getirdiği ilkeler, esasen hukukî alanda koyduğu kuralların bir parçasını teşkil eder ve hepsi birden fıkhın muâmelât ahkâmını oluşturur. Bunun için de klasik kaynaklarda böyle bir ayırıma rastlanmaz. Bununla birlikte günümüzde ticarî hayat, ayrı yasal düzenlemelere konu olan, farklı örf ve âdetlerin cereyan ettiği önemli bir alan olduğundan burada ayrıca ele alınması tercih edilmiştir. Bu itibarla burada, daha önce sözü edilen ilke ve amaçlar ve hukukî hayatta geçerli prensiplere ilâve olarak ticarî hayata ilişkin dinî hükümlere ve İslâm kültür ve geleneğine temas edilecek, bu çerçevede gündeme gelebilecek çeşitli güncel meselelere ve kazanç yollarına açıklama getirilmeye çalışılacaktır.
A) Helâl Kazanç
İslâm'da kazanma, mal mülk edinme tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş, kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmesi maksadıyla meşrû yoldan çalışıp kazanması ibadet ve cihad ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak nitelendirilmiştir. İslâm'da çalışıp kazanma bu şekilde teşvik edilmekle birlikte, kazanç yolları ayrı ayrı sayılarak aralarında üstünlük ve öncelik sıralaması yapılmayıp konu tamamen kişilerin ve toplumların şart ve imkânlarına, ihtiyaç ve kabiliyetlerine bırakılarak kendi tabii seyri içinde şekillenmesi istenmiştir. Fakat İslâm, kazanç yolları, mal ve mülk edinme konusunda önemli bir ilke olan meşruiyet prensibini esas alarak hırsızlık, gasp, faiz, zina, kumar, rüşvet gibi kazanç yollarını dinî, ahlâkî ve hukukî planda yasaklamış, bu yollarla elde edilen kazanca ve mala da hiçbir değer atfetmemiştir.
İslâm'da aslî ve tabii kazanç yolu emektir. Dünya nüfusunun az, tabii servet ve imkânların hayli zengin olduğu dönemlerde kimsesiz ve işlenmemiş araziyi işleyerek mülkiyete katma, sahipsiz odun ve otları mülk edinme, avlanma gibi usuller de netice itibariyle emek yoluyla kazanç kapsamında görülmüş ve teşvik edilmiş, daha sonraları da bu yolların işletilmesi belli kurallara bağlanmıştır. Miras, vasiyet, nafaka, zekât, hibe gibi ârızî ve istisnaî yollarla kazanılan mallar da başlangıcı itibariyle emeğe dayalı kazançlardır. Hz. Peygamber bir hadiste, "Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir" (Buhârî, "Büyû`", 15; "Enbiyâ", 37) buyurmuş, kendisine en temiz kazancın ne olduğu sorulduğunda da, "Kişinin kendi elinin emeği, bir de dürüst ticaretin kazancı" (Müsned, IV, 141) cevabını vermiştir. Yine bir defasında Resûlullah, Tebük dönüşünde Sa`d b. Muâz ile karşılaşıp tokalaşmış, ellerinin nasırlaşmış olduğunu görünce bunun sebebini sormuş, o da "Çoluk çocuğumun nafakasını temin için hurma bahçemde çalışıyorum" cevabını verince Hz. Peygamber, Sa`d b. Muâz'ın elini öpmüş ve "İşte bu eller Allah'ın sevdiği ellerdir" buyurmuştur. (Serahsî, Mebsut, c. 30, s. 245) Bu hadislerde övgüyle sözü edilen çalışmayı, sadece tarlada, bağ ve bahçede bedenen çalışma şeklinde değil, gerek beden gerekse zihin gücüne dayalı olarak sarfedilen her türlü emek ve çalışma şeklinde anlamak gerekir.
Kur'an'da, "Erkekler için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır, kadınlar için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır" (en-Nisâ 4/32) denilerek hem emeğin önemi vurgulanmakta hem de sermayenin kâr payına işaret edilmektedir. Ziraat, zenaat ve bir mesleğin icrası d
[03.09.2023 19:22] Annem: Buraya kadar ele alınan konulardan, İslâm dininin fert ve toplum hayatına bütüncül yaklaştığı, insanın dünyada huzur, güven ve mutluluk içinde yaşaması, âhiret hayatında da bu hayat çizgisini koruyabilmesi için hayatın her alanına ölçülü ve gerekli açıklamalar getirdiği ve insanı yönlendirdiği görülür. İman dinin özü, ibadetler dindarlığın âdeta simgesi olarak bilinmekle birlikte Müslümanlığın bunlardan ibaret olmadığı açıktır. Her ne kadar geniş halk kitlesi arasında ibadetlerin şekil kısmı, dinin ve dindarlığın göstergesi olarak algılanmakta, hatta bu alanda yoğunlaşıp hayatın diğer alanlarında alabildiğine hoyrat, bencil ve çıkarcı davranabilen müslüman tiplerine sıkça rastlanmakta ise de, bu fevkalâde yanlış bir kanaat ve yanıltıcı bir görünümdür. Şekil kolay, şeklin arkasında yatan mânayı kavramak ve yaşamak zordur. Belirli davranışları, dindarlık adına da olsa yapmak kolay fakat bu davranış biçimlerinin götürmek istediği hedefe ulaşmak zordur. Dindarlığın zor ve önemli olan kısmı da ikincisidir. Müslümanın med cezir hali yaşayarak seccade üzerinde veya ibadetlerin şeklî ifası konusunda titizlik göstermesi ancak aile hayatından ticarî hayata, insan ilişkilerinden sosyal ödev ve sorumluluklara kadar diğer alanlarda ise âdeta ikinci bir kimliğe bürünerek pragmatist, bencil ve aldırmaz bir biçimde davranabilmesi dinin ve dindarlığın yanlış anlaşılmasının tipik örneklerinden biridir. Halbuki gerçek dindarın dindarlığı hayatın her alanına yayması yaratıcıya bağlılığın göstergesi sayılan şeklî davranışlarda olduğu kadar sosyal ilişkilerde, üçüncü şahısların hakları konusunda ve toplumsal hayata ilişkin alanlarda da dinin öğütlediği şekilde hak bilir, âdil, ölçülü ve fedakâr olması gerekir.
İslâm toplumlarının önünde şehirleşme, yol, park ve yeşil alan düzenlemeleri, sosyal sorumluluk ve kontrol, apartman hayatı ve komşuluk ilişkileri, trafik kuralları, töre ve törenler gibi birlikte yaşamayı güzelleştirici ve toplumsal öğeyi güçlendirici kural, kavram ve projelerde daha alması gereken hayli mesafenin bulunması İslâm'ın hayatın bütün alanlarına bütüncül yaklaşımının pek iyi kavranmadığının, bireysel dindarlık sınırının fazla aşılamadığının açık bir göstergesi sayılmalıdır. Bununla birlikte Müslümanlık'la Doğu toplumlarına özgü insanî hasletlerin bileşkesiyle bu toplumlarda çok güzel sosyal kurumların ve dayanışma örneklerinin ortaya çıktığını da inkâr etmemek gerekir. Burada hayıflanılan husus, İslâm'ın bireysel dindarlığı aşan sosyal ödevler ve sorumluluklar konusundaki ilkelerinin, öğreti ve çabasının bütün olumlu toplumsal projelerde ana unsur ve motivasyon kaynağı olması imkânı varken, bunun çok iyi anlaşılamamış ve değerlendirilememiş olmasıdır.
İlke olarak temas edilen bu sosyal sorumluluklar ve davranışlar dinî kültürümüzde kısmen İslâm ahlâkının kısmen de fıkhın konuları arasında yer almış ve dönemlerine göre güncellik taşıyan sosyal ödev ve kurumlar konusunda yapıcı bir kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. Burada, sosyal niteliği ağır basan bir kısım sorumluluk ve davranış biçimlerine yer verilecek, daha çok bireysel ve ikili insan ilişkisi niteliğinde olanlar ise bir sonraki bölümde ele alınacaktır.
