SEMA ÖNER


GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI


[04.09.2023 18:27] Annem: Bir Ayet: O diridir, O'ndan başka ilâh yoktur. Şu halde içten bir dindarlık ve bağlılıkla O'na dua edin. Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur. (Mümin, 40/65) Bir Hadis: Müslüman kardeşini hor görmesi, kişiye kötülük olarak yeter. (Müslim, "Birr", 32) Bir Dua: … Rabbimiz! Nurumuzu arttır, eksiltme ve bizi bağışla. Şüphesiz Senin her şeye gücün yeter. (Tahrîm, 66/8) T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [04.09.2023 18:27] Annem: Diyanet Takvimi Ön Yüz: Sivas Kongresi 4-11 Eylül. (1919) Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bu- lunsanız bile ölüm size ulaşacaktır… (Nisâ, 4/78)  Diyanet Takvimi Arka Yüz: HÜSN-İ HATİME: LÂ İLÂHE İLLALLÂH Hatime sözlükte “son, nihayet” demektir. Dünyadan imanla göç etmeye hüsn-i hatime denilir. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, dünya ve ahiret mutluluğu anlamındaki kurtuluş, samimi imana ve salih amele bağlanır. İnsanın başlangıçta iyi yolda bulunurken daha sonra kötülüğe yönelmesi ve bu hâl üzere vefat etmesi de mümkündür. Bunun için kişi ümitle korku arasında olmalı, Allah’ın engin rahmetine gönül bağlamakla beraber kendini güvende görüp ibadet etmekte ve kemalini arttırma yolunda zaaf göstermemelidir. Mümin olarak yaşayıp ve son nefeste de iman üzere ölmeyi her Müslüman arzu eder. Unutulmamalı ki insanlar yaşadıkları hayata göre son nefeslerini verirler. Bununla birlikte her zaman için hayır konuşmayı tembih eden Allah Resûlü, ölüm döşeğinde bulunan kişilerin yanında da mutlaka hayır konuşulması gerektiğini hatırlatmış öleceği anlaşılan kişilere “Lâ ilâhe illâllâh” telkin edilmesini tavsiye etmiştir. T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [04.09.2023 18:27] Annem: Eğer dileseydik onların gözlerini büsbütün kör ederdik de (bu halde) yola koyulmak için didişirlerdi. Fakat nasıl görecekler ki?! - Yâsîn - 66. Ayet [04.09.2023 18:28] Annem: Bir kimse geceleyin hanımını uyandırır da ikisi de namaz kılarsa veya birlikte iki rekât namaz kılarlarsa zâkirîn ve zâkirâtın (Allah'ı çokça anan erkekler ve hanımların) arasına yazılırlar. - Ebû Saîd [04.09.2023 18:28] Annem: “Rabbim! Bütün işlerimdeki ölçüsüzlüğümü, cahilliğimi ve hatamı bağışla. Sen bunları benden daha iyi biliyorsun.” - Buhârî, Deavât, 60; Müslim, Duâ, 70 [04.09.2023 18:28] Annem: Osmanlının Mekke ile münasebetleri, Mısır’ın fethini (1517) müteakip Hicaz’ın Osmanlı idaresine girişinden çok daha öncelere dayanır. Kendilerini Hâdimü’l-Harameyn olarak nitelendiren Osmanlı sultanları, İslam’a hizmet anlayışlarının bir gereği olarak bu topraklara maddi ve manevi desteklerini esirgememişlerdir. Bir hâkimiyet göstergesi ve saygınlık işareti olmasından başka, Hicaz halkının hamisi olma ve onları sahiplenme gibi bir anlama da gelen surre geleneği; her sene hac mevsiminde padişah tarafından hac kafileleriyle gönderilen ve “Surre” ismi verilen para ve değerli hediyelerden meydana gelirdi. Bunların yüklenildiği ‘mahmel’ denilen süslü tahtırevanlar, yapılan görkemli bir törenle Haremeyn’e doğru yola çıkardı. Büyük bir coşku ile uğurlanan bu kervanlar, önce Medine’ye daha sonra Mekke’ye ulaşır; âlimler, kadılar ve emir-i hacların bir araya geldiği bir kurul tarafından kayıtlara alındıktan sonra dağıtımlarına başlanırdı. Bu dağıtımın ardından bir hatim merasimi tertip edilerek dualar edilirdi. - SURRE ALAYLARI [04.09.2023 18:28] Annem: Haccın Yapılmasını Gerektiren Şartlar 19- Haccın yerine getirilmesinin farz olmazı için beş şart vardır. Şöyle ki: 1) Beden sağlıklı olmalıdır. Onun için hac görevini yerine getirebilmek için vücud sağlığına sahip olmayan kimseye hac farz olmaz. Kör ve kötürüm olanlar da böyledir. Fakat iki İmama ve İmam Azam'dan bir rivayete göre, kendisini koruyup yol gösterecek kimsesi bulunan âmâya (iki gözü köre), diğer şartlarla sahib olunca, hac etmesi farz olur. 2) Haccın yerine getirilmesi için arızî engeller bulunmamalıdır. Bir kimse tutuklanırsa (hapsedilirse) veya zorla hacdan engellenirse, hac ile yükümlü olmaz. 3) Yol emniyeti bulunmalıdır. Yolda tehlike bulundukça, hacca gidilmesi farz olmaz. 4) Sefer mesafesinden (en az onsekiz saatlik bir uzaklıktan) hac yapacak bir kadın için yanında kocası veya meübbeden mahremi bulunan bir erkek bulunmak şarttır. Bunların akıllı, buluğa ermiş veya buluğ çağına gelmiş olmaları gerekir. Beraberinde böyle bir kimse bulunmayan kadın için hac farz değildir. Kendisine hac farz olan bir kadının yanında [04.09.2023 18:29] Annem: Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen [04.09.2023 18:29] Annem: 3615 - Sefine radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ı bir sa' miktarındaki su cenâbetten yıkar, bir müdd su da abdestine yeterdi." Müslim, Hayz 52, (326); Tirmizi, Tahâret 42, (56). 3616 - Ümmü Ammâre radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm abdest aldı. Bu maksadla kendisine içerisinde üçte iki müdd miktarında su bulunan bir kab getirilmişti.'' Ebu Dâvud, Tahâret 44, (94); Nesâi, Tahâret 59, (1, 58). Nesâi şunu ilâve etmiştir: "Şu'be der ki: "Ben, Aleyhissalâtu vesselâm'ın kollarını yıkadığını ve onları ovduğunu, kulaklarının iç kısmını meshettiğini öğrendim. Ancak kulakların dışını da meshettiğini bilmiyorum." 3617 - Abdullah İbnu Zeyd radıyallahu anh anlatıyor: "Bize Resülullah aleyhissalâtu vesselâm gelmişti. Kendisine bakır kapta su getirdik, onunla abdest aldı." Ebu Dâvud, Tahâret 47, (100). 3618 - Ubey İbnu Ka'b radıyallahu anh anlatıyor: "ResüIullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Abdest (sırasın)da vesvese veren bir şeytan vardır. Adı da el-Velehân'dır. Öyleyse suyun vesvesesinden kaçının." Tirmizi, Tahâret 43, (57). MENDİL 3619 - Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın abdest aldıktan sonra kurulandığı bir bezi vardı.'' Tirmizi, Tahâret 40, (53) [04.09.2023 18:30] Annem: 3630 - Ali İbnu Talk (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Biriniz namazda yellenirse derhal namazdan çıksın, abdest alsın ve namazı iade etsin." Ebu Dvud, SaIât 193, (1005). 3631 - Bu hadisin Tirmizi'deki lâfzı şöyle: "Bir bedevi gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! bizden bir kimse çölde bulunsa, azıcık bir yel kaçırsa, suyu da az ise ne yapmalıdır)?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselam: "Sizden biri yellenecek olursa abdest alsın. Kadınlara da arkalarından temas etmeyiniz. Bilesiniz ki Allah hakk(ın sorulması ve açıklanmasıyla ilgili hususlarda sizden) utanma talebinde bulunmaz." Tirmizi, Radâ 12, (1164-1166). MEZİ 3632 - Muhammed İbnu Hanefiye anlatıyor: "Hz Ali radıyallahu anh dedi ki: "Ben mezisi akan bir kimseydim. Bunun hükmü hususunda -kızı hanımım olması sebebiyle- Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'a soramamıştım. Mikdâd İbnu'l-Esved radıyallahu anh'a söyledim, o sordu. Şu cevabı almıştık: "(Mezisi gelen kimse) zekerini yıkar ve abdest alır." 3633 - Muvatta ve Ebu Dâvud'un rivayetIerinde Mikdâd şöyle demiştir: "Hz. Ali radıyallahu anh, bana, kendisi için Resûlullah'tan: "Kadınına yakınlaşınca mezisi akan kimseye ne gerektiği hususunda sormamı söyledi. Ali ilâveten dedi ki: "Zira yanımda Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın kızı var, bu sebeple bizzat sormaktan utanıyorum [04.09.2023 18:30] Annem: 31 OTUZBİRİNCİ MEKTÛB Bu mektûb, şeyh Sofîye gönderilmişdir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakın olmak ve berâber olmak ne demek olduğu bildirilmekdedir: Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin “aleyhimüsselâm” yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir zât dedi ki, şeyh Nizâm-i Tehânîserînin talebesinden biri, sizin yanınızda, bu fakîr için vahdet-i vücûde inanmıyor demiş. Bu zât, bunu bildirdikden sonra, bu sözün doğru olup olmadığını sordu ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müslimâna karşı kötü zanda bulunmak, günâh olduğundan, talebenizi günâhdan korumak düşüncesi ile, birkaç kelime yazıp, başınızı ağrıtıyorum: Muhterem yavrum! Bu fakîr, çocukluğumdan beri, vahdet-i vücûde inanmakdaydım. Babam “kaddesallahü teâlâ sirreh” de, buna inandığını, her zemân bildirirdi. Mubârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herşeyden uzak olan, hiçbir sûretle varılmayan varlığa doğru olduğu hâlde, bu i’tikâddan hiç ayrılmamışdı. Âlimin oğlu da, yarım âlim demekdir sözü gereğince, bu fakîrin bu bilgiden büyük payı olmuşdu. Çok lezzetler almışdım. Fekat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsânı ile, büyük rehber, hakîkatlerin, ma’rifetlerin kaynağı, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna kavuşdurucu, Muhammed Bâkî “kuddise sirruh” hazretlerine kavuşdurdu. Bu fakîre tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi ta’lîm buyurdu. Hiçbirşeye yaramıyan bu miskîni, mubârek kalblerinin ışıkları altında bulundurmakla şereflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemeğe alışdırınca, az zemânda, vahdet-i vücûd bilgileri önüme çıkdı. Bu makâmın çeşidli ilmleri, ma’rifetleri kapladı. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birşey kalmadı. Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” bildirdiği ince bilgiler, olduğu gibi meydâna çıkdı. (Füsûs) kitâbında yazdığı ve urûcun, bu yolun sonu olduğunu sanıp, bundan ötesi ademdir, yoklukdur dediği, tecellî-i zâtî ile de, şereflendirdiler. Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna mahsûs olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşidli bilgilerini, ma’rifetlerini uzun uzadıya, bu fakîre bildirdiler. Bu ma’rifetlere, o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, vahdet-i vücûd hâli, herşeyi unutdurdu. Bu bilgilerin serhoşu [04.09.2023 18:31] Annem: Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi Ana Sayfa İslam Ahlakı Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi İlgili      İslam Ahlakı D) İş ve Ticaretle İlgili Görev ve Sorumluluklar a) Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın geceyi istirahat, gündüzü de geçim temini için yarattığı (el-Kasas 28/73), kural olarak insan için çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı (en-Necm 53/39) belirtilmiştir. A‘raf suresinde (7/32) dünya nimetleri için “Allah’ın ziyneti” ve “güzel rızıklar” denilmiş; Cum‘a suresinde de (62/9) müslümanlara, yeryüzüne dağılarak bu güzel rızıklardan kazanıp yararlanmaları öğütlenmiştir. “Hiçbir kimse elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” (Buhari, “Büyu‘”, 15) buyuran İslam Peygamber’i, dağdan odun toplama olsa bile, bir iş tutmanın başkalarına el avuç açmaktan daha iyi olduğunu söylemiştir (Buhari, “Zekat”, 50). Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı üzere ister üretim, ister ticaret yoluyla olsun, İslam’da ferdi kazanma teşebbüsleri meşrudur. Özel kabiliyetlerin toplumun gelişmesine ve refahına yararlı kılınması için gerekli ortam ve şartları hazırlamak yerine, bu kabiliyetlerin icat etme, üretme ve kar etme eğilimlerinin köreltilmesi, sünnetullahın bir sonucu olan bireysel ve toplumsal fıtrat ve tabiata aykırı düşer. İslam, kendi sistemi içinde ferdi kabiliyetleri toplumun refahına ve gelişmesine yararlı kılmak için gerekli önlemleri almıştır. Hukuki ve toplumsal yaptırımlarla birlikte İslam’ın asıl tedbiri, erdemlerle donanmış insandır. Bu insanın ayırıcı özelliği ise Allah’a saygı ve insanlara sevgisidir. İslam’ın asıl meselesinin, belli bir hukuki ve iktisadi sistem kurmadan önce, erdemli insan yetiştirmek olduğunun açık delili, Mekke’de inen ayetlerle Medine’de inen ayetlerin içe- riğidir. Mekki ayetler, büyük çapta iman ve ahlaka, yani manevi ve ruhsal gelişmeye ağırlık verirken, Medeni ayetlerde hukuki, iktisadi, siyasi vb. sosyal konular yoğundur. Çalışma, üretim ve kazanmanın önemiyle ilgili olarak ahlak kitaplarında yer alan bilgiler içinde Maverdi’nin görüş ve tahlillerinin çok büyük bir değer taşıdığı görülmektedir. Maverdi insanların gelecekle ilgili ekonomik düşünce ve projelerini “geniş emel” şeklinde adlandırarak bunun daha iyi bir gelecek, daha gelişmiş bir ülke ve toplum projesi olduğunu belirtir. Maverdi’ye göre insanların daha çok çalışıp daha çok kazanma arzusu taşımaları, Allah’ın insanlık için bir lutfudur. “Eğer insanlar gelecek kaygısı ve projesi taşımadan günlük ihtiyaçlarıyla yetinseler ve daha fazlasına karşı bir istek duymasalardı dünya harap olurdu.” Ülkelerin daha çok gelişmesi ve mamur hale gelmesi, bireylerin içindeki kazanma arzusuna bağlıdır. “Bu sayede her nesil bir sonraki nesle, bir önceki nesilden aldığından daha gelişmiş ve bakımlı bir ülke bırakır. Böylece zaman geçtikçe ülke daha düzenli, daha huzurlu bir hale gelir”. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Emel, ümmetime Allah’ın bir rahmetidir” (Hatib el-Bağdadi, Tarih, II, 52) buyurmuşlardır. Fakat emel ile hayal arasında fark vardır. Emel sebeplere sarılmak, hayal ise boş kuruntularla avunmaktır (Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 145-146). Maverdi, bolluk ve refahın artmasıyla toplum barışı arasındaki ilişkiyi irdelerken de dengeli bir gelir dağılımıyla refahın yaygınlaştırılmasının insanları rahatlatacağını, böylece ülke imkanlarından, zenginlerle birlikte fakirlerin de pay alacağını; bunun da yokluktan kaynaklanan kıskançlık ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak bireyler ve kesimler arasında kaynaşmayı arttıracağını ifade eder. Aynı alime göre geçim bolluğu insanları cömert, tok gözlü ve güvenilir yapar. Refah ve bolluğun faydaları bütün topluma sirayet ettiği gibi, yoklu [04.09.2023 18:32] Annem: Aşure Pişirmek Ana Sayfa A Aşure Pişirmek Rüyada Aşure Dağıtmak Rüyada Aşure Gününü Görmek Rüyada Aşure Pişirmiş olmanın Psikolojik Tabiri Rüyada aşure pişirmiş olmak, bolluk ve berekettir. Bilhassa aşure gününde aşure pişirmiş olan kimse büyük bir rızka ve nimete kavuşur. Aşure pişirmiş olmak günlük yaşamda parlak bir geleceğe, şahsın geçimini basitçe ve güzellikle kazanmasına, dünyada haneye öbür tarafta sizi beklemede olan hayırlı işlere ve nimetlere işaret eder. Aşurenin içindeki maddeler ne kadar fazlaysa şahsa ulaşmış olacak nimetler, hayırlar ve ihsanlar o kadar çok olur. Rüyası esnasında az madde ile aşure pişirmiş olmak ise az kazanca ve mala işaret eder. Rüyası esnasında aşurenin pişmiş olup dumanının çıktığını görmüş olan kimse yeni bir mesleğe girişir. Bu rüya hem madden hem de manen kolaylığa ve geçim derdinden feraha ermeye da tabir edilmektedir. Rüyada Aşure Dağıtmak Rüyası esnasında aşure pişirmiş olup onu dağıtmış olan şahıs, insanlara yardım edip onların yetersizliklerini tamamlayana ve gereksinme duydukları her şeyi sağlayan, iyi huylu ve yardımsever bir kimsedir. Rüyası esnasında kendisi oturduğu yerdeki insanlara aşure dağıttığını gören, pekçok insanı etkilemiş olacak güzel hareketlerde bulunur. Rüyası esnasında kapı kapı dolaşmış olup aşure dağıtmış olmak, hem hususi hayatınızda hem de iş yaşamanızda sizi beklemede olan güzel hadiselere ve müjdelere de tabir edilmektedir. Rüyada Aşure Gününü Görmek Aşure günü dini manada pekçok hadisenin yaşandığı ve oldukça hayırlı olmak suretiyle malum bir gündür. Dolayısıyla rüyası esnasında aşure gününü görmüş olan kişi, o yılı bereketle, bollukla, güzellikle ve hayırla geçirir. Rüyası esnasında aşure gününde ibadet ettiğini gören kimsenin duaları kabul olur ve bütün arzuları gerçekleşir. Aşure günü sorunlardan feraha erme, hüzünlerin sona erme günüdür. Dolayısıyla bu rüya sahibi bütün sorunlarından kurtulur. Rüyada Aşure Pişirmiş olmanın Psikolojik Tabiri Rüyada aşure pişirmiş olmak, şahsın içinde yaşattığı hoşlukların, insanlara yardım etme dileğinin ve güzel namusunun bir inikasıdır. Bu şekilde bir rüya görmüş olan kişi, kimi zaman da karmaşık hissiyatlar içindedir ve büyük bir karar basamakında olup ne şekilde bir karar alacağını bilememektedir. in A Diğer Konular Azat Azat etmek Azık Azil Azmetmek Azrail [04.09.2023 18:32] Annem: ÂDEM (Aleyhisselâm) Ana Sayfa A ÂDEM (Aleyhisselâm) Kur’ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babası. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Muhakkak ki, Îsâ’nın hâli de (yâni babasız dünyâya gelişi de) Allah indinde, Âdem’in hâli gibidir. Allahü teâlâ onu topraktan yarattı, sonra ona “Ol” dedi, o da (can gelip) oluverdi. (Âl-i İmrân sûresi: 59) Allahü teâlâ Âdem’i (aleyhisselâm) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bâzıları da bu renklerin arasındadır. Bâzısı yumuşak, bâzısı sert, bâzısı hâlis ve temiz oldu. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel) Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Bu sûret Mekke ile Tâif arasında kırk yıl kalıp (salsâl) oldu. Yâni pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharrem’in onuncu Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlânın emri ile bütün melekler, Âdem’e doğru secde etti. İblis, kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi. Âdem aleyhisselâm kırk yaşında Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’te yâhut daha önce Mekke dışında uyurken, sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Yasak edilen ağaçtan unutarak önce Havvâ, sonra Âdem aleyhisselâm yedikleri için Cennet’ten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm Hindistan’da Seylan (Serendib) adasına,Havvâ vâlidemiz ise, Cidde’ye indirildi. Âdem aleyhisselâm iki yüz sene ağlayıp yalvardıktan sonra, tövbe ve duâsı kabûl olup, hacca gelmesi emr olundu. Arafat ovasında Havvâ ile buluştu. Kâbe’yi yaptı. Her sene hac yaptı. Arafat meydanında veya başka yerde, kıyâmete kadar gelecek çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı. Allahü teâlâ tarafından; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soruldu. Hepsi; “Evet Rabbimizsin” dedi.Sonra hepsi zerreler hâline gelip, beline girdiler. Sonra Şam’a geldiler. Burada çocukları oldu. Neslinden kırk bin kişiyi gördü. Bin beş yüz yaşında iken çocuklarına peygamber oldu. Çocukları çeşitli dillerde konuştu. Cebrâil aleyhisselâm kendisine on iki kere geldi. Oruç, her gün bir vakit namaz, gusül abdesti emredildi. Kendisine kitap verilip; fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryânî, İbrânî ve Arabî diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazıldı. Bir rivâyete göre iki bin yaşında iken Cumâ günü vefât etti. Hazret-i Havvâ da kırk sene sonra vefât etti. Kabirlerinin Kudüs’de veya Mina’da Mescid-i Hıf’de yâhut Arafat’da olduğu rivâyetleri vardır. (Nişancızâde ve Sa’lebî) İlgili SALSÂL 9 Eylül 2021 Benzer yazı ÎSÂ ALEYHİSSELÂM 9 Eylül 2021 Benzer yazı SAFİYYULLAH 9 Eylül 2021 Benzer yazı in A, Â Diğer Konular Ayn-el-Yakîn AZÂB ÂZÂD Âzâd Etmek Âzâd Olmak AZAMET AZÎM (El-Azîm) AZÎMET AZÎZ (El-Azîz) ÂYET Copyright 2021 by Maviay.co [04.09.2023 18:33] Annem: günlerde Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm rü’yada Risale-i Nur’la münasebetdar görülmesi ve mektub da aynı vakitte gelmesi, o günlerde te’lif edilen hastalara ait yirmibeş deva-yı maneviyeyi beyan eden Yirmibeşinci Lem’a ve iktisada ait Ondokuzuncu Lem’a ve onların akabinde ihtiyarlara ait yirmialtı ricayı beyan eden Yirmialtıncı Lem’anın te’lif zamanlarına tevafuk etmesi şübhe bırakmıyor ki; bu üç risale, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın makbuliyetine mazhar olmuş. Yine Risale-i Nur’la münasebeti tahakkuk eden hâdiselerden birisi de şudur ki: Risale-i Nur’un Isparta’ya medar-ı bereket olduğunu çok emarelerle gördük ve görüyoruz. Ezcümle: Şükrü Efendi hem kendi köşkünü, hem merhum kardeşi Nuri Efendi’nin köşkünü Risale-i Nur’un ders ve te’lifine verdiği bir zamanda, onun şehirdeki evine muttasıl büyük bir haliçe binası ateş aldı. Bütün o büyük bina yandığı halde, Şükrü Efendi’nin evine sirayet etmedi, hattâ yanan haliçe binasının müştemilatından olup, haliçe binası ile Şükrü Efendi’nin hanesine bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. Bu vaziyeti gören herkes hayret içinde kaldı. Fakat Risale-i Nur ile alâkaları olanların şübheleri kalmadı ki; Şükrü Efendi Risale-i Nur’un te’lifine bu iki köşkü verdiği için, onun bereketiyle hârika bir surette hem kendi hanesi, hem merhum kardeşinin hanesi o müdhiş yangından kurtuldu. Hem Risale-i Nur yazın nasılki büyük bir yağmur ve rahmete sebeb olduğu delillerle beyan edilip, Gavs-ı Geylanî’nin (K.S.) kerametine dair risalede kaydedilen hâdise Risale-i Nur’un bir kerameti olduğu gibi; bu seneki kışta Risale-i Nur’un merkez-i faaliyeti, Barla’dan Isparta’nın bağlarına nakledilmiş idi. Bağlarda soğuk ve fırtına, şehirden çok şiddetli oluyordu. Bu şiddetli kışta Risale-i Nur’un dersi ta’til olmamak ve naşiri de dayanabilmek için, bir eser-i rahmet olarak bu senenin kışı gayet mutedil geçti. Evet herkes biliyor ki, şimdiye kadar böyle mutedil ve bazı günleri yaza benzer tarzda bir kış, bu yakın zamanlarda görülmemişti. İşte bugün, yeni mart oniki, eski şubat yirmiyedidir. Sitte-i Sevr denilen fırtınalı altı meşhur günün üçüncü günü olan bugün, nevruz günü gibi açıktır, güzeldir. Nasılki Risale-i Nur’un bereketi yüzünden rahmet-i İlahiye yaz ortasında bir bahar getirdiğini kanaat verecek emareler ile [04.09.2023 18:33] Annem: Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır. Birinci Mes’ele Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki: Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir… Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir. Zira acemîler sû’-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir… Yani ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için, Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır… Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze alm [04.09.2023 18:34] Annem: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri “Elhamdülillah Elhamdülillah” ve bütün adem âlemleri “Sübhanallah Sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, mes’eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır. İkinci bir küllî meyvesine “Yirmidördüncü” ve “elif”ler kerametini gösteren “Yirmidokuzuncu Söz”ler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmişler. Evet kâinatın her tarafında, cüz’î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat’îdir. Ve şuursuz cemadat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi, ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serada süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler. Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda Sevr ve Hut namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet’ten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride bâki Cennet’e bir kısmını devretmeğe bir işaret için Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî-İsrail’in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas’tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsî mana, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle, aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın [04.09.2023 18:34] Annem: بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (Bu mektub üç mes’ele-i mühimmedir.) BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir? Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler. Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki: Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi.” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?” Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular. İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü’yada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkeza…” Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum.”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir.” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın. İşte Küre-i Arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünn [04.09.2023 18:34] Annem: شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا Aziz sıddık kardeşlerim! Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhâssa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur: Herkes her vakit Kur’ana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde dercedilerek; herbir sure küçük bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder. İkinci Bir Nokta: Âyet-ül Kübra’dan çıkan “Vird-ül Ekber” namındaki arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münacat’ın başındaki âyetin tefsiri diye arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasibdir. Biz de nüshamızda yazdık. Üçüncü Nokta: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Neden İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur’a ve bilhâssa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki: Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hâsiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlubiyetinin bir sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı maneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem’iyet hükmüne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi. Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüm [04.09.2023 18:35] Annem: görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla,ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder. İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur. Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû’-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz’ün İkinci Makamının 219-220’nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör: Birinci Levha: Ehl-i dalalet gibi, fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder. İkinci Levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَاءِ اْلاَسْرَارِ وَ مَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَ مَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَ قُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ اَللّهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ وَ بِسَيْرِهِ اِلَيْكَ آمِنْ خَوْفِى وَ اَقِلْ عُثْرَتِى وَ اَذْهِبْ حُزْنِى وَ حِرْصِى وَ كُنْ لِى وَ خُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى وَ ارْزُقْنِى الْفَنَاءَ عَنِّى وَ لاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى مَحْجُوبًا بِحِسِّى وَاكْشِفْ لِى عَنْ كُلِّ سِرٍّ مَكْتُومٍ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ. وَ ارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَائِى وَ ارْحَمْ اَهْلِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ [04.09.2023 18:37] Annem: (Yirmidördüncü Söz' den) BEŞİNCİ DAL Beşinci Dal’ın “Beş Meyve”si var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı [04.09.2023 18:38] Annem: : Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi? Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur? Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahpusînin, belki yüzde sekseni masum iken; acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hüküm-ferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harb’e diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler. Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir? Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir? Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi? Onbirinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı? Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdad ve hafiyelik tenasüh etmiş. Ve maksad da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış! Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telaş ve zahmetle onları def’e çalışırken biri çıksa, dese ki: Maksadı sivrisinekleri, arıları def’etmek değil.. belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister. Acaba böyle demekle, hangi ahmağı kandıracaktır? Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur. ……… Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki: Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa, devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile, o aldatmalar ve mugalatalar dağılacak ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah… Sizin işkenceli hapishanenizin hâli; zaman müdhiş, mekân muvahhiş, mahpusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazîn, vicdanlar müteessir ve me’yus, bidayet-i halde memurlar şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber vicdanım beni tazib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, musikînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu. Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zaife şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım. Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet- [04.09.2023 18:38] Annem: S– Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun? C– Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev Cehennem’de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem’de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahâza kâfirin meskeni Cehennem’dir ve ebedî olarak orada kalacaktır. Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’ ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır. Maahâza cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir. Evet dünyada çok namus sahibleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir ve isteyenler de vardır [04.09.2023 18:40] Annem: Sekizinci ile Yirminci Ayete Kadar Olan Ayetler (Münafıklar hakkındaki oniki âyetin tefsiri, umumî değil hususî bir ders olduğundan; bilâhere neşredilmek üzere buradan çıkarılmış olup, o bahisten yalnız kizb hakkındaki aşağıdaki parça alınmıştır.) Dokuz ve Onuncu Ayetler Yedinci Cümleyi teşkil eden بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ nin vech-i irtibatı: Münafıkların azabları, mezkûr cinayetleri arasında yalnız “kizb” ile alâkalandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb küfrün esasıdır. Kizb nifakın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren kizbdir. Nev’-i beşeri kemalâttan geri bırakan kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ü rüsvay eden kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel’ine [04.09.2023 18:40] Annem: fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır. Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir. Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehâsı, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehâsına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır. Râbian: Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mes’elede bir hâdise bu hakikatı gösteriyor. İkinci Mes’ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plân neticesinde beni hiddete getirip Risale-i Nur’un, bahusus “Âyet-ül Kübra”nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın, sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telaş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şübhesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin. Onların o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizac edemediğim cihetini vesile edip, münasib bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar. Said Nursî * * * Azi [04.09.2023 18:40] Annem: geliş ve gidişatında ve bütün mahlukatın bir hedefe sevkinde ve semavî, süflî bütün ecramın bir kudrete bağlı ve müsahhar olmasında pek büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaşılıyor ki, bu mevcudatta tasarruf eden Sâni’in azîm rububiyetinde hârika bir saltanatı vardır. Halbuki bu dünya menzili tahavvülâta, zevale maruzdur. Sanki misafirler için yapılmış bir handır ki daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sabit bir şekli vardır ve ne de içinde oturanların bir kararı vardır. Ve Sâni’-i Âlem’in garib ve acib san’atlarının nümunelerini teşhir ve ilân için tahavvülden hâlî kalmayan bir meşherdir. Bu itibarla o handa ve o meşherde içtima eden insanlar sabit kalacak değiller. Çünki meskenleri sabit değildir. İşte bu hal ve şu vaziyet, bu fâni menzilden sonra o sermedî saltanata karargâh olmak üzere, sabit, bâki, ebedî, sermedî saadetlerin, cennetlerin ve sarayların olacağına kat’î bir delaletle şehadet eder. Çünki fâni, bâkiye makam ve medar olamaz. Evet bir melikin gelip giden misafirleri için yolda yaptığı şu menzile ve o menzilde oturan misafirlere bakıldığı zaman görülüyor ki, milyonlarca lira ile yapılan o menzil, pek az bir zaman içindir. Ve ondaki zînetler, kıymetli şeyler, hep suret ve örneklerdir. Ve misafirler o nefis taam ve yemeklerin yalnız tadına bakıp, karınlarını doyuracak derecede yemiyorlar. Ve her bir misafir, hususî makinesiyle o menzildeki zînetlerin resimlerini alırlar. Ve melikin de gizli memurları onların bütün harekât, ef’al ve muamelelerini yazıyorlar. Ve o melik, her mevsimde milyonlarca o zînetleri, o güzel şeyleri yeni gelecek misafirler için tahrib ve tecdid ediyor. Ve hâkeza pek çok garib ve acib şeyler görünüyor. İşte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat menzil sahibinin pek yüksek kıymetli menzilleri, daireleri ve ebedî, sermedî sarayları vardır. Bu küçük menzilde görünen şeyler, haller misafirleri ebedî menzillerdeki yüksek şeylere teşvik için gösterilen nümunelerdir. Kezalik bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvaline dikkat edilirse anlaşılıyor ki: Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakk’ın ebedî ve sermedî olan “Dâr-üs selâm” menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünki visallerinin lezzeti, firaklarının elemine mukabil gelmez. Maahâza o lezzetlerden hiç kimse tam manasıyla muradına nâil olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak, o lezzetler ve o nefis şeyler ibret ve şükre sevk içindir. Çünki onlar Cenab-ı Hakk’ın ehl-i iman için cennetlerde ihzar ettiği hakikî nimetlere nümunelerdir. Ve o müzeyyen masnuat-ı fâniye, fena ve adem için değildir. Ancak, onların suretleri ve misalleri, manaları, neticeleri alınır; âlem-i bekada, ehl-i beka için ebedî manzaraların yapılmasına medar olurlar. Yahut ebedî âlemde Sâni’-i Ebedî istediği şekillere sokar. Çünki o masnuat, beka içindir. Onların o zahirî ölüm ve fenaları; vazifelerinden terhistir, i’dam değildir [04.09.2023 18:41] Annem: Söz بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ الر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ [Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazireleri, Onuncu Söz’de, bilhâssa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur. Yalnız sair hakikatlardan nümune olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.] Birincisi: Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ “Altı günde gökleri ve yerleri yarattık.” demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır. İkincisi: Meselâ:  وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ❊ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ ❊ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: “Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor.” demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlukatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemal-i intizam ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil’in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor. Hakikat böyle iken, beşerin en acib bir dalaleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz’un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telakki etmesidir. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Hakikat nerede? Ehl-i gafletin telakkileri nerede? Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelal  تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ❊ وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ مَعَهُ ❊ اِ [04.09.2023 18:41] Annem: ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler. ONBİRİNCİ İŞARET: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve Kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Firavun’a karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ sırrıyla Cehennem’in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor. Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları, kâinatın hiddetini celbediyor? Elcevab: Bazı risalelerde ve sâbık işaretlerde isbat edildiği gibi: Küfür ve dalalet, müdhiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir. Çünki hilkat-i kâinatın bir netice-i a’zamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i İlahiyeye karşı iman ve itaatla mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a’zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile muvazzaf birer memur-u Rabbanî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip, camid, fâni, manasız bir mahluk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlukatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir. İşte enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor. Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayb ve zenbi azîm bîçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmektir ve Kur’anın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesine ittibadır. Gir ve tâbi’ ol! ONİKİNCİ İŞARET: Dört sual ve cevabdır. Birinci Sual: Mahdud bir hayatta, mahdud günahlara mukabil, hadsiz bir azab ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur? Elcevab: Sâbık işaretlerde, hususan bundan evvelki Onbirinci İşaret’te kat’iyyen anlaşıldı ki: Küfür ve dalalet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür [04.09.2023 18:42] Annem: Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir. Evet koca Cennet bütün hüsn ü cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz. Malûmdur ki; herşeyin hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi.. kalb, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin [04.09.2023 18:42] Annem: fıkrasıdır) Bugün o yüksek kitabın ikmaline muvaffak oldum. “Mi’rac”ın ikmal ve mütalaasından mütevellid sürur u saadetimi tariften kalemim dûçar-ı acz oluyor. Mütalaadan doğan duygularımı hülâsaten ve bir cümle ile arzedeceğim: Mi’rac’ın mütalaasında hayatın felâket girdablarını ve saadet-i ebediyeye giden manevî deryanın selâmet yollarını gösteren kalb dolusu bir nur ve ziya buldum. Evet, her temsilâtta isbat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu ve tahayyülü bile ruhumuzu doldurup taşırmağa kâfi gelen Asr-ı Saadet ve hârikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm. Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü mu’terizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. Mi’rac kitabı başlı başına asıllardaki hakikatleri i’zam edilmeden ve bîtarafane bir tefekkürün bile göreceği ve kabul edeceği bir nazarla isbat eden ve kapalı kalmış noktaları ehl-i imana makul ve mantıkî fikirlerle izhar eden bir kitab-ı tarihtir. Gaflete dalmış ve dalaletin mağlubu ve bir tutam aklıyla kendisine bir mümtaz mevki vermek isteyen feylesoflar, Mi’rac gibi bir şâheser karşısında apoletleri sökülmüş, bütün şöhret ve namı sukuta mahkûm bir kral vaziyetine düşer. O kral ise daimî bir ye’se mahkûmdur. Halbuki bunca hakikatler karşısında felsefe zincirleri ve mu’teriz efkârı birer birer kırılan, davasının ve iddiasının haksız olduğunu anlayan feylesof ise Hâlık-ı A’zam’ın kudret ve azameti huzurunda secde eder ve af diler. Zekâi * * * (Zekâi’nin fıkrasıdır) Namaza dair fazilet ve mükâfat menba’ı olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmibirinci Sözler ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i tarif bir surette tenvir etmiştir. Kemal-i aşk u şevkle tetebbu’ ettiğim bu şâheser, şübhe bulutları içinde vakitlerini bir hiç için zayi’ edip giden ehl-i gaflete ve gençlik hevesatına esir olup mürur-u zamanla nâdim olarak tarîk-ı hakikatı arayanlara bir refik-i hayat olsun. Zekâi * * * (Şu fıkra Doktorundur) Hocam, emaneten bendenizde bulunan iki kitabı emrediyorsunuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki, gelecek hafta takdim edeceğim. Çünki, küçüğünü iki defa, büyüğünü bir defa okuyabildim. İhatamın darlığı veya aczim dolayısıyla idrakim de kıttır. Binaenaleyh sizin o muhteşem temsillerinizi defalarca daha okumak istiyorum ki, cüz’î küllî bir alâka hasıl olsun. Ya Rab! O ne büyük mantık, o ne büyük müskit beyan ve tarz-ı telakki. Ah Üstadım, bu mübarek dinin mübecceliyetini idrak ve ihata ve takdirde size ve ancak size medyun-u şükranım ve minnetdarım. لِسَبَبٍ مِنَ اْلاَسْبَابِ Dinî akidelerimin azîm bir inkılabı var. Nur Risalelerinden aldığım dinî ve insanî ve vicdanî ve iktisadî ve ilmî dersler bana hayatta muvaffakıyet verecektir. Doktor Yusuf Kemal * * * (Doktorundur) Tam manalarıyla mefhumlarını kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşad-ı âliyeleri unutulmaz ve şâheser hatıradır. Mezarıma kadar dinî akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım, sizin Sözler’iniz benim dinî muhayyelemi cidden değiştirdi ve daha sevimli bir mecraya sevketti. Şimdi bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum. Doktor Yusuf Kemal * * * (Bu uzun fıkra Hulusi Bey’indir) بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ [04.09.2023 18:43] Annem: MAKALE.......... KARA FATMA’NIN ACIKLI SONU (1)