[03.09.2023 19:23] Annem: Ibrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasil dirilttigini bana göster, demisti Rabbi ona: Yoksa inanmadin mi? dedi Ibrahim: Hayir! Inandim, fakat kalbimin mutmain olmasi için (görmek istedim), dedi Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kus yakala, onlari yanina al, sonra (kesip parçala), her dagin basina onlardan bir parça koy Sonra da onlari kendine çagir; kosarak sana gelirler Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu (BAKARA/260)
Düsünün ki, (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi Ve yeryüzünde sizi yerlestirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapiyorsunuz, daglarinda evler yontuyorsunuz Artik Allah'in nimetlerini hatirlayin da yeryüzünde fesatçilar olarak karisiklik çikarmayin (A'RAF/74)
Musa tayin ettigimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konusunca "Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!" dedi (Rabbi): "Sen beni asla göremezsin Fakat su daga bak, eger o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!" buyurdu Rabbi o daga tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygin düstü Ayilinca dedi ki: Seni noksan sifatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim Ben inananlarin ilkiyim (A'RAF/143)
Bir zamanlar dagi Israilogullarinin üzerine gölge gibi kaldirdik da üstlerine düsecek sandilar "Size verdigimi (Kitab'i) kuvvetle tutun ve içinde olani hatirlayin ki korunasiniz" dedik (A'RAF/171)
Gemi, daglar gibi dalgalar arasinda onlari götürüyordu Nuh, gemiden uzakta bulunan ogluna: Yavrucugum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi (HUD/42)
Oglu: Beni sudan koruyacak bir daga siginacagim, dedi (Nuh): "Bugün Allah'in emrinden (azabindan), merhamet sahibi Allah'tan baska koruyacak kimse yoktur" dedi Aralarina dalga girdi, böylece o da bogulanlardan oldu (HUD/43)
Eger okunan bir Kitapla daglar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydi, yahut onunla ölüler konusturulsaydi (o Kitap yine bu Kur'an olacakti) Fakat bütün isler Allah'a aittir Iman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanlari hidayete erdirirdi? Allah'in vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptiklarindan dolayi ya ansizin büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakinina inecek Allah, vâdinden asla dönmez (RA'D/31)
Hilelerinin cezasi Allah katinda (malum) iken, onlar, tuzaklarini kurmuslardi Halbuki onlarin hileleriyle daglar yerinden gidecek degildi! (İBRAHİM/46)
Onlar, daglardan emniyet içinde kalacaklari evler oyarlardi (HİCR/82)
Sizi sarsmamasi için yeryüzünde saglam daglari, yolunuzu bulmaniz için de irmaklari ve yollari yaratti (NAHL/15)
Rabbin bal arisina: Daglardan, agaçlardan ve insanlarin yaptiklari çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin (NAHL/68)
Allah, yarattiklarindan sizin için gölgeler yapti Daglarda da sizin için barinaklar yaratti Sizi sicaktan koruyacak elbiseler ve savasta sizi koruyacak zirhlar yaratti Iste böylece Allah, müslüman olmaniz için üzerinize nimetini tamamliyor (NAHL/81)
Yeryüzünde böbürlenerek dolasma Çünkü sen (agirlik ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de daglarla ululuk yarisina girebilirsin (İSRA/37)
(Düsün) o günü ki, daglari yerinden götürürüz ve yeryüzünün çirilçiplak oldugunu görürsün Hiçbirini birakmaksizin onlari (tüm ölüleri) mahserde toplamis olacagiz (KEHF/47)
"Bana, demir kütleleri getirin" Nihayet dagin iki yani arasini ayni seviyeye getirince (vadiyi doldurunca): "Üfleyin (körükleyin)!" dedi Artik onu kor haline sokunca: "Getirin bana, üzerine bir miktar erimis bakir dökeyim" dedi (KEHF/96)
Bundan dolayi, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarilacak, daglar yikilip düsecektir! (MERYEM/90)
(Resûlüm!) Sana daglar hakkinda sorarlar De ki: Rabbim onlari ufalayip savuracak (TAHA/105)
Onlari sarsmasin diye yeryüzünde bir takim daglar diktik Orada genis genis yollar açtik; ta ki maksatlarina ulassinlar (ENBİYA/31)
Böylece bunu (bu fetvayi) Süleyman'a biz anlatmistik Biz, onlarin her birine hüküm (hükümdarlik, peygamberlik) ve ilim verdik Kuslari ve tesbih eden daglari da Davud'a boyun egdirdi
[03.09.2023 19:23] Annem: Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur Hatta siz gemilerde bulundugunuz, o gemiler de içindekileri tatli bir rüzgârla alip götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neselendikleri zaman, o gemiye siddetli bir firtina gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kusatildiklarini anlarlar da dini yalniz Allah'a halis kilarak: "Andolsun eger bizi bundan kurtarirsan mutlaka sükredenlerden olacagiz" diye Allah'a yalvarirlar (YUNUS/22)
Gemi, daglar gibi dalgalar arasinda onlari götürüyordu Nuh, gemiden uzakta bulunan ogluna: Yavrucugum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi (HUD/42)
Oglu: Beni sudan koruyacak bir daga siginacagim, dedi (Nuh): "Bugün Allah'in emrinden (azabindan), merhamet sahibi Allah'tan baska koruyacak kimse yoktur" dedi Aralarina dalga girdi, böylece o da bogulanlardan oldu (HUD/43)
Yahut (o kâfirlerin duygu, düsünce ve davranislari) engin bir denizdeki yogun karanliklar gibidir; (öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kapliyor; üstünde de bulut Birbiri üstüne karanliklar Insan, elini çikarip uzatsa, neredeyse onu dahi göremez Bir kimseye Allah nûr vermemisse, artik o kimsenin aydinliktan nasibi yoktur (NUR/40)
Daglar gibi dalgalar onlari kusattigi zaman, dini tamamen Allah'a has kilarak (ihlâsla) O'na yalvarirlar Allah onlari karaya çikararak kurtardigi vakit içlerinden bir kismi orta yolu tutar Zaten bizim âyetlerimizi, ancak nankör hâinler bilerek inkâr eder (LOKMAN/32)
[03.09.2023 19:23] Annem: İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Haccı'nda şunu söylediler: " (Ey ahâli) hangi ayın hürmetce daha ileri olduğunu biliyor musunuz?" Halk: "Şu içinde bulunduğumuz ay değil mi?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Peki, hangi bölgenin hürmetçe daha önde olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Halk: "Şu yerler değil mi?" cevabını verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar: "Pekâla hangi günün hürmetçe daha üstün olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Halk: "Şu içinde bulunduğumuz gün değil mi?" diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerine şöyle devam etti: "Öyleyse bilin ki Allah Teâla, sizlere, meşrû sebep dışında kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı haram kılmıştır, tıpkı şu beldede, şu ayda, şu günümüzü haram kıldığı gibi." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bundan sonra üç sefer tekrar ederek sordu: "Duydunuz mu, tebliğ ettim mi?" Halk her defasında "Evet" cevabını verdi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerini şöyle tamamladı: "Sakın ha! Benden sonra tekrar küfre dönüp birbirinizin boyunlarını vurmaya kalkmayın!"
Buhârî, Hudud 9, Riyât 2, Hacc 132, Meğâzi 77, Fiten 8, Edeb 43; Müslim, İman 120 (66); Ebu Dâvud, Sünne 16, (4686). Metin Buhârî'ye aittir.
[03.09.2023 19:23] Annem: Ebu Bekre Nufey'u'bnu'l-Hâris es-Sakafî (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Zaman, döne döne Allah'ın arz ve semâvâtı yarattığı gündeki düzenini tekrar buldu. Sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aydır. Haram aylar da üç tanesi peş peşe gelir: "Zül-kade, Zü'l-hicce ve Muharrem. Bir de Cumâdî ve Şâban ayları arasında yer alan Mudarlılar'ın Receb'i." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu:
"-Bu ay hangi aydır?" Biz: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dedik. Bir müddet sustu. Biz ayın ismini değiştirecek zannettik. Ancak şunu söylediler:
"-Bu zi'l-hicce değil mi?"
"-Evet!" karşılığını verdik. Devam etti:
"-Peki burası neresidir?" Biz:
"-Allah ve Resûlü daha iyi bilir" cevabını verdik. Yine sustu ve biz bölgenin ismini değiştirecek vehmine kapıldık.
"-Burası haram bölge değil mi?" dedi.
"-Evet" dedik.
"-İçinde bulunduğunuz gün nedir?" diye tekrar sordu, biz yine:
"-Allah ve Resûlü daha iyi bilir" dedik. Tekrar sustu ve biz yine günün ismini değiştirecek zannına düşmüştük ki:
"-Kurban günü değil mi?" dedi.
"-Evet" cevabımız üzerine sözüne devam etti:
"-Bilin ki, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize kesinlikle haramdır, tıpkı bu yerde, bu ayda şu gününüzün haram olması gibi. Rabbinize kavuştuğunuz zaman sizi yaptıklarınızdan hesaba çekecek. Sakın benden sonra birbirinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın. Bu söylediklerimi duyanlar, duymayanlara ulaştırsınlar. Bazan söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü, bizzat dinleyenden daha iyi beller." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra şunu ekledi: " Tebliğ ettim mi, tebliğ ettim mi?" üç defa tekrarladı.
"-Evet" cevabımız üzerine:
"-Ya Rabbi şâhid ol!" dedi.
Buhârî, Hacc 132, Edâhî 5; Tefsîr, Berâe 8, Bed'i'l-Halk 2, Fiten 8, İlm 9; Müslim, Kasâme 29, (1679); Ebu Dâvud, Hac 63, (1947).
Müslim'in rivâyetinde şu ziyade var: "Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) beyazı galebe çalan alaca iki koyuna yöneldi ve onları kesti. Sonra da koyunun bir parçasını alıp aramızda taksim etti."
Rezîn, rivayetin arasına şunu ilâve eder: "Üç şey vardır, bir mü'minin kalbi onlara karşı ebediyen ihânet etmez; ameli sırf Allah için yapmak, idareyi elinde tutana karşı hayırhah olmak, Müslümanların cemaatine katılmak, çünkü onların duaları cemaate dahil olanların hepsini içine alır." İbnu'l-Esîr: "Bu ziyâdeyi ana kitaplarda (Kütüb-i Sitte) görmedim" der.
Bu ziyadenin mânası şudur: Bu üç şeyde kalbler huzura kavuşur. Kim bunlara yapışır, riayet ederse, kalbi hıyânet, hile ve şer gibi mânevî kirlerden temiz kalır.
[03.09.2023 19:23] Annem: O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.
[Bakara Sûresi.117]
[03.09.2023 19:24] Annem: Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona inanırlar. Onu inkâr edenlere gelince, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.
[Bakara Sûresi.121]
[03.09.2023 19:24] Annem: “Ey Rabbim! Gerek bana gerekse anne babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat!” (Neml, 27/19)
[03.09.2023 19:24] Annem: "Ey Rabbimiz! Sen, rahmetin ve ilminle her şeyi kuşattın. Tövbe edenleri ve yolundan gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru!" (Mü'min, 40/7)
[03.09.2023 19:24] Annem: Allah eğer hikmetiyle bir kapıyı kaparsa, rahmetiyle başka kapıyı açar.[Sadi Şirazî]
[03.09.2023 19:24] Annem: Allah için ağlayan göz ne mübarek bir gözdür. Allah için yanan kalp ne mübarek bir kalptir.[Mevlâna]
[03.09.2023 19:25] Annem: ASÂLET
1. Soy temizliği, köklülük. Kibrin, yâni kendini büyük, üstün görmenin bir alâmeti de asâletle övünmektir. Babaları, dedeleri ile övünmek, câhilliktir. (MuhammedHâdimî) 2. Güzel huy. Mü'minin kerem ve iyiliği, dîni; şeref ve asâleti, güzel huyu; mürüvvet ve insanlığı ise aklıdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân) Tedbîr gibi akıl, güzel huy gibi asâlet olamaz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
[03.09.2023 19:25] Annem: ASFİYÂ
Sâflar, temizler; Allahü teâlânın evliyâ kulları. Tekili safiyy'dir.
[03.09.2023 19:26] Annem: Bahadır
T. Kahraman, yiğit
Kısaltmalar:
A. Arapça,
F. Farsça,
FR. Fransızca,
IB. İbranice,
İ. İtalyanca,
Moğ. Moğolca,
T. Türkçe,
Y. Yunanca,
E.T. Eski Türkçe
[03.09.2023 19:26] Annem: Bahaeddin
A. Dinin güzelliği
Kısaltmalar:
A. Arapça,
F. Farsça,
FR. Fransızca,
IB. İbranice,
İ. İtalyanca,
Moğ. Moğolca,
T. Türkçe,
Y. Yunanca,
E.T. Eski Türkçe
[03.09.2023 19:27] Annem: Cuma namazında iç ezanı okumanın hükmü nedir?
Cuma günü öğle vaktini bildiren ezan, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde cami içinde hatib minbere çıktıktan sonra okunmaktaydı. Bu sebeple cuma günü hutbeden önce okunan iç ezanın, hatibin huzurunda olması hutbenin sünnetlerindendir.
Hz. Osman döneminde şehrin genişlemesi ve iç ezanın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda ezan okutulmaya başlandı. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uygulaması olan iç ezanı okunmaya da devam edildi (Kasani, Bedaiu’s-Sanai’, I, 152).
[03.09.2023 19:28] Annem: Cuma namazında hutbeye yetişemeyen kimsenin namazı geçerli midir?
Cuma namazında hutbe, namazın sahih olmasının şartlarından biridir. Hutbe okunmadan kılınan bir cuma namazı sahih değildir. Bu nedenle hutbe okunurken en az bir erkeğin hazır bulunması gerekir. Ancak cuma kılabilmek için hutbeye yetişmek ve dinlemek şart değildir. Buna göre, mazeretine binaen okunan hutbeye yetişemeyen veya hutbeyi duymayan kişinin kıldığı cuma namazı sahih olur. Hutbeyi dinlemeye yetişemeyen kimse, cuma namazının ikinci rekatına bile yetişse, imam selam verdikten sonra ayağa kalkıp bir rekat daha kılarak cuma namazını tamamlar (İbnü’l- Humam, Fethu’l-Kadir, II, 65-66).
[03.09.2023 19:29] Annem: “Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım;
O gün akşama kadar İslâm’ın garibliğine, müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım...”
Şimal müslümanlarından Atâullah Behâeddin
Sebîlürreşâd
Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında;
Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyârında?
Umar mıydın ki: Ma’bedler, ibâdetler yetîm olsun?
Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?
Umar mıydın: Cemâ’at bekleyip durdukça minberler,
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer?
Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb?
Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb?
Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun,
Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun?
İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından ,
Kopan ra’dın, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından!
Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem;
Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin kalbinde bin âlem!
Ne hüsrandır ki: Doldursun bugün tevhîdin enkâzı,
O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı!
Gezerken tavr-ı istilâ alıp meydanda bin münker,
Şu milyonlarca îman “Nehye kalkışsam” demez, ürker!
Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,
Silinmiş emr-i bi’l-ma’rûfun artık ismi yâdından.
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl ;
Yalan râic , hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî , emeller hâr ;
Nazarlardan taşan ma’nâ ibâdullâhı istihkâr.
Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman; din harâb, îman türâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!
* * *
Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;
Nihâyet, ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.
Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.
Cemâ’at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, derhal iner mev’ûd olan rahmet,
Nasıl hâsir kalır “Tevfîki hak ettim” diyen millet?
İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?
İstanbul, 24 Teşrînievvel 1334
(24 Ekim 1918)
[03.09.2023 19:29] Annem: Huzeyfetü’l-Adevî der ki:
“Harb-i Yermûk’ün,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince, sanki, kıtâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.
Ne ma’rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin!
Hudâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehîdi çoksa da, gâzîsi hiç mi yok?.. Derken,
Derin bir inleme duydum... Fakat, bu ses nerden?
Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh...
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh .
Dedim: “Biraz su getirdim, içer misin, versem!
Gözüyle: “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem,
Enîne başladı. Baktım: Nigâh-ı merhameti.
“Götür!” deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım, ibrâm;
O yükselen sese koştum ki: Âs’ın oğlu Hişâm.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları:
Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa “Ah!”
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, nâgâh!
Hişâm’ı gör ki: O hâlinde kaşlarıyle bana,
“Ben istemem, hadi, git ver, diyordu; haykırana.”
Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı...
Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!
Hişâm’ı bâri bulaydım, dedim, hemen döndüm:
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
Demek, bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümid..
Koşup hizâsına geldim: O kahraman da şehid.”
* * *
Şark’ın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!
Şîrâzesi kopmuş gibi, manzûme-i îman,
Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perîşan.
“Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:
Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde!
Târîhine mev’ûd-i ezelken “ebediyyet”,
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!
“Nisyân”a çıkan yolda mı kaldın güm-râh?
Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâh!
Hilvan - 12 Kânûnisânî 1341
(12 Ocak 1925)
[03.09.2023 19:29] Annem: 95
Ülkemizde Ekmek İsrafının UlaştıĞı Boyut
Nitekim açlık ve yetersiz beslenme, nüfusu 6 milyarı geçen
dünyamızın en büyük meselelerinden biridir. Yılda 1,5 milyar
insanın yetersiz beslendiği (dünya nüfusunun dörtte biri) ve
bir yılda yaklaşık 8 milyon insanın açlık ve yetersiz beslenme
nedeniyle hayatını kaybettiği dünyamızda, gıda israfı ciddi
boyutlara ulaşmıştır. Yapılan araştırmalara göre dünyada bir
yılda; ekonomik değeri 1 trilyon ABD $’na karşılık gelen 1,3
milyar ton gıda israf edilmektedir. Dünyadaki gıda kaybı ve
israfının dörtte birinin önlenmesi durumunda, yetersiz bes-
lenen birbuçuk milyar insanın gıda ihtiyacı karşılanabilmek-
tedir. Ayrıca ABD ve Kanada gibi gelişmiş ülkelerde, üretilen
gıdanın yaklaşık % 40’ı, AB’de ise üretilen ekmeğin % 30’u
israf edilmektedir.
Ekmek İsrafı Araştırması Sonuçları
Yaşanan israfın önüne geçmek amacıyla, Toprak Mah-
sulleri Ofisi tarafından Türkiye’de ekmek üretimi, tüketimi,
tüketim alışkanlıkları, ekmeğin israfı ile israfın nerelerde ve
ne şekilde gerçekleştiğini ortaya koyan iki araştırma yaptırıl-
mıştır. Sonuçlardan görülmüştür ki kültürümüzde kutsal bir
yeri olan ve nimet olarak addedilen ekmeğin israfı 2008’de
%5 iken, 2012’de %20 artışla %6’ya yükselmiştir.
2012 yılında yaptırılan araştırma Türkiye’de; ekmek
üretiminin günde 101 milyon, yılda 37 milyar adet, ekmek
tüketiminin günde 95 milyon, yılda 35 milyar adet, ekmek
israfının günde 6 milyon, yılda 2,1 milyar adet olduğunu ve
üretilen ekmeğin %5,9’unun israf edildiğini ortaya koymuş-
tur.
İsrafın Ortaya Çıktığı Yerler
Ekmek israfı, ekmek üretim veya tüketim süreçlerinin her-
hangi bir aşamasında meydana gelebilmektedir. Üretilen ek-
RAMAZAN GUNLÜKLER - I.indd 95 27.04.2019 00:11:12
[03.09.2023 19:30] Annem: ALLAH’IN SIFATLARI
∙∙∙ 7 5 ∙∙∙
Tevhidin Çeşitleri
a) Rubûbiyyette Tevhit
Allah Teâlâ’nın yegâne yaratıcı kabul edilmesine tevhîd-
i rubûbiyyet denir. Bu tür tevhidin özü O’nun hakkında
düşünülmesi gereken bütün yetkinlik sıfatlarına inan-
mak, zatını bütün noksanlıklardan uzak tutmak ve her-
hangi bir varlığı ilâhlık mertebesine yükseltmemekten
ibarettir. İhlâs sûresi bu tür tevhidin en özlü ifadesidir:
“De ki: O Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağni ve
her şey O’na muhtaçtır. Doğurmamış ve doğmamıştır.
Hiçbir şey O’na denk değildir.”26 Bu sebeple sûreye “tev-
hit sûresi” de denilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de aya, güneşe, yıldızlara, ayrıca taş, ağaç,
hayvan ve bitki gibi nesnelerden edinilen putlara tap-
mak, cinleri Allah’a ortak koşmak, iki ilâh edinmek, Al-
lah’ın oğul veya kızlarının bulunduğunu kabul etmek
gibi hususlar tevhîd-i rubûbiyyetle bağdaşmayan dav-
ranışlara örnek olarak gösterilir.27 Aslında Hz. Peygam-
ber’in muhatabı olan müşrikler bile rubûbiyyet tevhidi
konusunda, yani kâinatı yaratan ve yöneten Allah’tan
başka bir varlığın bulunmadığı hususunda müsbet bir
anlayışa sahiptiler: “Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri
kim yarattı?’ diye sorsan mutlaka ‘Allah’ derler. De ki:
Öyleyse övgü de yalnız Allah’a mahsustur, ama onların
çoğu bunun şuurunu taşımaz.”28
26 el-İhlâs 112/1-4.
27 Bk. el-En’âm 6/100; et-Tevbe 9/30; Meryem 19/88-93; el-
Furkān 25/3.
28 Lokmân 31/25.
ALLAHA İMAN.indd 75 12.03.2015 09:08:59
[03.09.2023 20:48] Annem: Ravi: İbnu Mes'ud (ra)
Resulullah (sav) buyurdular ki: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim de Allah'ın Resulü bulunduğuma şehadet eden kimsenin kanı, üç hal dışında helal değildir: Zina yapan dul. Cana can kısas. Dinden çıkıp cemaatten ayrılan."
Bu hadisin yer aldığı kitaplar: Buhari, Diyat 6, Müslim, Kasame 25, (1676), Ebu Davud, Hudud 1, (4352), Tirmizi, Diyat 10, (1402), Nesai, Tahrim 5, (7, 90, 91), Kasame 5, (8, 13)
Hadisin Açıklaması:
Hadis, kelime-i şehadetle Müslüman olduğunu beyan eden bir kimsenin kanının haram olduğunu belirtmekte, buna istisna teşkil eden üç durumu açıklamaktadır. Bu üç durumdan biri kesinleşince mü'min de olsa kanı helal olmaktadır.