Kara Fatma’yı Rus kilisesine muhtaç edenler utansın!
Kurtuluş Savaşı’ndaki Kara Fatmaların en meşhuru, Erzurumlu olanıdır. Kocası Binbaşı Derviş Bey’le birlikte kâh Kars cephesinde, kâh Balkanlarda savaşmış. Edirne’de Bulgarlara karşı mücadele vermiş, sonradan, İzmit, Düzce, Adapazarı, İznik civarında Yunanlılara baskınlar düzenlerken, köylerden, kasabalardan gönüllü toplarken karşımıza çıkar. Velhasıl Erzurumlu Fatma Seher Hanım yahut nâmı diğer Kara Fatma (Fatma Savaşkan), Kurtuluş Savaşı’nın sembol ismi olarak günümüzde ders kitaplarına kadar girmeyi başarmıştır.
Mütarekeden sonra eşini kaybetmiş. İstiklal Madalyası sâhibidir. Ve Üsteğmen rütbesine kadar yükselmiştir. Emekli edilirken, maaş bağlanmıştır. Ancak Kara Fatma; “Para için savaşmadığını, bu maaşı alamayacağını söyleyerek.” Kızılay’a bağışlamıştır.
Yedigün Dergisi’nde bulduğum söyleşi, Kara Fatma’nın 1923-1944 arasında gözlerden uzak geçen hayatındaki karanlığı kaldırıyordu. Hani bazen dergi sayfalarını karıştırırken yüreğinizin orta yerine bir ağırlık, karabasan gibi çöker ya…
9 Ağustos 1933 tarihli Yedigün’ün 22. sayısını karıştırırken de aynı hâl ârız oldu bana. Bakışlarım fotoğrafların üzerindeki başlığa kayıyor ister istemez. “Kara Fatma Rus Manastırında” kelimelerini bir hamlede okuduğumda kendime; “Yok canım, o olamaz! Olsa olsa bilmediğimiz bir Fatma’dan bahsediyor olmalı.” diye teselli vermeye çalışırken, asıl darbe, resim altı yazısında balyoz gibi iniyordu beynime. Şöyle diyordu bu iki büklüm olmuş kadının fotoğrafı altında: “Açlığımı kimseye belli etmemek için odama kapanır, ağlarım.”
Ne var ki, asker kıyafetli bildiğimiz Kara Fatma fotoğraflarının birinin altında güneş görmüş inatçı Erzurum karı gibi eriyordu. “Şimdi 55 yaşındayım.” diyordu belinde kaması ve göğsünde fişekliği olan kadın, ve devam ediyordu: “Askere gittiğim zaman 24 yaşında idim.” Çatıdan üzerime iri bir buz parçası düşer gibi oldu. Bu o… Evet, o…
Kara Fatma, 1933 yılında İstanbul’un Galata semtindeki Rus Manastırı’nın bir odasında sefâlet içinde yaşamaktadır. Aradığı kişiyi 2. kattaki 9 numaralı odada bulan muhabir Mekki Sâid Bey’i önce bir Rus çocuğu karşılar ve kendisine Kara Fatma’nın odasını gösterir. Muhabir onu, komşularının artıklarıyla karnını doyuran ve yalnız kaldığı zamanlarda utancından hüngür hüngür ağlayan birisi olarak anlatır bize...                                                              (Devamı yarın)