1- Dul, yani evlendikten sonra boşanmış olan kimsenin zina yapması. Nesâî'nin rivayetinde bu husus "Muhsan olan kimsenin zina etmesi, buna recm cezası gerekir" şeklinde daha açık olarak ifade edilir. Muhsan, evliliği tadan kimsedir. Şu halde böyle birisinin zina yapması, recmedilerek öldürülmesini gerektirir. Henüz bekar olup, evlenmemiş kimsenin (kadın veya erkek) zinası recmi gerektirmez.
2- Cana can kısastan maksad, bir kimseyi bile bile haksız yere öldüren kimsenin de kısas edilerek öldürülmesidir. Kasden olmayan veya müdafa-i nefis gibi meşru bir mazeretle cana kıyan kimseye kısas gerekmez.
3- Dinden çıkan, irtidat eden demektir. Müslüman olduğu halde Hıristiyan veya Yahudi olan veya bütün dinleri reddedip ilhada düşen kimsenin İslam'a göre hayat hakkı yoktur. Onun hapsedilip, İslam'a dönmesi teklif edilir. İkna yolları araştırılır. Israr ederse öldürülür.
Hadiste geçen cemaatten maksad, Müslümanlar cemaatidir. Cemaatı terketmek, irtidat etmek demektir. Bu, irtidattan ayrı ikinci bir vasıf değildir. Bir başka ifade ile, irtidat eden bir kimse, Müslüman cemiyetini terketip bir başka cemaate iltihak etse de etmese de hüküm değişmez. İslam'dan çıkmakla cemaati de terketmiş olur. İsterse Müslümanlarla beraber yaşamaya, ailesinden hiç ayrılmamaya azmetmiş olsun. Aksi taktirde Resulullah dördüncü bir şık daha söylerdi.
İbnu Dakîku'l-Îd der ki: "Dinden çıkma, erkek Müslümanın kanını mübah kılan bir cürümdür, bu hususta ulema icma etmiştir. Kadın hakkında ihtilaf edilmiştir. Ancak cumhur, sadedinde olduğumuz hadise dayanarak kadınla erkek arasında ayırım yapmamayı esas almıştır. Çünkü derler, zinada aralarında eşitlik mevcuttur, irtidatta da eşitlik olmalıdır."
İbnu Dakîku'l-Îd hadisle ilgili olarak şunu da söyler: "Hadiste geçen "cemaatten ayrılan" tabirinden şu hüküm de çıkmaktadır: "Bundan murad icma ehline muhalefettir." Böylece, "İcmaya muhalefet eden kâfir olur" diyenlerin görüşü, hadisten destek bulur.
Bu görüş, bazı alimlere nisbet edilmiştir ve bu zayıf da değildir. Çünkü icmaya göre meseleler bazan şeriat sahibinden tevatürle habere dayanır -ki namazın farziyyeti böyledir- bazan da tevatüre dayanmaz. Önceki kısmı inkar eden, icmaya muhalefeti için olmasa da tevatüre muhalefeti için tekfir edilir. Ancak ikinci kısım icmaya muhalif olan tekfir edilmez."
İcmayı inkar edenin tekfiri hususunda şu görüş de ileri sürülmüştür: "Dinin bir vacibi olduğu zarureten bilinen şeyin inkarı diye kayıtlamak gerekir; beş vakit namaz gibi."
Bazıları: "Vacib olduğu tevatürle bilinen şeyin inkarı küfrü gerektirir" demiş, misal olarak âlemin hudusu meselesini göstermiştir. İyaz ve başkaları "âlemin kıdemini iddia edenin tekfir edileceğine icma edildiğini" naklederler.
Mevzu üzerine kelamcıların bazı tahlilleri ve ihtilafları mevzubahis ise da, aktarmayı gereksiz görüyoruz
[03.09.2023 20:49] Annem: Hz. Peygamber (sav) yaş hurmayı kuru hurma ile değiştirmeyi yasakladı ve "Bu riba'dır, buna müzabene denir" buyurdu. Ancak ariyye satışını bundan istisna etti. Ariyye bahçe sahibinin ayırdığı bir veya iki hurma ağacıdır. Onların başındaki meyvenin kuruyunca ne kadar olacağını göz kararıyla tahmin eder. Bunun bedelince yaş hurma (satın alıp) yer" (Tirmizi bir başka rivayette şu ilaveyi kaydeder: "Resulullah (sav) yaş üzümü kuru üzümle her meyveyi, meyve cinsinden tahmini karşılığıyla satmayı yasakladı." Yahya İbnu Said ariyye'yi şöyle açıkladı: "Kişinin ailesine yedirmek maksadıyla birkaç hurma ağacının yaş meyvesini, - miktarını tahmin yoluyla takdir edip - kuru hurma karşılığında satın almasıdır.")
Kaynak: Buhari, Büyu 83, Şürb 17; Müslim, Büyu 64, (1540); Ebu Davud, Büyu 20, (3363); Tirmizi, Büyu 64, (1303); Nesai, Büyu' 35, (7, 268)
Rivayet: Sehl İbnu Ebi Hasme
[03.09.2023 20:49] Annem: 3- Ezanın Sıfatı Bâbı
868- Bana Ebû Gassân el-Mismaî, Mâlik b. Abdilvâhid ile İshak b. İbrahim rivâyet ettiler. Ebû Gassan; Bize Muâz rivâyet etti, dedi. İshak ise; Bize Sahib-i Destevâi Muâz b. Hişâm haber verdi, dedi. Muâz Dedi ki; Bana babam Amir b. Ahval'den, o da Mekhûl'den, o da Abdullah b. Muhayrîz'den, o da Ebû Mahzûra'dan naklen rivâyet etti ki: Nebiyyullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine şu ezam öğretmiş:
Allâhüekber, Allâhü ekber
«Allah herşeyden büyüktür. Allah herşeyden büyüktür.
Eşhedü en lâilâhe illallah, Eşhedü en lâilâhe illallah
Ben Allah'dan başka ilâh olmadığına şahadet ederim.
Ben Allah'dan başka ilâh olmadığına şahadet ederim.
Eşhedüenne Muhammeden Resûlüllah, Eşhedüenne Muhammeden Resûlüllah
Ben Muhammed'in Resûlüllah olduğuna, şahadet ederim.
Ben'Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şahadet ederim» sonra dönerek yine şöyle dedi:
«Ben Allah'dan başka ilâh olmadığına şahadet ederim.
Ben Allah'dan başka ilâh olmadığına şahadet ederim.
Ben Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şahadet ederim,
Ben Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şahadet »derim, (sonra iki defa):
«Haydin namaza» Hayye ale’s-salâh iki defa da:
«Haydin Felaha» Hayye ale’l-felâh (demiş)
Allâhüekber, Allâhü ekber
Lâilâhe illâllah
İshâk «Allah herşeyden büyüktür, Allah herşeyden büyüktür. Allah'dan başka ilâh yoktur» cümlelerini de ziyade etti.
Bu Hadîs Müslim'in ekseri esas nüshalarında böyledir. Yani ezanın başında iki defa tekbir getirileceğini gösterir. Fakat Müslim'den başka hadis İmâmları rivâyetlerinde ezanın başında dört defa tekbir alınacağı zikredilmiştir. Kâdî Iyâd, Sahîh-i Müslim'in Fârisî tarîklarından bazılarında tekbirin dört defa getirileceği zikredildiğini söyler. Aynı ihtilâf Abdullah b. Zeyd hadîsinde dahi mevcuttur. Meşhur olan rivâyete göre ezanın başındaki tekbirler dörttür. Mezheb imanlarından Ebû Hanîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel ile cumhûru ulemânın mezhebleri budur. İmâm Mâlik iki defa tekbîr alınacağına kail olmuş ve bu hadîsle istidlal etmiştir. Mâli k'in bir delili de:
Medine'lilerin amelidir. Onlar Hazret-i İmâma göre sünneti daha iyi bilirler. Cumhûru ulemâ «mu'temed râvinin ziyâdesi makbuldür» diyerek dört tekbire kail olmuşlardır. Bir delilleri de:
Mekke'lilerin dört tekbîr almasıdır. Mekke-i Mükerreme gerek hac mevsiminde gerekse şâir zamanlarda müslümanların toplandığı yerdir. Onların bu fiilini inkâr eden bulunmamıştır.
Hadis-i şerif ezanda tercîa kaail olan İmâm Mâlik, Şafiî'e Ahmed b. Hanbel (rahimehümüllah) ile diğer ulemânın de-allerindendir. Tercî’ iki şahadeti alçak sesle okuduktan sonra dönerek tekrar bir de yüksek sesle okumak demektir.
Ebû Hanîfe ile Küfe ulemâsına göre ezanda Terci’, meşru’ değildir, onlar Abdullah b. Zeyd hadisi ile istidlal ederler. O hadisde terci' zikredilmemiştir.
Şafiîler Tercî'in ezanın bir rüknü olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Esah olan kavle göre terci' sünnettir. Hadis İmâmlarından bir çokları ile diğer bir takım ulemâya göre müezzin terci’ yapıp yapmamakta muhayyerdir.
[03.09.2023 20:49] Annem: İĞRETİ SAÇ TAKMA VE DÖVME YAPTIRMA, DİŞLERİNİ SÜSLÜ GÖRÜNSÜN DİYE TÖRPÜLETMENİN YASAKLIĞI
“Onlar Allah'ı bırakıp, yalnızca dişilere ve dişi saydıkları putlara ibadet edip yalvarıp yakarıyorlar. Böylece de inatçı şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Ki o şeytanı Allah, şöyle dediği için rahmetinden uzaklaştırmıştır: “Senin kullarından belirli bir pay edineceğim, onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onlara boş hevesler ve özlemlerle dolduracağım. Ben onlara kesinlikle emredeceğim, onlarda putperestçe bir kurban âdeti olarak, hayvanların kulaklarını yaracaklar ve onlara yine emredeceğim, Allah'ın yaradılıştaki şekil ve özelliklerini değiştirecekler...” (4 Nisa 117-119)
1644: Esma (Allah Ondan razı olsun)’dan rivayet edildiğine göre bir kadın Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’e gelerek: Ey Allah'ın Rasulü, kızımın bir cild hastalığından dolayı saçları döküldü. Onu evlendirdim dökülen saçları yerine saç taktırayım mı? diye sordu. Bunun üzerine Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem): “İğreti saç takan ve taktırana da Allah lanet etmiştir” buyurdu.
1645: Humeyd ibni Abdurrahman (Allah Ondan razı olsun)’dan bildirildiğine göre Muaviye (Allah Ondan razı olsun) hac yaptığı sene Medine’de bir zabıta memurunun elinde bulunan bir tutam alın saçını alıp Medine mescidi minberinden halka şöyle hitap etmiştir:
- Ey Medineliler alimleriniz nerede? Niçin bu türlü kötülükleri önlemezler. Ben Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’i kadınları bu türlü şeyleri kullanmaktan yasaklayarak şöyle söylediğini duymuşumdur: “İsrailoğulları kadınları bu türlü şeyleri kullanmayı adet edinince alimleri onları bunlardan engellemedikleri için helak olmuşlardır.” (Buhari, Enbiya 54, Müslim, Libas 122)
1646: İbni Ömer (Allah Onlardan razı olsun)'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem): “Saçlarına saç ektiren ve ekleyen, dövme yapan ve yaptıran kadınlara lanet etmiştir.” (Buhari, Libas 83, Müslim, Libas 115)
1647: İbni Mes’ud (Allah Ondan razı olsun)’dan bildirildiğine göre: Dövme yapan ve yaptıran, güzel görünsün diye yüzünün, kaşının tüylerini yolan ve incelten, yine güzel görünsün diye dişlerini törpüleyip seyrekleştiren ve Allah'ın yarattığı fıtratı bozan kadınlara Allah lanet etsin demişti.
Ümmü Yakup adlı bir kadın bu hususta İbni Mes’ud’u aşırı gitmekle suçladı. Bunun üzerine İbni Mes’ud Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in lanet ettiği kimseye niçin lanet etmeyecekmişim?! Bu husus Kur’an’da emredilmiştir. Allah 59 Haşr suresi 7. Ayetinde: “Peygamber size ne verirse onu alın, sizi yasakladığı şeylerden de uzak durun” buyurmaktadır. (Buhari, Libas 82, Müslim, Libas 120)
[03.09.2023 20:50] Annem: Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Ben dostum sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim:
“Mü’minin nuru ve beyazlığı, abdest suyunun ulaştığı yere kadar varır.”
Müslim, Tahâret 40. Ayrıca bk. Nesâî, Tahâret 109
[03.09.2023 20:50] Annem: “Allah ve melekler peygambere salat ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salat ve selam okuyun.”
Ahzâb, 33/56
Müslümanca | İslam Ansiklopedisi
[03.09.2023 20:50] Annem: Hz. Peygamber (sav), kuru hurma vererek, tahmin yoluyla ariyyelerin satın alınmasına, beş vask veya beş vasktan az miktar için izin verdi." Ravilerden biri, "beş vask" mı dedi, yoksa "beş vasktan az" mı dedi diye şüphe etmiştir.
Buhari, Büyu, 83 (Şürb 17); Müslim, Büyu 71, (1541); Ebu Davud, Büyu 21, (8364); Nesai, Büyu 35, (7, 268); Tirmizi, Büyu 63, (1301); Muvatta, Büyu 14, (2, 620)
Müslümanca | İslam Ansiklopedisi
[03.09.2023 20:50] Annem: Ümmü Rûmân (r.anha)
2018-05-25 Tarihinde Yayınlandı
Ümmü Rûmân daha önce dul iken, Hz. Ebû Bekir’le evlenmişti. Hz. Âişe validemiz ile Hz. Abdurahman bu evlilikten dünyaya geldi. İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. Sıkıntılı ve işkenceli günlerde Hz. Ebû Bekir’e destek oldu. Allah yolunda karşılaştığı bütün sıkıntılara sabretti. O kadar maddi manevi sıkıntılarla iç içe olduğu hâlde, bir sefer olsun hâlinden şikâyet etmedi.
Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir’le çok sık görüşürdü. İslamiyet’in yayılması hususunda onunla istişare ederdi. Bu vesileyle sık sık evine giderdi. Evinde, İslamiyet’in yayılması hususunda sohbet edilmesi, Ümmü Rûmân’ı (r.a.) çok sevindirirdi. Peygamberimize elinden gelen hürmet ve yakınlığı gösterir, evini şereflendirmesinden dolayı memnuniyetini ifade ederdi.
Hz. Hatice validemizin vefatından sonraydı… Peygamberimize Hz. Âişe ile evleneceği vahyedilmişti. Resûlullah (a.s.m.) bu bahtiyar aileyi ziyarete gittiğinde Ümmü Rûmân’a, “Âişe’yi koruyup ona iyi muamele etmenizi tavsiye ederim.” dedi. Ümmü Rûmân zeki birisiydi. Resûlullah’ın bu tavsiyesinde mutlaka bir hikmetin bulunduğunu tahmin ediyordu. Bundan böyle Hz. Âişe’ye daha bir ihtimam gösterdi. Fakat her nasılsa bir gün Resûlullah (a.s.m.), Hz. Âişe’yi ağlarken buldu. Onun böyle hıçkıra hıçkıra ağlaması Resûlullah’ın şefkatine dokundu. Yanına yaklaşarak, niçin ağladığını sordu. Aişe (r.anha), annesi yüzünden ağladığını söyledi. Peygamberimiz, Ümmü Rûmân’a döndü ve “Ben sana Âişe’ye iyi davranmanı söylememiş miydim?” buyurdu. Ümmü Rûmân (r.anha) mahcubiyet içerisinde, artık ona sert davranmayacağına dair söz verdi.
Bu hadiseden bir müddet sonra Osman bin Maz’un’un (r.a.) hanımı Hz. Havle, Resûlullah’a gelerek, Hz. Âişe ile nikâhlanması teklifinde bulundu. Peygamberimiz de bunu kabul ederek Hz. Havle’yi dünür olarak gönderdi.
Hz. Havle’ye kapıyı Ümmü Rûmân açtı. Havle’nin (r.anha) sevinç içerisinde olduğunu görünce, bunun sebebini sordu. Hz. Havle, “Ey Ümmü Rûmân, Cenâb-ı Hakk’ın hayır ve berekette sizi hangi mertebeye eriştirdiğini biliyor musun?” diye sordu. Ümmü Rûmân meraklanmıştı. Heyecanla, “Nedir o?” dedi. Hz. Havle, “Resûlullah, Âişe’yi istemek için beni size gönderdi!” diye müjdeyi verdi. Ümmü Rûmân bu habere çok sevinmekle beraber bir cevap veremedi. Havle’ye, Hz. Ebû Bekir’i beklemesi ricasında bulundu. Biraz sonra Hz. Ebû Bekir geldi. Hz. Havle ona da müjdeyi verdi. Hz. Ebû Bekir için Resûlullah’a kayınpeder olmaktan daha güzel bir şey düşünülebilir miydi? Teklifi kabul etti. Böylece Peygamberimizle Hz. Âişe validemiz nişanlandılar.
Gerek Hz. Ebû Bekir gerekse Ümmü Rûmân bundan böyle Hz. Âişe’ye daha bir dikkat gösterdiler. Onu Resûlullah’a eş olabilecek şekilde yetiştirmek için gayret sarf ettiler.
Bir müddet sonra Peygamberimiz (a.s.m.), Hz. Ebû Bekir’le birlikte hicret etti. Her ikisi de ev halkını Mekke’de bırakmışlardı. Çünkü beraber getirmeleri tehlikeliydi. Hicret’ten birkaç gün sonra, onları getirmenin yollarını araştırdılar. Peygamberimiz evlatlığı Zeyd bin Hârise’yi (r.a.), Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdullah’ı bu iş için vazifelendirdi. Onlar Mekke’ye gittiler. Müminlerin annesi Sevde bint-i Zem’a’yı, Hz. Fâtıma’yı, Ümmü Rûmân’ı (r.anha) ve Hz. Âişe’yi alarak Medine’ye doğru yola koyuldular.
Bir ara Hz. Âişe’nin devesi kaçtı. Ümmü Rûmân (r.anha) çok üzüldü. Başına bir felaket gelirse Resûlullah’a ne cevap verecekti? “Eyvah kızcağızım! Eyvah gelinciğim!” diye çırpınmaya başladı. Biraz sonra deve sakinleştirildi. Bu küçük kafile yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı.
Ümmü Rûmân (r.anha), Mekke’de olduğ
[03.09.2023 20:53] Annem: İSLÂM'DA EVLILIK
İslâm’da evlilik “nikah” akdiyle yapılır. Nikâh, evliliğe karar vermiş on sekiz yaşından büyük; sağlıklı, fizyolojik, psikolojik, biyolojik açılardan evlenme liyâkat ve ehliyetine sahip kadın ve erkek iki Müslümanın alenî olarak şahitler huzurunda yaptıkları ve hukûkî bağlayıcılığı olan medenî sözleşmenin adına denir. İslâm’da evlilik Kur’ân, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen bir âyette, “İçinizden bekâr olanları evlendiriniz.” (Nûr, 32); bir başka âyette de, “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 21) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen birçok rivâyette evliliğe teşvik vardır. Bu rivâyetlerden birisinde, “Evlenin, çoğalın! Çünkü ben (kıyamet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin (çokluğunuzla) iftihar edeceğim!” (Abdurrezzâk, el-Musannef, VI, 173) buyrulurken, şu rivâyetlerde de, “Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.” (Buhârî, Nikâh, 3); “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimi uygulamayan benden değildir. Evleniniz. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (İbn Mâce, Nikâh 1) buyrulmaktadır.Görüldüğü gibi âyet ve hadislerde evlilik teşvik edilmektedir. Bütün semâvî dinlerde olduğu gibi İslâm dini de aile kurmaya büyük önem vermiştir. Bu konuda anne ve babalara, akrabalara, konu-komşuya, eş, dost, arkadaş, hatta kamudan sorumlu herkese sorumluluklar yüklemiştir.