04.09.2023 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim [04.09.2023 18:43] Annem: • Büyük Selçuklu Devleti Kurucusu Tuğrul Bey’in Vefatı (1063) • Bıldırcın Geçimi Fırtınası Semerkand Takvimi [04.09.2023 18:43] Annem: Bela ve Musibetler Bir kulun kesintisiz sevinç ve huzur içinde olmasının, onun için musibet olduğundan endişe edilir. Allah sevdiğine bela, kaza, hastalık, musibet vererek onu gafletten kurtarır. Eğlenceye dalıp hakikati unutmasını engeller. Bedîüzzaman hazretleri [rahmetullahi aleyh] demiştir ki:  Bela ve musibetin ulaşmasıyla kulun bir saat sabır göstermesi, kabul olmuş bir günlük ibadet yerine geçer. Öyle ağır bela ve musibetler de vardır ki, bir gün sabretmekle iki senelik sevap kazanılır. İnsana bela en çok sevdiklerinden gelir, en çok ıstırabı sevdiği şeylerden çeker. Belanın şiddeti sevginin derecesine göre artar. Çok sevilenin az bir belası insana çok, sevilmeyenin çok belası az görünür. Ey derde, hastalığa duçar olan! Allah’ın rıza ve terbiyesine girmek istiyorsan O’nun her şeyin yaratıcısı olduğunu bil. O zaman bela safa olur, her geleni gönül rahatlığıyla karşılarsın. Bela bela olmaktan çıkar, kurtulursun. Belayı vereni bilmedinse, işte o bela içinde bela olur. Semerkand Takvimi [04.09.2023 18:44] Annem: “Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler, yazık, yazık ona!” (Tirmizî, Zühd, 10, IV, 557) [04.09.2023 18:44] Annem: Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilah edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar (putperestler)yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki, kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir. Necm Sûresi 23.Ayet [04.09.2023 18:44] Annem: Adalet ve Dürüstlük Sa’d sûresinin 26-28. âyetlerinden çıkan sonuca göre müttaki (takvâ sahibi) bir yönetici, yönetimini adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre sürdürür; hüküm ve kararlarında keyfî arzularına uyup Allah’ın tayin ettiği ölçülerden sapmaz. Takvâ sahibi yönetici inançlı kişidir ve kendisi için olduğu gibi halkı için de en iyi, en yararlı olan işleri yapar. Fâcir (kendisi günahlarla kirlenmiş) yönetici ise kötü arzularına uyup Allah yolundan sapmıştır; o, yönetimiyle ülkeyi bozup tahrip eder. Siyaset mesleğinde adalet ve dürüstlük bütün faziletlerin başında gelir. Nitekim tarih boyunca ve bütün toplumlarda devletin işlevleri içinde en önemlilerinin adalet ve dürüstlük olduğu düşünülmüştür. İlgili İslâmî kaynaklarda da siyasette adalet ve dürüstlük konusu üzerinde önemle durulmuştur. İslâm dünyasının önde gelen siyaset düşünürlerinden Fârâbî’nin ifadesiyle, “Toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar.” Toplumun bekasının teminatı olan adalet, öncelikle bir devlet işlevidir. Devlet, her vatandaşına hakkı olan geçim imkânlarını, şeref ve itibarını, sağlığını, eğitimini, huzur ve güvenliğini, makam ve mevkiini vermekle yükümlüdür. Devlet bunları verdiği ve bunları koruduğu takdirde adaleti gerçekleştirmiş olur. Mâverdî’nin de belirttiği gibi (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 141) herkesi kucaklayan bir adalet uygulaması, fertleri kaynaşmaya ve her bakımdan saygıya sevkeder. Ayrıca ancak kapsamlı bir adaletle ülke mâmur olur; iktisadî gelişme gerçekleşir ve devlet güvencede olur. Mâverdî, “Bir ülkeyi zulüm kadar tahrip edebilecek başka hiçbir şey yoktur” diyerek ülkedeki bütün bozukluklarda adaletsizliğin mutlaka bir payının ve etkisinin bulunduğunu ifade ederken evrensel bir gözlemi dile getirmiştir. Bu yüzden İslâm bilginleri adaleti, insanın bizzat kendisine karşı âdil olmasından başlayarak bütün ülkeye dalga dalga yayılması gereken bir rahmet gibi görürler. ...Daha az [04.09.2023 18:44] Annem: “Rabbim! Beni sana çok şükreden, seni çok zikreden, senden çok korkan, sana itaat eden, sana saygı gösteren, sana yönelen ve tövbe eden bir kimse eyle.” (Tirmizi, Deavat, 114) [04.09.2023 18:44] Annem: EMEK ve RIZIK Hayatın sürdürülebilmesi ve her türlü ibadetin yerine getirile- bilmesi vücudun sağlıklı olmasına bağlıdır. Bu da yeme, içme, giyim ve barınma gibi temel ihtiyaçlarla sağlanır. Kendisinden yararlanılmak üzere Allah’ın verdiği, insanın yarar- lanabildiği her türlü mal ve varlık, ‘rızık’ olarak tanımlanmıştır. Dinimizde insanın emek harcayarak ve helalinden ‘rızık’ te- min etmesi emredilmiştir: “Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın...” (Cum’a, 62/10). Bu konuda Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha ha- yırlı bir kazanç yememiştir. İşte Allah’ın peygamberi Dâvûd da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyû’, 15) DİNÎ KAVRAMLAR İSTİBRÂ İstibrâ, özellikle erkeklerin, küçük abdest ihtiyacını gi- derdikten sonra, idrar yo- lunda kalabilecek idrar dam- la ve sızıntılarının tamamen kesilmesi için bir süre bekle- mesidir. Tuvalet ihtiyacını gi- deren biri, abdest almadan önce idrar yollarında akıntı kalmaması için bir müddet hareket etmeli ve akıntının kesildiğinden emin olmalı- dır. Çünkü abdest esnasında idrar yollarından gelen akın- tılar abdesti bozar. ÖZLÜ SÖZ İnsanların neye nasıl sevindikleri, kalitelerini gösteren bir ölçüdür. (Mevlâna) [04.09.2023 18:45] Annem: Bir toplumda ahlâkî değerlerin yerleşmesinde ve korunmasında olduğu gibi, toplum düzenini bozucu, insanların rahat ve huzurunu kaçırıcı işlerin önlenmesinde de, bir kontrol sisteminin bulunması ve buna ilâve olarak sorumluluk bilincinin oluşturulması son derece önemlidir. İnsanın yaratılışı sorumluluk esası üzerine kuruludur. İslâm'ın yaratılış inancına göre, görülen âlemde, sorumluluğu yüklenme bilincine sahip olan tek yaratık insandır. İslâm bilginleri Ahzâb sûresinin "Biz emaneti, dağlara taşlara teklif ettik, onlar bu emaneti taşımaya yanaşmadılar. Bunu insan yüklendi" (el-Ahzâb 33/72) âyetinde söz konusu edilen emanetten maksadın en genel anlamda "sorumluluk" olduğunu belirtmişlerdir. Zâriyât sûresinde "Cinleri ve insanları, bana ibadet etsinler diye yarattım" (ez-Zâriyât 51/56) buyurularak, sorumluluğun en önemli boyutuna işaret edilmektedir. Ancak, insanın sorumluluğu yalnızca Tanrı karşısındaki sorumluluktan ibaret değildir. Hatta, sorumluğun sırf Tanrı'ya hasredilmesini Hz. Peygamber hoş karşılamamış ve insanın daha başka sorumlulukları bulunduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmiştir. Nitekim, bütün zamanını ibadet ve taatle geçiren bir sahâbiye Peygamberimiz, "Sırf ibadetle meşgul olman doğru değil. Kendinin kendin üzerinde, çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını vermelisin" (Buhârî, "Savm", 51) diyerek sorumluluğun diğer bazı boyutlarına dikkat çekmiştir. Diğer bir hadislerinde de, "Hepiniz çobansınız ve hepiniz gözetiminiz altında bulunanlardan (râiyyenizden) sorumlusunuz" (Buhârî, "Cuma", 11; Müslim, "İmâre", 20) buyurarak gözetme ve koruma sorumluluğuna işaret etmiştir. Fakihlerin hakları tasnif ederken sırf kul hakları ile Allah-kul karma haklarına da yer vermeleri sorumluluk anlayışının geniş boyutlarını yansıtmaktadır. Burada insanın Tanrı karşısındaki sorumluluğundan esasta bağımsız olmamakla birlikte, kategorik olarak farklı boyutta değerlendirilen sosyal sorumluluk bilincine ve bunun da iki önemli yönü olan doğal çevre ve sosyal çevre sorumluluğuna değinilecektir. A) Doğal Çevre Günümüzde çevre sorunları, başta insan olmak üzere bütün canlı türleriyle, doğal güzellikleri tehdit eder bir boyut kazanmıştır. "Yeryüzü zirvesi", biraz geç de olsa bu tehlikenin farkına varıldığının ve âcilen önlem alınması gerektiğinin somut bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Bütün dünyada bu yönde ortak bir bilinç (evrensel bilinç) uyanmaya başladığına göre, artık yapılacak şey, bu bilincin daha güçlü ve yaygın hale gelmesine çalışmak ve fert planında bu bilincin gereğine göre davranmaktır. Bu noktada, Kur'an mesajının, çevre sorumluluğu bilincine katkısını belirginleştirmek yerinde olur. Kur'an'ın amaç bütünlüğü içerisinde çeşitli boyutlarıyla "denge"ye ilişkin işaretler, mesajlar mevcuttur. Çevre sorunları doğada var olan dengenin bozulmasının bir sonucu olduğuna göre, kâinattaki denge ve âhenkten bahsedilmeksizin ve bu alt yapıya oturtmaksızın çevre meselesini Kur'an açısından değerlendirmek pek doğru olmasa gerektir. Öyleyse, öncelikle kâinattaki dengeye ve âhenge işaret eden âyetler, bu açıdan bir yoruma tâbi tutulup teorik bir alt yapı oluşturulmalıdır. Çevreci bir yaklaşımla okunduğunda "çevre sûresi" olarak adlandırılabilecek olan Rahmân sûresinin yalnızca 7 ve 8. âyetleri bile bu hususta gerekli mesajı almak için yeterli sayılabilir. Bu âyetlerde Allah'ın gökyüzünü yükselttiği, kâinata düzen ve dengeyi koyduğu bildirilmekte ve bu dengeye müdahalede aşırı gidilmemesi istenmektedir. Yani insan, nesnel dünyayı ve onun yasalarını anlamaya çalışacak, belli ölçülerde ona müdahale edebilecek, fakat dengeyi tehlikeye düşürmeyecektir. Aslında, dengeyi ve dengenin sırlarını anlamak için tabiat yasalarını keşfetmek gerekmektedir. "Biz her şeyi bir ölçü ile yaratt� [04.09.2023 18:45] Annem: Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur Hatta siz gemilerde bulundugunuz, o gemiler de içindekileri tatli bir rüzgârla alip götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neselendikleri zaman, o gemiye siddetli bir firtina gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kusatildiklarini anlarlar da dini yalniz Allah'a halis kilarak: "Andolsun eger bizi bundan kurtarirsan mutlaka sükredenlerden olacagiz" diye Allah'a yalvarirlar  (YUNUS/22) Gemi, daglar gibi dalgalar arasinda onlari götürüyordu Nuh, gemiden uzakta bulunan ogluna: Yavrucugum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi  (HUD/42) Oglu: Beni sudan koruyacak bir daga siginacagim, dedi (Nuh): "Bugün Allah'in emrinden (azabindan), merhamet sahibi Allah'tan baska koruyacak kimse yoktur" dedi Aralarina dalga girdi, böylece o da bogulanlardan oldu  (HUD/43) Yahut (o kâfirlerin duygu, düsünce ve davranislari) engin bir denizdeki yogun karanliklar gibidir; (öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kapliyor; üstünde de bulut Birbiri üstüne karanliklar Insan, elini çikarip uzatsa, neredeyse onu dahi göremez Bir kimseye Allah nûr vermemisse, artik o kimsenin aydinliktan nasibi yoktur  (NUR/40) Daglar gibi dalgalar onlari kusattigi zaman, dini tamamen Allah'a has kilarak (ihlâsla) O'na yalvarirlar Allah onlari karaya çikararak kurtardigi vakit içlerinden bir kismi orta yolu tutar Zaten bizim âyetlerimizi, ancak nankör hâinler bilerek inkâr eder  (LOKMAN/32) [04.09.2023 18:45] Annem: Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor; Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Her çocuk fıtrat üzerine doğar" buyurdu ve sonra da "Şu ayeti okuyun" dedi: "Allah'ın yaratılışta verdiği fıtrat..." (Rum; 30). Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü şöyle tamamladı: "Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?" Dinleyenler: "Ey Allah'ın Resûlu, küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: "(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir." Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22, (2658); Muvatta, Cenâiz. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet 18, (4714). Bir başka rivayette: "Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din üzere olmasın" buyurulmuştur. [04.09.2023 18:45] Annem: Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin (aracılığın) yarar sağlamayacağı ve hiç kimsenin hiçbir taraftan yardım göremeyeceği günden sakının. [Bakara Sûresi.123] [04.09.2023 18:45] Annem: "Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır." (Mümtehine, 60/40) [04.09.2023 18:46] Annem: Allah ile olduktan sonra, ömür de hoş ölüm de.[Mevlâna] [04.09.2023 18:46] Annem: ASR (Asır) 1. Zaman, devir, yüz yıllık zaman. Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki  Zamanların en hayırlısı benim asrımdır. Ondan sonra kıymetli olan, benim asrımdan sonra gelen asırdır. Daha sonra kıymetlisi, onlardan sonra gelen asrın müslümanlarıdır. Bunlardan sonra, yalancılık yayılır. Şâhid olmaları istenmediği hâlde, yalancı şâhidlik yapılır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî) Benden sonra her asırda bir âlim çıkar, dînimi kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd) 2. İkindi vakti. [04.09.2023 18:47] Annem: Bahtiyar F. Mutlu, mesut.     Kısaltmalar:     A. Arapça,     F. Farsça,     FR. Fransızca,     IB. İbranice,     İ. İtalyanca,     Moğ. Moğolca,    T. Türkçe,     Y. Yunanca,     E.T. Eski Türkçe [04.09.2023 18:47] Annem: Hutbede yapılan duaya “amin” denilebilir mi? Rasulüllah (s.a.s.)’in uygulamasını göz önüne alan İslam bilginlerine göre hatibin, ikinci hutbede müminler için af ve mağfiret dilemesi, onların afiyet ve esenlik içinde olmaları için Allah (c.c.)’a dua etmesi menduptur. Hatibin dikkatle dinlenmesini, hatibin minbere çıkışından namaz bitinceye kadar, geçen süreyi bir bütün olarak değerlendiren Hanefi alimleri, namazda yasak olan her şeyin hutbede de yasak olduğu kuralını esas alarak; cemaatin konuşmayıp susması, selam alıp vermemesi, nafile namaz kılmaması gerektiğini, ancak hutbede dua edilirse amin demenin veya Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ismi zikredilirse salat-ü selam okumanın caiz olduğunu söylemektedirler. Fakat yanındakileri rahatsız edecek şekilde yüksek sesle amin demek doğru değildir (Alauddin Abidin, el-Hediyyetu’l-Alaiyye, 153-156). [04.09.2023 18:48] Annem: Hudâ râzî değil, halk istemez, hilkat “Gebersin!” der; Şu benden hoşlanan kim? Yoksa, hâşâ, ben mi hoşnûdum? Hayâtımdan inerken, bir bir, altmış perde karşımda, Utanmak bilmedim kendimden olsun, esnedim durdum! O inmiş perdeler tekrar açılsın, aynıdır te’sîr; Bu hayvanlıkla artık ben de insandan mı ma’dûdum? Hilvan, 4 Ağustos 1348 (1932) [04.09.2023 18:48] Annem: 96 RAMAZAN GÜNLÜKLERİ-I meğin; 3 milyonunun daha satılmadan fırınlarda (%51,4), 2,3 milyonunun hanelerde (%37,9), 0,6 milyonunun perso- nel ve öğrenci yemekhaneleri ile lokanta ve otellerde (%10,7) israf edildiği ortaya çıkmıştır. İsrafın Ekonomik Boyutu Araştırmaya göre kişi başı ekmek israfı günlük 20 gr’dır. Bu miktar az gibi gözükse de ülke nüfusu göz önünde bulundu- rulduğunda, israfın yıllık ekonomik boyutu ekmeğin 2,80 TL olan kg birim fiyatından hareketle 1,5 milyar TL’dir. Bu ra- kam ülkemiz için çok önemli bir kayıptır. Nitekim 1,5 milyar TL ile her yıl 500 okul, 80 hastane veya 500 km bölünmüş yol yapılabilmektedir. Bu rakam, dünya birincisi olduğumuz ve yaklaşık 140 ülkeye gerçekleştirilen un ihracatından elde edilen gelire eşdeğerdir. Ekmek İsrafıyla Ortaya Çıkan Diğer İsraflar Ekmek israfı nedeniyle ortaya çıkan bu kayıpla birlikte; toprak, su, gübre, ilaç, tohum, enerji, iş gücü, emek, zaman, geleceğimiz ve dünyada yetersiz beslenen diğer insanların hakkı da ziyan olmaktadır. İsraf edilen her ekmek, küresel ısınmaya neden olan sera gazı salınımının artmasına ve her yıl milyarlarca litre suyun boşa harcanmasına neden olmaktadır. Nitekim, UNESCO Su Eğitimi Enstitüsü’nün Aralık 2010 tarihli raporuna göre; 1 kg ekmeğin tarladan sofraya olan sü- recinde Türkiye’de 2112 litre, dünyada ise 1608 litre su tü- ketilmektedir. Bir yılda israf edilen ekmekle Türkiye’nin 23 günlük ihtiyacı karşılanabilmekte, israf edilen ekmeğe karşı- lık gelen 570 bin ton buğday için her yıl 235 bin hektar alan boş yere işlenmektedir. Yine ekmek israfıyla birlikte her yıl; 8.130 ton tuz, 21 bin ton yakıt ve 1,2 milyar metreküp su israf edilmektedir. RAMAZAN GUNLÜKLER - I.indd 96 27.04.2019 00:11:12 [04.09.2023 18:48] Annem: ALLAH'A İMAN ∙∙∙ 7 6 ∙∙∙ b) Ulûhiyyette Tevhit Tevhidin bu türü Cenâb-ı Hakk’ın tapılmaya ve mutlak olarak itaat edilmeye lâyık yegâne varlık olduğunu ka- bul etmekten ibarettir. Kâfirûn sûresi ulûhiyyette tevhi- di açıklar: “De ki: Ey inkârcılar! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben si- zin taptığınıza asla tapacak değilim. Evet, siz de benim taptığıma tapmayacaksınız. Sizin dininiz size, benim di- nim de bana aittir.”29 Allah’ı sevmek, O’na yönelip sığınmak ve her işinde O’na dayanıp başka varlıklar kabul etmemek, hak-bâtıl, iyi- kötü ve güzel-çirkinin ölçüsü olmada başka otoritelere gönülden karşı çıkmak, kısacası muhabbeti, ümidi, te- vekkülü sadece O’na yöneltmek ve bu anlamda aracı var- lıkları reddetmek bu tür tevhidin göstergesidir. “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden medet umarız.”30 mea- lindeki âyet, söz konusu tevhidi açık biçimde ifade eder.31 Ulûhiyyet tevhidinin kapsamı rubûbiyyetten daha geniş- tir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’tan başka bir varlığı yarı tan- rılık izâfe edercesine şefaatçi olarak görmenin tevhitle bağdaşmadığı beyan edilir: “Onlar Allah’ı bırakıp kendi- lerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ diyor- lar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?’ Hâşâ! O, böylelerinin ortak koştukları şeylerden uzak ve yücedir.”32 29 el-Kâfirûn 109/1-6. 30 el-Fâtiha 1/4. 31 Tevhid-i ulûhiyyet hakkında bk. İbn Teymiyye, Tevhid Risâlesi, s. 125-131; a. mlf., İktizâü’s-sırâti’l-müstakīm, II, 711-712. 32 Yûnus 10/18. ALLAHA İMAN.indd 76 12.03.2015 09:08:59 [04.09.2023 18:49] Annem: Ravi: İbnu Ömer (ra) Resulullah (sav) buyurdular ki: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes'uldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes'uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes'uldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes'uldür." İbnu Ömer der ki: "Bunları Resulullah (sav)'tan işitmiştim. Zannediyorum ki şöyle de demişti: "Kişi babasının malında çobandır, o da sürüsünden mes'uldür." Bu hadisin yer aldığı kitaplar: Buhari, Ahkam 1, Cum'a 11, İstikraz 20, Itk 17, 19, Vesaya 9, Nikah 81, 90, Müslim, İmaret 20, (1829), Tirmizi, Cihad 27, 1705, Ebu Davud, İmaret 1, (2928) Hadisin Açıklaması: 1- Hadis, herkesin bir sorumluluk ve selâhiyet dairesinin olduğunu göstermektedir. "Çoban" diyen tercüme ettiğimiz kelime râi'dir. Lügat açısından güden demek ise de, hadiste "muhafazası için birşeyler tevdi edilmiş güvenilir muhâfız" mânasına kullanılmıştır. 2- İmam'dan maksad devlet reisidir. Bazı rivâyetlerde "emîr" denmiştir. Esasen bu bahiste emîr ve imam kelimeleri müterâdif (eş mânalı) olarak kullanılmıştır. 3- Dikkat edilirse imam, erkek, kadın, hizmetçi, evlat gibi fonksiyonları farklı şahıslar, "çoban" vasfıyla tavsifte birleşmektedirler. Şüphesiz bunların herbirinin sorumlu olduğu husûslar farklıdır. Hattâbî: "İmamın çobanlığı, hudûdu tatbik ve hükümde adâlete riâyetkâr olmak sûretiyle şeriatı korumaktır; erkeğin ailesine çobanlığı, işlerini idâre, haklarını yerine getirmek; kadının çobanlığı evin, çocukların, hizmetçilerin işlerini tanzim etmek, her hususta kocasına hayırhah olmaktır; hizmetçinin çobanlığı, eli altında bulunan şeyleri koruması, kendisine terettüp eden hizmetleri yapmasıdır" der. 4- Tîbî demiştir ki: "Bu hadisten anlıyoruz ki, çoban zâtı için tutulmaz, mâlikin, güdülmesini istediği şeylerin muhâfazası için tutulur. Öyle ise, Şâri'in müsâde ettiği şeyler dışında tasarrufta bulunmamalıdır. Hadis, bâbında böylesine tatlı, böylesine câmi, böylesine beliğ bir başka örneği olmayacak mükemmellikte bir temsîldir. Zîra önce mücmel ve özlü şekilde beyanda bulunup arkadan tafsîl etti. Mükerrer kereler harf-i tenbîhe (uyarıcı unsura) yer vermektedir." Bazı âlimler hadisin, baştaki: "Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz" şeklindeki mutlak ifadesiyle hiç kimsesi olmayan bekârı da çobanlar arasına dahil ettiğine dikkat çekmiştir. "Zîra, derler, böyle birisi organları üzerine çobandır, fiil, söz ve itikad nevinden her ne emredilmişse yapmaları her ne yasaklanmışsa terketmeleri meselesinde, insanın organları, kuvveleri, hisleri kişinin sürüsü hükmündedir. Öyle ise insanın bir nokta-i nazardan, güdülen olması, bir başka nokta-i nazardan güden olmasına mâni değildir." 5- Bu hadisi tamamlayan bir başka rivâyet Ebû Hüreyre'ye aittir:  مَا مِنْ رَاعٍ إَِّ يُسْئَلُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَقَامَ امْرَ اللّهِ اَوْ اَضَاعَهُ "Her çoban kıyamet günü hesaba çekilecektir: "Sürüsüne Allah'ın emrini tatbik etti mi etmedi mi?" Bu bâbta gelen başka hadisleri de nazar-ı dikkate alan ulemâ şu kesin hükme ulaşmıştır: "Mükellef kimse, hükmü altındakilere karşı vazifelerinde kusur işlemiş ise kıyamet günü muâheze edilecektir." Burada İbnu Hacer'in hadisle ilgili olarak kaydettiği bir notu iktibas etmek münâsip düştü:" Bu hadiste, bâzı taassup sahiplerinin Emevîler lehine uydurdukları yalan da reddedilmektedir. Şöyle ki: Ebû Ali el-Kerâbîsî'nin "Kitabu'l-Kazâ"sında şunu okumuştum, "Bize Şâfiî'nin amcası, Muhammed İbnu Ali'den bildirdiğine göre demiştir ki: "İbnu Şihâb, halife Velid İbnu Abdi'l-Melik'in yanına girmişti. Velid ona şu hadisten sordu: "Allah bir kulunu hilâfet çobanlığına ge [04.09.2023 18:49] Annem: Hz. Peygamber (sav), kuru hurma vererek, tahmin yoluyla ariyyelerin satın alınmasına, beş vask veya beş vasktan az miktar için izin verdi." Ravilerden biri, "beş vask" mı dedi, yoksa "beş vasktan az" mı dedi diye şüphe etmiştir. Kaynak: Buhari, Büyu, 83 (Şürb 17); Müslim, Büyu 71, (1541); Ebu Davud, Büyu 21, (8364); Nesai, Büyu 35, (7, 268); Tirmizi, Büyu 63, (1301); Muvatta, Büyu 14, (2, 620) Rivayet: Ebu Hüreyre [04.09.2023 18:50] Annem: 4- Bir Mescidde İki Müezzin Bulundurmanın Müstahab Oluşu Bâbı 869- Bize İbn Nümeyr rivâyet etti. (Dedi ki): Bize babana rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ubeydullah, Nâfi'den, o da İbn Ömer'den naklen rivâyet etti. Dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in İki müezzini vardı. Biri Bilâl, diğeri âmâ olan İbn Ümmü Mektûm 870- Bize yine İbn Nümeyr rivâyet etti (Dedi ki): Bize babam rivâyet etti (Dedi ki): Bize Ubeydullah rivâyet etti (Dedi ki): Bize Kâsım, Âişe'den bu hadîsin mislini rivâyet etti: Bu hadîsdeki müezzinlerden murâd Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Medine'deki müezzinleridir. Mekke devrindeki müezzini sesi son derece güzel olan Ebû Mahzura ile Sa'd (radıyallahu anhüma) idi.     [04.09.2023 18:50] Annem: İKİNDİ NAMAZININ SÜNNETİ 1119: Ali ibni Ebu Talip (Allah Ondan razı olsun)den şöyle rivayet edilmiştir. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) ikindi namazının farzından önce dört rekat namaz kılardı iki rekatta bir selam vermek suretiyle veya ikinci rekatın oturumunda Allah'a en yakın meleklere ve onlara uyan müslüman ve mümin kimselere selam vermek suretiyle dört rekatın arasını ayırırdı. (Buhari, Mevakit 201) 1120: İbni Ömer (Allah Onlardan razı olsun) rivayetine göre Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “İkindinin farzından önce dört rekat sünnet kılan kimseye Allah rahmet etsin.” (Ebu Davut, Tatavvu 8) 1121: Ali ibni Ebu Talip (Allah Ondan razı olsun)den rivayet edildiğine göre Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)i ikindi namazının farzından sonra iki rekat namaz kılardı. (Ebu Davut, Tatavvu 8) [04.09.2023 18:51] Annem: Ebû İbrahim Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ dedi ki: Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir seferde beraber bulunduk. O oruçlu idi. Güneş batınca, oradakilerden birine: - "Ey fülan! Haydi binitinden in, bize sevik karıştırıver!" buyurdu. O: - Ey Allah'ın Resûlü! Keşke geceyi bekleseydin? dedi. Hz. Peygamber: - "Ey fülan! Haydi binitinden in, bize sevik karıştırıver!" buyurdu. Adam yine: - Henüz gün devam ediyor, dedi. Resûl-i Ekrem yine: - "Ey fülan! Haydi binitinden in, bize sevik karıştırıver!" buyurdu. Bunun üzerine adam indi ve oradakiler için sevik karıştırıp çorba hazırladı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu içti sonra  eliyle doğu tarafını işaret ederek şöyle buyurdu: - "Gecenin bu taraftan belirdiğini gördünüz mü oruçlunun iftar vakti gelmiş demektir." Buhârî, Savm 33, 43,44,45; Talâk 24; Müslim, Sıyâm 52-54. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 19 [04.09.2023 18:51] Annem: “Allah’ım! Nefsime takvasını ver ve nefsimi (her türlü kötü şeylerden) temizle, sen temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen nefsimin dostu ve mevlasısın.” Müslim, Duâ, 73 Müslümanca | İslam Ansiklopedisi [04.09.2023 18:51] Annem: Hz. Peygamber (sav) müzabene ve muhakala'yı yasakladı. Müzabene, yeni meyvenin daha hurma, ağacının başında iken satın alınmasıdır. İmam Malik "... kuru hurma vererek" ziyadesini kaydetti. Muhakala da buğday karşılığında tarlanın kiralanmasıdır. Buhari, Büyu 82; Müslim, Büyu 105, (1546); Muvatta, Büyu 23-25 (2, 625); Nesai, Müzara'a 45, (7, 39) Müslümanca | İslam Ansiklopedisi [04.09.2023 18:51] Annem: Ümmü Süleym (r.anha) 2018-05-25 Tarihinde Yayınlandı Ümmü Süleym’in asıl ismi “Gumeysâ” idi. Medineliydi. Neccaroğullarındandı. Pey­gamberimizin sütteyzesiydi. Büyük sahabi Haram bin Milhan’ın (r.a.) ve Kıbrıs’ın fet­hi sırasında şehit olan Ümmü Haram’ın (r.anha) kız kardeşiydi. Mâlik bin Nadr ile evliydi. Büyük sahabi Enes bin Mâlik (r.a.) bu evlilikten doğdu. Ümmü Süleym (r.anha), Medine’de İslamiyet’in yayılmaya başladığı sıralarda Müslüman olmuştu. Kalbi ve gönlü huzurla dolmuştu. Fakat kocası Mâlik, İslam’ı kabul etmemişti, üstelik Ümmü Süleym’in (r.anha) Müslüman olduğundan da haberi yoktu. Hz. Ümmü Süleym, kocasının İslamiyet’i kabul etmeyeceğini, kendisine de müdahalede bulunacağını biliyordu. Fakat kimden gelirse gelsin, İslam davası yolunda her türlü tepkiye ve sıkıntıya katlanmayı göze almıştı. Onun tek arzusu, o sırada henüz çocuk yaşta bulunan Hz. Enes’in Müslüman olarak yetişmesiydi. Sık sık ona Kelime-i Şehadet’i telkin ediyordu. Bir gün yine ona Kelime-i Şehadet öğretirken kocası Mâlik eve geldi. Çok kızdı. Hiddetli bir şekilde, “Ne o, sen de mi dinini değiştirdin?!” diye çı­kış­tı. Ümmü Süleym (r.anha) sakindi, vakarlıydı. “Hayır,” dedi, “sadece Muhammed’in Peygamber olduğuna iman ettim.” Doğ­rusu Mâlik bu cevabı hiç beklemiyordu. Şimdiye kadar sessiz ve sakin biri ola­rak tanıdığı hanımının bu cesareti nereden aldığını da anlayamamıştı. Çok kız­dı. “Oğlumun ahlakını ve inancını bozmaya çalışma!” diyerek sert bir dille onu tehdit etti. Oysa Ümmü Süleym, oğlunu ebedî olarak cehennemde yan­maktan kurtarıyor, bunun yolunu öğretiyordu. İnat etmenin, hakikatlerden yüz çevir­­menin manası var mıydı? Taştan, odundan yontulan putlara ilah diye tapınma, onlardan yardım bekleme cehaleti daha ne zamana kadar devam edecekti? Ümmü Süleym (r.anha), kocasına yumuşak bir şekilde, “Ben onun inancını bozmuyo­rum, bilakis düzeltmeye çalışıyorum.” dedi. Fakat Mâlik’in gözünü cehalet karanlığı bürümüştü. Çok öfkelendi. Evi terk etti. Kaderin garip bir tecellisidir ki, kendisini takip eden bir düşmanı tarafından öldürüldü. Böylece Hz. Enes küçük yaşta yetim kalıyordu. Bu, her ne kadar bir felaket olarak görülse de, aslında bir rahmetti. Çünkü Mâlik bir İslam düşmanıydı. Anne ve oğulun İslam’ı yaşamasına ve bu pınardan kana kana içmelerine mâni olacağı şüphesizdi. Cenâb-ı Hak, İslamiyet’e çok bü­yük hizmetleri dokunacak olan Hz. Enes’in, müşrik bir babanın terbiyesi altında büyümesine rıza göstermemişti. Ümmü Süleym (r.anha), Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her şeyde mutlaka bir hayır olduğuna inanırdı. Kadere teslim olarak sabretti. Ümmü Süleym (r.anha) biricik oğlu Enes’i üvey babanın baskısı altında büyüt­mek istemiyordu. Onu yetiştirmek hususunda karşılaşacağı bütün sıkıntıları pe­şinen kabul ederek, Enes büyüyünceye kadar evlenmemeye karar verdi. “Oğ­lum Enes büyüyüp bana müsaade etmedikçe evlenmeyeceğim.” diye kendi ken­dine söz verdi. Ümmü Süleym fakir biriydi. Bundan sonra artık sıkıntılı bir hayat yaşadı. Fa­kat Cenâb-ı Hakk’a tevekkülü sonsuzdu. Rabb’inin zorluktan sonra mutlaka bir kolaylık yaratacağına inanıyor, sabrediyordu. Bu büyük sahabiye, istese maddeten zengin bir hayat yaşayabilirdi. Çünkü kendisiyle evlenmek isteyen birçok zengin vardı. Bunların teklifini kabul etse, maddeten hiçbir sıkıntısı kalmazdı. Fakat o, Enes’in büyümesini bekliyor, kar­şılaştığı bütün zorluklara oğlunun hatırı için gönül hoşluğuyla katlanıyordu. Ümmü Süleym’in taliplilerinden ve teklifi birkaç defa reddedilenlerden biri de Ebû Talha idi. Yine bir gün Ümmü Süleym’e geldi, “Artık Enes büyüdü. Meclislerde söz sahibi oldu.” dedi. Bununla Ümmü Süleym’e, dul kaldığı sırada­ki [04.09.2023 18:52] Annem: ÖLÜM GERÇEĞI Akşam bir araya gelip çaylarınızı yudumlarken aile fertlerinize bir bir bakın. Aranızda olan gönül bağını, onlara olan sevginizi, geçirdiğiniz mutlu ve hüzünlü günleri, onlara yönelik planlarınızı düşünün. Ondan sonra da aklınıza şu ölümsüz gerçeği getirin: “Bu mecliste oturanlardan biri diğer herkesin ölümünün acısını tadacak.”Evet, aile fertlerinden bir tanesi diğer herkesin ölüm acısını değişik zamanlarda yaşayacak ve sevdiklerini birer birer kaybedecek, âhirete yolcu edecek. Sonra gün gelecek, o da sevdiği birinin kalbine ölüm acısını kondurarak dünyayı terk edecek. Fânî dünya hayatı bu şekilde âhirete dek sürüp gidecek.Oysa insan ölümün kendisi kadar gerçek olduğunu, ebedî yaşamın verildiği tek bir Allah’ın kulu bulunmadığını bilmesine rağmen, ölümü kendisine hep uzak tutar. Sanki ölüm kendisi dışındakilerin yüzleşeceği bir gerçekmiş gibi yaşar. Cenâze merasimlerinde çokça şâhit olduğumuz gibi, önümüzdeki musallâya uzanmış meyyit bile bizleri ölüm gerçeğiyle karşı karşıya getirmez; ibret almayız.Cenâze merasimine katılan insanların konuşmalarına kulak verdiğinizde, cenâzenin onlar için pek de bir şey ifade etmediğini, âdetâ bir görevi savmak için orada toplandıklarını, gündelik işlerini konuşmayı yine sürdürdüklerini görürüz.Gerçekten de ölümü kendimize o kadar uzak tutmaktayız ki, “Şu an yeryüzünde yaşayan insanlardan bir tanesine ebedî yaşam hakkı verilecek.” dense, bunun biz olduğumuzu sanırız. Birkaç milyarda bir ihtimale umut bağlarız ve dünyanın bize kalacağını sanırız.Oysa “Hiç bir şeyi yoktu, sabah beraberdik.” dediğimiz pek çok insanı âhiret yolculuğuna uğurlamış olan yine bizleriz. Bizim de yolda yürürken ayağımızın kayması, bir trafik kazası, başımıza yukarıdan bir şey düşmesi, bir cinâyet, bir kalp krizi sonunda âniden ölmeyeceğimizi kim garanti edebilir?Âhirete yolcu ettiklerimizin yerinde hiç beklemediğimiz anda bizim olmayacağımızın bir güvencesi mi var? Elbette yok. Bu nedenle Veysel Karânî Hazretleri insana ölümün ne kadar yakın olduğunu ifade etmek için, “Ölümü, yattığında yastığının altında, kalktığında da karşında bil.” dermiş. Ölümün her an insanın yanı başında olduğunu hatırlatırmış. Nasihat Takvimi https://play.google.com/store/apps/details?id=com.nasihattakvim [04.09.2023 18:52] Annem: ❝Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın, ya ikisini birlikte giysin ya ikisini birlikte çıkarsın.❞ | Hz. Muhammed (sav) - Müslim, Libas, 67 [04.09.2023 18:52] Annem: Hadis-i Şerifte Buyuruldu ki: Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: "Bana geçmiş peygamberler (Aleyhisselam) arzedildiler. Hazreti Musa zayıfça bir erkekti. Sanki Şenue kabilesinden (uzun boylu) birine benziyordu. Hazreti İsa (Aleyhisselam)'ı da gördüm, gördüklerim içinde ona en çok benzeyen Urve İbnu Mes'ud idi. Hazreti İbrahim (Aleyhisselam)'i de gördüm, gördüklerim arasında ona en çok benzeyen, arkadaşınızdı -yani kendisini kastediyor- Hazreti Cebrail (Aleyhisselam)'i de gördüm. Gördüklerimden ona en ziyade benzeyen Dihye İbnu Halife idi." Kaynak : Müslim, İmam 271, (167), Menakıb 27, (3651) ( Sen de oku : bit.ly/Hadisiserif ) [04.09.2023 18:54] Annem: [Hadis No : 3617] Abdullah İbnu Zeyd radıyallahu anh anlatıyor: "Bize Resülullah aleyhissalâtu vesselâm gelmişti. Kendisine bakır kapta su getirdik, onunla abdest aldı." Ebu Dâvud, Tahâret 47, (100). İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [04.09.2023 18:55] Annem: “Allahım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lutfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihayetsiz olan yalnız sensin.” (Buhârî, Ezân 149, Daavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 48) [04.09.2023 18:56] Annem: Bir Ayet Gözler onu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır. (En'âm, 6/103) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [04.09.2023 18:56] Annem: Bir Hadis Çocuklarınıza hoş muamelede bulunun ve onları güzel terbiye edin. (İbn Mâce, Edeb, 3) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [04.09.2023 18:56] Annem: Bir Dua Allah’ım! Her işimin koruyucusu olan dinim ile beni ıslah eyle, kurtuluşa erdir. İçinde yaşadığım, geçimimi sağladığım dünyamı benim için ıslah eyle, hayırlı kıl… (Müslim, Dua, 71) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [04.09.2023 18:56] Annem: İbn Abbâs’ın naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayan bizden değildir.” (T1921 Tirmizî, Birr, 15) [04.09.2023 19:00] Annem: 16- Haya İmândandır. 24-........ Bize Mâlik ibn Enes, İbn Şihâb'dan; o da Salim ibn Abdillah (106, 108)'den, o da babası Abdullah ibn Omer (radıyallahü anh) 'den haber verdi ki (şöyle demiştir): Rasûlüllah bir gün Ensâr'dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini hayadan men'ediyordu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ona ilişme, çünkü haya îmândandır" buyurdu.   [04.09.2023 19:00] Annem: 93- KITABU'L-FITEN.. 1- Yüce Allah'ın "Ve öyle bir fitneden sakının ki, hiç de içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz ve bilin ki Allah'ın azabı şiddetlidir" (el-Enfâl: 25) Kavlinin Beyânı İle Peygamber(S)'İn Fitnelerden Sakındırmasının Beyânı Hakkında Gelen Hadîsler Babı 2- Peygamber(S)İn: "Sizler benden sonra hoşlanmayacağınız birtakım çirkin işler göreceksiniz" Kavli Babı 3- Peygamber(S)'İn: 'Ümmetimin helaki beyinsiz birtakım gençlerin elleriyledir" Kavli Babı 4- Peygamber(S)'İn: "Vukû'u yaklaşan bir şenden dolayı vay Arab'ın hâline!" Kavli Babı 5- Fitnelerin Meydana Gelmeleri Babı 6- Bâb: 7- Peygamber(S)'İn: 'Kim bize silâh çekerse, o bizden değildir" Kavli Babı 8- Peygamber(S)'İn: "Benden sonra birbirinizin boyunlarını vuracak kâfirlere dönmeyiniz" Kavli Bâbî 9- Bâb: 10- Bâb: 11- Bâb: Bir Devlet Başkanı Üzerinde Toplanmış Bir Cemaat Bulunmadığı Zaman (Bu Fitne, Dağınıklık Ve İhtilâf Hâlinde) Müslümânın İşi Nasıl Olacaktır? 