Nasihat Takvimi
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.nasihattakvim
[03.09.2023 20:53] Annem: ❝Bize olağanüstülükler değil; zikre devam, Allah’a(c.c.) teveccüh, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnete ittibâ vardır. Böylece feyz ve bereketler ortaya çıkar.❞
▪ Muhammed Seyfüddin Sirhindî (ks)
[03.09.2023 20:53] Annem: YERYÜZÜNÜN HALIFESI
Müslüman, yeryüzünün halîfesidir. Yeryüzü ona emânet edilmiştir ve o yeryüzü gidişatından sorumludur. Bunun için Müslüman, dünya gidişatına kayıtsız kalamaz, yaşananlardan bîhaber olamaz. Şu tarihî örnek bunun açık kanıtıdır:Müslümanlar henüz Mekke Dönemi’ni yaşıyorlardı. Sayıları azdı, devletleri yoktu, imkanları kısıtlıydı. İşte böyle bir dönemde peygamberliğin sekizinci yılında Mekke’ye çok da yakın sayılmayan bir bölgede dünyanın o günkü iki süper gücü olan İran ve Bizans büyük bir savaşa tutuşmuşlar ve sonuçta Bizans ağır bir yenilgiyle karşı karşıya kalmıştı.Mekke’ye ulaşan bu haber ateşe tapan İran’ın Kitap Ehli Bizans’ı yenmesi putperest Mekkelileri sevindirmiş ve Müslümanları da üzmüştü. Yüce Allah, Müslümanları tesellî etmek üzere Rûm Sûresi’nin şu âyetlerini indirdi:“Rumlar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden bir kaç yıl sonra/on yıldan az bir sürede gâlip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün, inananlar, istediğine yardım eden Allah'ın yardımına sevineceklerdir. O güçlüdür, merhametlidir.” (Rum Suresi 1-5)Âyetler, büyük bir yenilgi alan Bizans’ın kısa sürede toparlanıp İran’a karşı zafer kazanacağını, o günlerde mü’minlerin de kazanacakları büyük bir zaferle sevineceklerini haber vermektedir. Gerçekten de öyle olmuştur.Müşriklerin imkânsız gördükleri şey gerçekleşmiş ve Kur’ân’ın haber verdiği üzere on yıldan daha az bir süre içerisinde Kitap Ehli Bizans, ateşperest İran’ı mağlup etmişti. Aynı yıl Müslümanlar da Bedir’de, Mekke müşriklerine karşı büyük bir zafer kazanarak sürûra gark olmuşlardı. Kur’ân’da bu olayın zikredilmesinin bize söyleyeceği çok önemli mesajları vardır. Şöyle ki:Müslümanlar dünyadaki olaylara kayıtsız kalamazlar. Çünkü onlar, insanlığın gidişatından sorumludurlar. Zira onlar bütün insanlığın hayrına seçilip gönderilmiş ve görevlendirilmiş bir ümmettir: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân, 110)Bugün yanı başlarında yaşanan hâdiselere kayıtsız kalan Müslümanlar, Rûm Sûresi âyetleri ışığında, insanlara karşı sorumluluklarını bir kez daha gözden geçirmelidirler.Bugün büyük bir köye dönüşen şu küçülen dünyada yaşanan olayları bizim görmezden-duymazdan gelmemiz düşünülemez. Bir Müslüman, “Balkanlardan bana ne.?”, “Filistin’den bize ne?”, “Sincan bizi ne ilgilendirir?”, “Türkî Cumhuriyetlerden bize ne?”, “Afrika’da açlıkla mücadele eden insanlardan bize ne?” diyemez.Madem ki bugün gelişen iletişim ve ulaşım araçları sayesinde dünyanın her yanı ile anında irtibat kurabiliyor, anında oralardan haberler alabiliyor ve oralara maddî yardımlar ulaştırabiliyorsak bu imkanların gereğini yerine getirmekle yükümlüyüz.
Nasihat Takvimi
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.nasihattakvim
[03.09.2023 20:53] Annem: ❝(Şuayb kavmine şöyle dedi) Rabbinizden bağışlanmayı dileyin, sonra O’na tövbe edin. Muhakkak ki rabbimin merhameti ve sevgisi boldur.❞
| Hûd Suresi, 90
[03.09.2023 20:53] Annem: Hadis-i Şerifte Buyuruldu ki:
Hayır, Allah'a kasem olsun Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hazreti İsa'nın kızıl çehreli olduğunu söylemedi. Ancak şunu söyledi: "Ben bir keresinde uyumuştum. Rüyamda Beytullah'ı tavaf ediyordum. O sırada düz saçlı, kumral benizli, başından su akar vaziyette iki kişiye dayanıp ortalarında gitmekte olan birisini gördüm. "Bu kim?" dedim. "Meryem'in oğlu!" dediler. Bunun üzerine daha yakından görmek için ilerledim. Kızıl, iri, kıvırcık saçlı, sağ gözü kor, gözü üzüm gibi pörtlek bir adam daha vardı. "Bu kim?" dedim. "Bu Deccal'dir dediler. İnsanlardan en çok ona benzeyeni İbnu Katan'dı." Zühri der ki: "İbnu Katan, cahiliye devrinde vefat eden Huzaalı bir kimseydi."
Kaynak : Buhari, Ta'bi 33, 11, Enbiya, 42, Libas 68, Fiten 26, Müslim, İmam 275, (169), Muvatta, Sıfatu'n-Nebi 2, (2, 920)
( Sen de oku : bit.ly/Hadisiserif )
[03.09.2023 21:00] Annem: [Hadis No : 3616]
Ümmü Ammâre radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm abdest aldı. Bu maksadla kendisine içerisinde üçte iki müdd miktarında su bulunan bir kab getirilmişti.''
Ebu Dâvud, Tahâret 44, (94); Nesâi, Tahâret 59, (1, 58).
Nesâi şunu ilâve etmiştir: "Şu'be der ki: "Ben, Aleyhissalâtu vesselâm'ın kollarını yıkadığını ve onları ovduğunu, kulaklarının iç kısmını meshettiğini öğrendim. Ancak kulakların dışını da meshettiğini bilmiyorum."
İslami Uygulamalar islamiuyg@gmail.com
[03.09.2023 21:02] Annem: “Allahım! Bütün işlerimin başı olan dinim konusunda hataya düşmekten beni koru! Yaşadığım şu dünyadaki işlerimin yolunda gitmesini sağla! Dönüp varacağım âhiretimi kazanmama yardım et! Hayatım boyunca daha çok hayır yapmama imkân ver! Her türlü kötülükten kurtulmamı sağlayacak bir ölüm nasip et!”
(Müslim, Zikir 71)
[03.09.2023 21:02] Annem: Bir Ayet
Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.
(Âl-i İmran, 3/92)
İslami Uygulamalar islamiuyg@gmail.com
[03.09.2023 21:02] Annem: Bir Hadis
Allah (yarattıklarına daima) yumuşak davranır ve yumuşak davranılmasını sever.
(Ebu Dâvûd, Edeb,10)
İslami Uygulamalar islamiuyg@gmail.com
[03.09.2023 21:02] Annem: Bir Dua
...İşlediğim günahların şerrinden sana sığınırım. Bana lutfettiğin, ni'metlerini i'tirâf ederim, günahımı da i'tirâf ederim. Beni affet çünkü günahları ancak Sen affedersin
(Buhârî,De’avât, 2, 15)
İslami Uygulamalar islamiuyg@gmail.com
[03.09.2023 21:03] Annem: Üsâme b. Zeyd (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav) beni alır, bir dizine oturtur, (torunu) Hasan b. Ali’yi de öbür dizine oturturdu. Sonra
bizi bağrına basıp şöyle derdi: ‘Allah’ım, bu ikisine merhamet et! Ben de
onlara merhamet ediyorum!’”
(B6003 Buhârî, Edeb, 22)
[03.09.2023 21:20] Annem: 26- EBVÂBU SADAKATİ'L-FITR..
1- Fıtr Sadakasının Farzlığı Babı
2- Fıtr Sadakası Müslğmanlardan Köle ve Diğerleri Üzerine Vacibdir Babı
3- "Fıtr Sadakası Arpadan Bir Sa'dır" Babı
4- "Fıtr Sadakası Taamdan (Yani Buğdaydan veya Herhangibir Yiyecek Maddesinden) Bir Sa' idi" Babı
5- Fıtr Sadakası Hurmadan Bir Sa' idi Babı
6- (Fıtr Sadakası) Kuru Üzümden Bir Sa'dır Babı
7- Fıtr Sadakası Bayram Namazından Önce (Verilmelidir Babı
8- Fıtr Sadakasının Hürr Kimse Üzerine de, Köle Üzerine de Vucübu Babı
9- Fıtr Sadakası Küçük Çocuk Üzerine de, Büyük Kimse Üzerine de Vacibdir Babı
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle
26- EBVÂBU SADAKATİ'L-FITR
(Fıtr Sadakası Bâbları) [1]
1- Fıtr Sadakasının Farzlığı Babı [2]
Ve Ebu'l-Âliye RafîVbnu Mihrân er-Rıyâhî, Muhammed ibn Şîrîn, Atâ ibn Ebî Rebâh fıtr sadakasını farz görmüşlerdir [3].
1-.......İbn Umer (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) fıtr zekâtını müslümânlardan köle, hürr, erkek, kadın, küçük, büyük üzerine hurmadan bir sâ' yâhud arpadan bir sâ' olarak farz kıldı. Ve bu zekâtın insanların bayram namazına çıkmasından önce verilmesini emreyledi [4].
2- Fıtr Sadakası Müslğmanlardan Köle ve Diğerleri Üzerine Vacibdir Babı
2-.......Bize Mâlik, Nâfi'den; o da İbn Umer(R)'den tahdîs etti (ki, o şöyle demiştir): Rasûlullah (S) fıtr zekâtını, müslümânlardan erkek yâhud her bir dişi hürr yâhud köle üzerine, hurmadan bir sâ' yâhud arpadan bir sâ' olarak farz kıldı [5].
3- "Fıtr Sadakası Arpadan Bir Sa'dır" Babı
3-.......Bize Sufyân es-Sevrî, Zeyd ibn Eslem'den; o da Iyâd ib-
nu Abdillah'tan; o da Ebû Saîd Hudrî(R)'den tahdîs etti (ki o): Biz sadakayı (yânî fıtr sadakasını) arpadan bir sâ' olarak yedirir idik (demiştir) [6].
4- "Fıtr Sadakası Taamdan (Yani Buğdaydan veya Herhangibir Yiyecek Maddesinden) Bir Sa' idi" Babı [7]
4-.......Buradaki râvî, Ebû Saîd el-Hudrî(R)'den şöyle derken işitmiştir: Biz fıtr zekâtını taamdan (yânî buğdaydan veya her nevi' yiyecek maddesinden) bir sâ' olarak çıkarır idik. Yâhud arpadan bir sâ' olarak, yâhud hurmadan bir sâ' olarak, yâhud ekit denilen yoğurt kurusundan bir sâ' olarak, yâhud kuru üzümden bir sâ' olarak (çıkarır idik) [8],
5- Fıtr Sadakası Hurmadan Bir Sa' idi Babı
5-.......Abdullah (ibnu Umer) şöyle'demiştir: Peygamber (S) fıtr zekâtının hurmadan bir sâ' olarak, yâhud arpadan bir sâ' olarak ve-' rilmesini emir buyurdu. Abdullah ibn Umer (R): Müteakiben insanlar buğdaydan iki müdd'ü (yânî yarım sâ'ı) bunun dengi yaptılar, demiştir [9]
6- (Fıtr Sadakası) Kuru Üzümden Bir Sa'dır Babı
6-.......Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Biz Peygamber (S) zamanında -fıtr sadakasını- taamdan (yânî buğdaydan veya her nevi' yiyecek maddesinden) bir sâ'veriridik. Hurmadan bir sâ', yâhud arpadan bir sâ', yâhud kuru üzümden bir sâ' verirdik. Muâviye (devlet başkanlığına) geldiği ve Şam'dan buğday bolgelinceMuâviye: Buğdaydan bir müdd, (diğer hububattan) iki müdde denk olur zannediyorum, dedi [10]
yorum, dedi 10.
7- Fıtr Sadakası Bayram Namazından Önce (Verilmelidir Babı
7-.......Bize Musa ibnu Ukbe, Nâfi'den; o da İbnu Umer(R)'den; tahdîs etti ki, Peygamber (S) fitr zekâtının, insanlar bayram namazına çıkmalarından önce verilmesini emreylemiştir [11]. '
8-.......Ebû Sâid el-Hudrî (R): Biz Rasûlullah zamanında (fıtr sadakasını) bayram gününde her nevi' taamdan (yânî her nevi' yiyecek maddesinden veya buğdaydan) bir sâ' olarak çıkarır idik, demiştir. Ve yine Ebû Saîd: Arpa, kuru üzüm, yoğurt kurusu ve hurma ise bizim (âdet edindiğimiz) yemeğimiz idi, demiştir [12].
8- Fıtr Sadakasının Hürr Kimse Üzerine de, Köle Üzerine de Vucübu Babı [13]
Ve İbn Şihâb ez-Zuhrî: Ticâret* için hazırlanmış olan kölelerden, yılın sonunda, hem ticâret kıymetlerindeki ze
[03.09.2023 21:20] Annem: 15- Îmân Ehlinin Ameller Sebebiyle Birbirlerinden(Faziletçe) Üstün Oluşları
22-......Bana Mâlik, Amr ibn Yahya el-Mâzinnî'den, o da babasından, o da Ebû Saîd Hudrî (radıyallahü anh)'den tahdîs etti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Cennet ahâlîsi cennete, ateş ahâlîsi de ateşe girdikten sonra Yüce Allah: Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca îmân varsa ateşten çıkarınız, diye emreder. Bunun üzerine bu kimseler simsiyah kesilmiş oldukları hâlde çıkarılıp Hayât (yahut Haya) nehri içine atılırlar ve orada sel uğrağında kalan yabanî reyhan tohumları nasıl sür'atle yetişirse öylece yetişirler. Görmez misin, bunlar sapsarı olarak ve iki tarafa salınarak (ne güzel) sürerler".
Ve keza Vuheyb ibn Aclânî (105) dedi ki: Bize Amr ibn Yahya babasından, o da Ebû Saîd'den bu hadîsi tahdîs etti ve bu rivayetinde "Hayât Nehri" ve "Hayırdan bir hardal tanesi" ta'bîrlerini söyledi.
23 Bize İbrâhîm ibn Sa'd (l 10-183), Salih ibn Keysân'dan; o da İbn Şihâb'dan, o da Ebû Umâme ibn Sehl'den tahdîs etti ki, o da Ebû Saîd Hudrî (radıyallahü anh)'den şöyle derken işitmiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
- "Uyuduğum esnada gördüm ki insanlar bana arz olunuyorlardı. Üstlerinde gömlekler vardı, bu gömleklerin bâzısı memelere ulaşıyor, bâzısı daha kısa idi. Omer ibn Hattâb da bana arz olundu. Üstünde (eteklerini yerde) sürüdüğü bir gömlek vardı."
- Yâ Rasûlallah! Bunu ne ile te'vîl (yani ta'Bir) ettin? diye sordular.
- "Dîn ile" dedi.
[03.09.2023 21:20] Annem: Kıyamet gününde tüm haklar sahiplerine kesinlikle verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alınır.
(Tirmizî, Sıfatü'l-kıyâme, 2)
[03.09.2023 21:22] Annem: - عَنْ أُمِّ هَانِئٍ، قَالَتْ ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ
- اَلْعِلْمُ مِيرَاثِى وَمِيرَاثُ الْأَنْبِيَاءِ قَبْلِى فَمَنْ كَانَ يَرِثُنِى فَهُوَ مَعِىَ فِى الْجَنَّةِ
- ام هانى رضى الله عنهادن روايت اولوندى كه رسول الله صلى الله عليه وسلم افنديمز شويله بويورمشلردر
- علم، بنم و بندن اوكجەكى پیغمبرلرك ميراثيدر. كيم بكا وارث اولورسه او جنتده بنمله برابر اولور
- Ümmü hani (r.anha)’dan rivayet olundu ki, Rasülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır
- İlim, benim ve benden önceki peygamberlerin mirasıdır. Kim bana varis olursa o cennette benimle beraber olur.
- Süyûtî, Camiu’l-Ehâdîs, h. 14502
[03.09.2023 21:22] Annem: Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.(Ahkâf, 46/13-14)
[03.09.2023 21:22] Annem: 3/Âl-i İmrân
159 - Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.
[03.09.2023 21:22] Annem: Şerik İbn Abdullah İbn Ebu Nemir, Enes bin Malik'in şöyle dediğini bizzat ondan işittiğini söylemiştir: Biz mescitte Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile birlikte otururken deve üzerinde bir adam girerek devesini mescide çöktürdü, sonra bağladı. Ardından "Muhammed hanginiz?" diye sordu. Nebi s.a.v. ashabı arasında yan tarafına dayanmış olarak oturuyordu. Biz "Şu beyaz tenli ve yan tarafına dayanmış olarak oturan adamdır" dedik. Adam Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e: "Ey Abdülmuttalib'in oğlu (torunu)!" dedi. Nebi s.a.v. yine: "Buyur dedi. Adam: "Sana bazı şeyler soracağım ve seni sıkıştıracağım. Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Evet" buyurdu. Adam: "Allah aşkına söyle, bir gün ve gecede beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?". Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem): Allah'ım buna şahittir evet" buyurdu. Adam: "Allah aşkına söyle, senenin şu (Ramazan) ayını oruçlu geçirmemizi sana Allah mı emretti?". Allah'ım buna şahittir, evet" dedi. Adam: "Allah aşkına söyle, şu zekatı zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı emretti?" Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem): Allah'ım buna şahittir evet" buyurdu. Adam: "Senin getirdiklerine ben İman ettim. Ben gerideki kavmimin de elçisiyim. Ben Benî Sa'd b. Bekir kabilesinden Dımam b. Sa'lebe'yim" dedi
Grades:
Reference: Sahih Buhari 63
In-book reference: Kitap 3, Hadis 5
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.islamicproapps.hadithpro
[03.09.2023 21:23] Annem:
GASB BÖLÜMÜ.. 2
GASB.. 2
GASB BÖLÜMÜ
GASB
ـ4319 ـ1ـ عَنْ أبِي سَلَمَةَ بْنِ عَبْدِ الرَّحْمنِ عَنْ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها قَالَتْ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ ظَلَمَ قِيدَ شِبْرٍ مِنَ ا‘رْضِ طُوِّقَهُ مِنْ سَبْعِ أرْضِينَ[. أخرجه الشيخان .
1. (4319)- Ebû Seleme İbnu Abdirrahmân Hz.Âişe (radıyallahu anhâ)' dan anlattığına göre Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Kim (gasben başkasının) arazisine bir karış haksız tecavüz ederse yedi kat yerin dibine kadar boynuna dolandırılarak cezalandırılır)." [Buhârî Bed'ül-Halk 2, Mezâlim 13; Müslim, Müsâkat 142, (1612).][1]
ـ4320 ـ2ـ وفي أخرى لِلْبُخَارِىّ عَنِ ابْنِ عُمَرَ: ]مَنْ أخَذَ شِبْراً مِنَ ا‘رْضِ بِغَيْرِ حَقٍّ خُسِفَ بِهِ يَوْمَ الْقيَامَةِ إلى سَبْعِ أرْضِينَ[. »الْقِيدُ« بِكَسْرِ الْقَافِ: الْقِدْرُ .
2. (4320)- Buhârî'nin İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'dan kaydettiği diğer bir rivayette şöyle buyrulmuştur: "Kim, araziden haksız olarak bir karışlık yer alırsa, Kıyamet günü, onunla yedi kat yere batırılır." [Buhârî, Mezâlim 13, Bed'ü'l-Halk 2.][2]
AÇIKLAMA:
1- Gasb, başkasının malını zulmen ve tecâvüzen almaktır. Kitabımız, gasbla ilgili olarak iki hadis kaydetmiştir. Her ikisi de arazi gasbıyla ilgilidir. Şunu bilelim ki, gasb kelimesi sadece arazi ile ilgili olarak kullanılmaz, her çeşit malın zulmen alınması gasb'tır.