12- Fitneler Ve Zulümler Ehlinin Ferdlerini Çoğaltan Kimseler Babı 13- Bâb: Müslüman, Değersiz Ve Hayırsız İnsanlar İçinde Kaldığı Zaman (Ne Yapacaktır)? 14- Fitne Sırasında (Fesad Yeri Olan Şehirlerden Kaçarak) Çöl Arabları'yla Oturmak Babı 15- Fitnelerden Allah'a Sığınmak Babı 16- Peygamber(S)'İn: "Fitne doğu cihetindedir Kavli Babı 17- Denizin Dalgalanması Gibi Dalgalanacak Olan Fitne Babı 18- Bâb 19- Bâb 20- Bâb: 21- Peygamber(S)'İn Alî'nin Oğlu Hasen İçin: "Benim bu oğlum elbette bir seyyiddir. Umarım kit Allah bu oğlum sebebiyle müslümânlardan iki büyük fırkanın arasını ıslâh eder" Kavli Babı 22- Bâb: Bir İnsan Bir Kavmin Yanında Birşey Söyler De Sonra Onların Yanından Çıkar Ve Söylediğinin Zıddını Söylerse? 23- Bâb: 24- Zamanın (İlk Hâlinden) Değiştirilmesi, Nihayet Putlara İbâdet Etmeleri Babı 25- (Hicaz Arazîsinde) Ateş Çıkması Babı 26- Bâb 27- Deccâlin Zikri Babı 28- Bâb: Medine'ye Deccâl Giremez. 29- Ye'cûc Ve Me'cûc Babı Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle 93- KITABU'L-FITEN (Fitneler Kitabı) 1- Yüce Allah'ın "Ve öyle bir fitneden sakının ki, hiç de içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz ve bilin ki Allah'ın azabı şiddetlidir" (el-Enfâl: 25) Kavlinin Beyânı İle Peygamber(S)'İn Fitnelerden Sakındırmasının Beyânı Hakkında Gelen Hadîsler Babı [1] 1-.......Abdullah ibnu Ebî Muleyke şöyle demiştir: Esma bintu Ebî Bekr (R) söyledi ki, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Ben (kv-yâmet gününde) havzımın başında benim yanıma gelecek olanları bek­lerim. Derken benim yakınımda birtakım insanlar yakalanırlar. Ben: —  Onlar benim ümmetimdir; derim. Allah: — Sen onların senden sonra dînlerinden arkalarına dönüp git­tiklerini bilmezsin! buyurur". Abdullah ibn Ebî Muleyke: — Allah'ım, bizler topuklarımız üzerinde arkamıza dönmekten yâhud (dînimizde) fitnelere uğratılmaktan Sana sığınırız! demiştir. 2-.......Abdullah ibn Mes'üd (R) şöyle dedi: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Ben sizin havuz başına ilk varan öncünüzüm. Yemîn ol­sun orada sizden bir takım adamlar bana kaldırılıp gösterilecek, hat­tâ ben onlara vermek üzere elimi uzatırım ki, bu sırada onlar çekilip benden uzaklaştırılırlar. Ben: — Ey Rabb'im! Onlar benim sahâbîlerimdirler! derim. Yüce Allah: — Sen onların senden sonra dînde neler îcâd ettiklerini bilmez­sin! buyurur" [2] 3-.......Ebû Hazım şöyle demiştir: Ben Sehl ibn Sa'd(R)'dan işit­tim, o şöyle diyordu: Ben Peygamber (S)'den işittim, o şöyle buyuru-yordu: "Ben sizin havuz başında öncünüzüm. Ona gelen içer, ondan içen ebediyyen bir daha susamaz. Ve muhakkak benim yanıma bir-takım kavimler gelecekler ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanır­lar. Sonra benimle onlar arasına bir perde konulur". Ebû Hazım dedi ki: Ben bu hadîsi kendilerine tahdîs ederken Nu'-mân ibn Ebî Ayyaş da işitti ve: � [04.09.2023 19:00] Annem: Allah'a ve âhiret gününe iman ederek ölen kimseye, 'Cennetin sekiz kapısının hangisinden dilersen gir.' denilir. (İbn Hanbel, I, 17) [04.09.2023 19:01] Annem: - عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ - طَلَبُ الْعِلْمِ فَرِيضَةٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ - أنس بن مالك رضى الله عنهدن روايت اولوندى كه رسول الله صلى الله عليه وسلم افنديمز شويله بويورمشلردر - علم طلب ايتمك، هر مسلمان اوزرينه فرضدر - Enes bin Malik (r. anh)’den rivayet olundu ki, Rasülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır - İlim talep etmek, her Müslüman üzerine farzdır. - Sünen-i İbn-i Mâce, Babü Fazli’l-Ulemâ, h. 224 [04.09.2023 19:08] Annem: İçinizden kim Allah'a ve Resülüne itaat eder ve salih bir amel işlerse, ona mükafatını iki kat veririz. Biz ona bereketli bir rızık hazırlamışızdır. (Ahzâb, 33/31) [04.09.2023 19:09] Annem: 5/Mâide 13 - İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lanetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah iyilik yapanları sever. [04.09.2023 19:09] Annem: Ubeydullah bin Abdullah bin Utbe bin Mes'ud'un zikrettiğine göre Ab­dullah bin Abbas ona şunu haber vermiştir: "Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir adam'a mektup göndermiş ve bunu Bahreyn'in büyüğüne (yöneticisine) vermesini emretmiştir. Bahreyn büyüğü de bunu Kisra'ya vermiştir. mektubu okuyunca yırtınıştı. (ibn Müseyyeb'in şöyle dediğini zanne­diyorum) Bunun üzerine Resûlullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onların (ülke ve yönetimlerinin) parça parça olmaları için beddua etti. Tekrar: Grades: Reference: Sahih Buhari 64 In-book reference: Kitap 3, Hadis 6 https://play.google.com/store/apps/details?id=com.islamicproapps.hadithpro [04.09.2023 19:10] Annem: GAZVELER BÖLÜMÜ.. 3 UMUMÎ AÇIKLAMA.. 3 BAZI TEKNİK BİLGİLER: 3 * İLK SERİYYELER: 4 * BEDİR GAZVESİ 5 * BENÎ NADÎR GAZVESİ 11 * BENÎ KAYNUKA.. 13 * KA'B İBNU EŞREF'İN KATLİ 14 * EBU RAFİ ABDULLAH İBNU EBİ'L-HUKAYK'IN ÖLDÜRÜLMESİ 16 * UHUD GAZVESİ 18 * UHUD HARBİ 21 Uhud Yenilgisinin Sebebi 24 Bir başka sebep. 24 * RECİ GAZVESİ 24 * Bİ'R-İ MÂUNA GAZVESİ 27 * FEZARE GAZVESİ 28 * HENDEK GAZVESİ 29 Kuşku nedir, nasıl sağlanmıştır?. 32 * ZÂTU'R-RİKA' GAZVESİ 34 * BENÎ MÜSTALİK GAZVESİ 34 * ENMÂR GAZVESİ 35 * HUDEYBİYE GAZVESİ 36 HUDEYBİYE GAZVESİ SEBEPLERİ, NETİCELERİ: 47 Sulh Gerçekleşiyor: 48 Müslümanlar Memnun Degil: 48 Sulh İslam'ın En Büyük Zaferi: 49 Bazı Faideler: 49 Sulhün Bozulması: 50 Hudeybiye Sulhünde Adı Geçenler: 50 Ebu Basîr: 50 Ebu Cendel: 51 Süheyl İbnu Amr: 51 Büdeyl İbnu Verka İbni Amr: 52 Urve İbnu Mes'ud İbnu Muattıb: 52 Hudeybiye Sulhünün En Büyük Meyvesi: 53 Allah'ın Kılıcı Hâlid: 53 * UMRETU'L-KAZA.. 54 * MÛTA GAZVESİ 54 * ÜSÂME İBNU ZEYD'İN, CÜHEYNE'NİN HURUKA'YA GÖNDERİLMESİ 56 * FETİH GAZVESİ 57 Fetih Hazırlığı: 61 Fetih: 62 Af Dışı Tutulanlar: 63 ERKEKLER: 63 1) İkrime ibnu Ebî Cehl: 63 2) Safvân İbnu Ümeyye: 63 3) Abdullah İbnu Sa'd İbni Ebî Sarh: 63 4) Abdüluzzâ İbnu Hatal: 63 5) Huveyris İbnu Nukayz: 64 6) Mikyas İbnu Sübâbe: 64 7) Abdullah İbnu'z-Ziba'rî es-Sehmî: 64 8) Vahşî İbnu Harb: 64 KADINLAR: 64 1) Hint Bintu Utbe: 64 2) Sâre Mevlâtu Amr İbni Abdilmuttalib: 65 3-4) Abdullah İbnu Hatal'ın iki şarkıcı cariyesi (Kureyne ve Fertana) 65 Fetihle İlgili Diger Bazı Notlar: 65 Mekke'ye Af: 66 Mekke'nin Tahrimi: 67 * Hatıb İbnu Ebi Belte'a: 67 Mekkelilere Mektup Hadisesi: 68 * HUNEYN GAZVESİ 69 * EVTAS GAZVESİ 73 * TAİF GAZVESİ 74 * HÂLİD İBNU VELİD RADIYALLAHU ANH'IN BENİ CEZİME'YE GÖNDERİLMESİ 76 * ABDULLAH İBNU HUZAFE ES-SEHMİ VE ALKAME İBNU MÜCEZZİZ ELMÜDLİCİ SERİYYESİ 77 * HZ. EBU MUSÂ VE MUÂZ'IN YEMEN'E GÖNDERİLMESİ 77 * ALİ İBNU EBÎ TALİB VE HÂLİD İBNU VELİD'İN YEMEN'E GÖNDERİLMESİ 78 * ZÜ'L-HALASA GAZVESİ 79 * ZATÜ'S-SELASİL GAZVESİ 80 * TEBÜK GAZVESİ 81 GAZVELER BÖLÜMÜ UMUMÎ AÇIKLAMA 1- Gazve kelimesi, lügat olarak kasdetmek ma'nâsına gelir. Mesela mağza'lkelam demek, kelamdan kasdedilen ma'nâ, maksad demektir. Resulullah'ın siyerine giren bir tabir olarak, Aleyhissalâtu vesselâm'ın şahsen veya tarafından hazırlanmış bir ordu ile küffâra karşı "kasd"ını ifade eder. Cemi olarak gazavât ve meğâzî kelimeleri kullanılır. Megâzî, yine aynı asıldan olan mağza'nın cem'idir. Gazve ile küffar'ın şahıslarının kastedilmesi, memleketlerinin veya Uhud, Hendek gibi indikleri yerlerin kastedilmesinden daha âmmdır. 2- Müslümanlar, hicretten önce, kâfirlere karşı savaşmaktan men edilmişlerdi. Öyle ki, Kureyş müşriklerinin, işkence, hakaret ve zulümlerinden çok çeken müslümanlar, zaman zaman yapılanlara tahammül edemeyerek, silahla mukabele için Resulullah'tan ısrarlı müsaade  istemişler fakat Aleyhissalâtu vesselâm her seferinde talebi reddedip müsaade etmemiş, mesele üzerine gelen âyetler de hep sabır tavsiye etmiştir.[1] Megâzî müellifleri ve hatta müfessirler, küffârla silahlı mücadeleye izin veren ilk âyetin "Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı  koyup savaşmasına izin verilmiştir" (Hacc 39) olduğunu söyler. Burada dikkat edilirse, savaşın izni sınırlı bir izindir. Bütün Müslümanlara değil, "kendilerine savaş açılmış olan ve zulme uğratılanlar"adır; yâni Mekkeli müslümanlara. Bu âyetin Medine'de  nâzil olduğu kabul edildiğine göre hicretten sonra savaş izni verilmişse de, izin sadece muhacirleredir. Nitekim, Bedir gazvesine kadar, çıkarılan ilk seriyyelere katılanlar ismen bellidir ve incelendiği zaman hepsinin Mekkeli muhacir oldukları görülür. Gerçi bu hususa siyer [04.09.2023 19:11] Annem: عَنْ أبي عبدا لرحمن عَبْدِ اللهِ بْنِ عُمَرَ بْنِ الْخَطّاَبِ  عَنِ النَّبِيِّ قال رسول الله صلى الله عليه وسلم  قال: إن اللَّهَ عز ورجل يَقْبَلُ تَوْبَةَ الْعَبْدِ مَا لَمْ يُغَرْغِرْ . Ebû Abdurrahman Abdullah ibn Ömer ibni’l Hattâb (Allah Onlardan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Bir kul can çekişmeye başlamadıkça Allah onun tevbesini kabul eder.” (Tirmîzî, Deavât 98) [04.09.2023 19:11] Annem: Allah'a ve ahiret gününe imân eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah'a ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah'a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun. Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75. [04.09.2023 19:11] Annem: Allah'ım! Beni iyilik işledikleri zaman sevinen ve kötülük yaptıkları zaman bağışlanma dileyen kullarından eyle. (İbn Mace, "Edeb", 57) [04.09.2023 19:11] Annem: Tarihte Bugün •  Yazar Mutasavvıf Ömer Tuğrul İnançer’in Vefatı •  2022 Selçuklu Devleti’nin Kurucusu Tuğrul Bey’in Vefatı 1063 •  Sivas Kongresi 1919 Kuveyt Türk Dijital Takvim https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim [04.09.2023 19:11] Annem: Günün Ayeti “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” İsra 14 [04.09.2023 19:11] Annem: Günün Hadisi “Müslüman bir kimse, farzların dışında nâfile olarak her gün Allah rızası için on iki rekât namaz kılarsa Allah Teâlâ ona cennette bir köşk ihsan eder.” Müslim, Müsâfirîn 103 [04.09.2023 19:12] Annem: İrfan Dünyasından Bir Sima: ÖMER TUĞRUL İNANÇER Mutasavvıf, müzisyen, yazar kimlikleriyle tanınan Ömer Tuğrul İnançer, 1946 yılında Bursa’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Yirmi yıl kadar muhtelif şirketlerde müşavir-avukatlık yaptıktan sonra 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğunda sanatçı-yönetici olarak çalışmaya başladı. 2011 Haziran ayında yaş haddinden emekli oldu. Tahsili sırasında özel olarak müzik dersleri aldı. Çeşitli radyo ve televizyon programlarında misafir sanatçı ve konuşmacı olarak ekrana geldi. Birçok yurtiçi ve yurtdışı konserlerde müzik faaliyetlerinde bulundu. Çeşitli radyo ve televizyon programlarında misafir sanatçı olarak yer aldı. Birçok yurt içi ve yurt dışı konserde müzik faaliyetlerinde bulundu. Tasavvuf konularında da yurt içi ve yurt dışında pek çok konferanslar verdi, seminerlere katıldı. Ayrıca çeşitli mecralarda makaleleri, röportajları yayınlanan ve 8 kitabı kitapseverlerle buluşan Ö. Tuğrul İnançer, 4 Eylül 2022 tarihinde 76 yaşında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Fatih Camii’nden kaldırılan cenazesi Fatih’teki Nureddin Cerrahi Tekkesine defnedildi. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.                 Kuveyt Türk Dijital Takvim https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim

Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Kıraç, APSCO Konsey Başkanlığına seçildi

AB'den ihracatçılara yeşil ekonomiye geçiş için 7 milyon avro destek

Otomotiv endüstrisi kasımda yaklaşık 3,8 milyar dolarlık ihracat yaptı

Niğde'de ilk fazı tamamlanan tesiste yıllık 7 bin ton likra üretiliyor

İnşaat sektöründe çalışan sayısı üç aydır rekor kırıyor

Ekonomiye ilişkin olumlu beklentiler güven endekslerinde kendini gösterdi

Türkiye'de gayrimenkul değerlendirmesinde yapay zeka dönemi hız kazanıyor

Ekonomiye ilişkin olumlu beklentiler güven endekslerinde kendini gösterdi

Ekonomiye ilişkin olumlu beklentiler güven endekslerinde kendini gösterdi

Emtia piyasaları Fed'in faiz kararına odaklandı

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.GALATASARAY A.Ş. 15 11 1 3 21 36
2.FENERBAHÇE A.Ş. 15 9 0 6 18 33
3.TRABZONSPOR A.Ş. 14 9 1 4 13 31
4.GÖZTEPE A.Ş. 14 7 2 5 10 26
5.SAMSUNSPOR A.Ş. 15 6 2 7 6 25
6.BEŞİKTAŞ A.Ş. 14 7 4 3 7 24
7.GAZİANTEP FUTBOL KULÜBÜ A.Ş. 14 6 4 4 -1 22
8.KOCAELİSPOR 14 5 6 3 -3 18
9.RAMS BAŞAKŞEHİR FUTBOL KULÜBÜ 15 4 6 5 3 17
10.CORENDON ALANYASPOR 14 3 4 7 -1 16
11.TÜMOSAN KONYASPOR 15 4 7 4 -4 16
12.ÇAYKUR RİZESPOR A.Ş. 15 3 6 6 -6 15
13.HESAP.COM ANTALYASPOR 14 4 8 2 -11 14
14.KASIMPAŞA A.Ş. 14 3 7 4 -7 13
15.İKAS EYÜPSPOR 15 3 8 4 -8 13
16.ZECORNER KAYSERİSPOR 15 2 6 7 -17 13
17.GENÇLERBİRLİĞİ 14 3 9 2 -7 11
18.MISIRLI.COM.TR FATİH KARAGÜMRÜK 14 2 10 2 -13 8

YAZARLAR