2- Hadiste karış (şibr) kelimesi kullanılarak zulmen alınan şeye terettüp edecek vaîde maruz kalmada alınan şeyin az veya çok olmasının farketmediğine işaret edilmiştir. Bir kimse haksızlıkla bir başkasının malını bile bile aldı mı, aldığı şey ne kadar az da olsa ciddi bir tehdide maruzdur, büyük bir cezaya müstehak olmuştur. Bazı hadislerde "Gasbettiği şeyi boynuna takmış olarak gelir" buyrulmuştur. Bu, kıyamet gününde kişinin gâsıb oluşunun Mahşer halkı önünde teşhiri demektir, rezil rüzvay kılınması demektir.
Müslim'in bir rivayetinde geldiğine göre Ervâ Bintu Üveys adında bir kadın, Emeviler devrinde Saîd İbnu Zeyd'i, Mervân'a şikayet ederek, Said'in evinden bir kısmın kendine ait olduğunu söylemiştir. Saîd Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Kim başkasının arazisinden haksız olarak bir karış alacak olsa kıyamet günü, yedi kat yerin dibine kadar boynuna dolanacak" dediğini işittim" diyerek evi kadına bırakır, ancak şöyle bir bedduada bulunur: "Allahım eğer bu kadın yalancı ise gözünü kör et, kabrini de evinde yap!" Hadisi rivayet eden ravi der ki: "Sonra ben bu kadını kör olmuş, eller ile duvarı yoklarken gördüm." Ben Said İbnu Zeyd'in bedduasına uğradım" diyordu. O bu şekilde el yordamıyla yürürken, önüne çıkan bir kuyuya düşüp ölmüş ve kuyu ona kabir olmuş."
3- Birinci hadiste geçen طَوِّقَه kelimesi farklı manalarda açıklanmıştır. Hattabi iki manayı nazara verir:
1) Kıyamet günü, zulmen gasbettiği şeyi Mahşer yerine kadar taşımaya mecbur edilir. Böylece, o haram mal, boynunda bir halka gibi olur.
2) Yedi kat yerin altına batırılır böylece her bir arz tabakası, bu halde boynunda ayrı bir halka teşkil eder. Bu manayı ikinci hadis te'yid eder. Zira bu hadisin metni gasıbın yedi kat yerin altına batırılacağını zikretmektedir.
Hadisin tevilinde başka manalar üzerinde de durulmuştur: Bazıları, birinci manayı benimsemekle beraber ilave ederler: Hepsini taşıdıktan sonra, tamamı boynuna bir halka halinde konulur. Boynu, bu malın tamamını istiab edecek şekilde büyütülür.
Taberî ve İbnu Hibbân'ın bir rivayetinde şöyle buyrumuştur: Ya'la İbnu Mürre Resulullah'tan naklediyor: "Kim araziden bir ka
[03.09.2023 21:24] Annem: عَنْ أبي حَمْزَةَ أنس بْنِ مَالِكٍ الأنصاري خاَدِمِ رَسوُلِ اللهِ قال رسول الله صلى الله عليه وسلم, قال : قال رَسُولُ اللَّهِ قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : اَللَّهُ أَفْرَحُ بِتَوْبَةِ عَبْدِهِ مِنْ أَحَدِكُمْ سَقَطَ عَلَي بَعِيرِهِ وَقَدْ أَضَلَّهُ فِي أَرْضٍ فَلاَةٍ . وَفِي رِواَيَةٍ لِمُسْلِمٍ : اَللَّهُ أَشَدُّ فَرَحًا بِتَوْبَةِ عَبْدِهِ حِينَ يَتُوبُ إِلَيْهِ مِنْ أَحَدِكُمْ كان عَلَى رَاحِلَتِهِ بِأَرْضٍ فَلاَة,ٍ فَانفَلَتَتْ مِنْهُ وَعَلَيْهَا طَعَامُهُ وَشَرَابُهُ فَأَيِسَ مِنْهَا, فَأَتَى شَجَرَةً فَاضْطَجَعَ فِي ظِلِّهَا, وَقَدْ أَيِسَ مِنْ رَاحِلَتِه,ِ فَبَيْنَا هُوَ كَذَلِكَ إِذْ هُوَ بِهَا قَائِمَةً عِنْدَه,ُ فَأخذ بِخِطَامِهَا ثُمَّ قال مِنْ شِدَّةِ الْفَرَحِ : اَللَّهُمَّ أنت عَبْدِي وأنا رَبُّكَ, أَخْطَأَ مِنْ شِدَّةِ الْفَرَحِ .
Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in hizmetçisi olan Ebû Hamza Enes ibn Mâlik el Ensârî (Allah Ondan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdular: “Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allah’ın duyduğu memnuniyet sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden daha çoktur.” (Buhârî, Deavât 4; Müslim tevbe 1)Müslim’in başka bir rivayeti de şöyledir: “Herhangi birinizin tevbesinden dolayı Allah’ın duyduğu hoşnutluk ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceği ile birlikte devesini kaybetmiş ve tüm ümitlerini de yitirmiş halde bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken devesinin yanına dikiliverdiğini gören ve yularına yapışarak aşırı sevincinden dolayı (ne söylediğini bilmeyerek Allah’ım sen benim Rabbim ben de senin kulunum diyeceği yerde,) sen benim kulumsun ben de senin Rabbinim diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.”
(Müslim, tevbe 7)
[03.09.2023 21:24] Annem: (Mümin) kardeşine tebessüm etmen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yol göstermen sadakadır. Yoldan taş, diken, kemik gibi şeyleri kaldırıp atman da senin için sadakadır.
Tirmizî, Birr, 36.
[03.09.2023 21:24] Annem: Rabbim! Tövbemi kabul et, günahımı temizle, duamı kabul buyur, delilimi sabit kıl, dilimi doğru yap, kalbime hidayet ver, göğsümün kin ve hasedini çıkar.
(Tirmizî, "De’avât", 114; İbn Hıbbân, "Ed’ıye", No: 947; İbn Ebî Şeybe, "Dua", 42, No: 29381)
[03.09.2023 21:24] Annem: Tarihte Bugün
• Kösem Sultan’ın Vefatı 1651
• Viyana Kuşatması 1683
• Tavşanlı, Bayramiç, Emet’in Kurtuluşu 1922
• Ankara-Tarsus Otoyolu Hizmete Açıldı 2020
Kuveyt Türk Dijital Takvim
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim
[03.09.2023 21:25] Annem: Günün Ayeti
“Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.”
İsra 13
[03.09.2023 21:25] Annem: Günün Hadisi
“Her kul öldüğü hal (amel) üzere diriltilir.”
Müslim, Cennet 83
[03.09.2023 21:25] Annem: Vâlide-i Muazzama | MAHPEYKER KÖSEM SULTAN
Sultan I. Ahmed Han’ın eşi, Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim’in anneleri olan Mahpeyker Kösem Valide Sultan, hüsn-i cemali, aklı ve zekâsı, hayır ve hasenatıyla meşhur ve saliha bir valide sultandı.
Kendisi tebdil-i kıyafet şehre çıkar ve önceden tespit ettirdiği yoksullara zekât ve sadakalar dağıtırdı. Bizzat hapishanelere gider, borçluların borçlarını ödeyerek onları kurtarırdı. Onun “sâdât ulûfesi” adıyla tesis ettiği hayır işinden fakirler yararlanır, hizmetindeki kızları bir müddet çalıştırdıktan sonra çeyizini düzüp uygun kimselerle evlendirirdi. İnşa ettirdiği hayır eserlerinin başında Üsküdar’daki Çinili Cami ve Külliyesi gelir. Bu külliyede mektep, çeşme, dârülhadis, çifte hamam bulunur. Şehremini’de, Yenikapı’da, Beşiktaş’ta çeşmeleri vardır. Anadolukavağı Mescidi, Abdülmecid Şeyhî Efendi’nin Eyüp’teki türbesi hayratı arasında bulunmaktadır. Kösem Sultan hac yolundaki hacıların su ihtiyacının giderilmesi, Haremeyn’de fakirlere yardım edilmesi ve burada Kur’an okutulması için de bir vakıf tesis etmiştir. Vâlide Sultan’ın Eğriboz, Midilli ve Kıbrıs dâhil bazı yerlerde daha vakıfları vardı. Hayatı, yerli ve yabancı yazarlarca kaleme alınmış, çoğu gerçek dışı olaylarla dolu, tarihî romanlara da konu olmuştur.
Kuveyt Türk Dijital Takvim
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim
[03.09.2023 21:25] Annem: Tarihte Bugün
• İstanbul’da Büyük Cibali Yangını 1633
• Zabıta Teşkilâtı’nın Kuruluşu 1826
Kuveyt Türk Dijital Takvim
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim
[03.09.2023 21:26] Annem: Günün Ayeti
“İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir!”
İsra 11
[03.09.2023 21:26] Annem: Günün Hadisi
“Resûlullah (s.a.v.) özlü duaları sever, özlü olmayan duayı yapmazdı.”
Ebû Dâvûd, Vitir 23
[03.09.2023 21:26] Annem: GELECEĞİN MESLEKLERİ, MESLEKLERİN GELECEĞİ
Teknolojiyi arkasına alarak gelişen dünyada iş yapış şekilleri de günden güne farklılaşıyor. Dijitalleşme birçok alanda iş gücünün fonksiyonunu yeniden tanımlamayı sağlıyor ve bu da birçok alanda gerekli becerilerin de değişmesine yol açıyor. Dolayısıyla yeni iş dünyası, farklı becerilerin kullanıldığı yeni meslek tanımlarına ihtiyaç duyuyor.
İş dünyası, pandemi döneminde uzaktan ya da esnek çalışmayı deneyimledi ve gelecek salgır için küçük bir prova yaptı. Gelecekte de uzaktan çalışma ve esnek çalışma gibi iş yapış tarzlarının daha yaygın olması muhtemel. Nitekim, teknoloji yoğun çalışma, iş gücünün fiziki olarak belirli bir yerde bulunması zorunluluğunu esnetiyor. Geleceğin iş dünyası için diğer bir özellik, hızlı uyum sağlayabilme olarak ifade ediliyor. Teknoloji dünyası, gerçek dünyadan çok daha hızlı değiştiğinden bu değişime uyum sağlayabilmek ayakta kalabilmek için önemli. Türkiye’de ve dünyada geleceğin meslekleri olması tahmin edilen iş alanlarının, yeni nesil teknolojilerle şekillendikçe daha da gelişmesi bekleniyor.
Kuveyt Türk Dijital Takvim
https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim