SEMA ÖNER


GÜNÜN YAZISI

GÜNÜN YAZISI


[05.09.2023 19:32] Annem: Bir Ayet: Yaşatan da öldüren de O'dur. Bir işe hükmettiğinde o konuda sadece"ol!"der, o da oluverir. (Mümin, 40/68) Bir Hadis: Bir Müslüman, bir Müslümana"kâfir"dediğinde, şayet o kişi kâfir ise (söz yerini bulmuş olur). Fakat o kâfir değilse bu sözü söyleyen kâfir olur. (Ebû Dâvud, "Sünnet", 15) Bir Dua: Allah'ım! Senden; Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine yaklaştıracak amelin sevgisini istiyorum. (Tirmizî, "Tefsîr", 39) T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [05.09.2023 19:32] Annem: Diyanet Takvimi Ön Yüz: İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin (ra) Vefatı (699-767) Allah bana, mütevazı olup birbirinize karşı övünmemenizi ve birbirinize karşı haddi aşan davranışlarda bulunmamanızı vahyetti. (Müslim, Cennet, 64)  Diyanet Takvimi Arka Yüz: TEVAZU İNSANI YÜCELTİR Mütevazı kişi Allah tarafından yaratıldığının, içinde bulunduğu nimetlerin O’na ait olduğunun bilinciyle O’nun rızasını kazanmaya çalışan kimsedir. Tevazu sahibi kişi, Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunu bilir. Diğer insanları küçümsemez; onlarla Allah’ın emrettiği şekilde kırgınlık, kıskançlık ve küskünlükten uzak, sevgi, saygı, dayanışma ve yardımlaşma içerisinde kardeşçe yaşar. İnsanlığa Kur’an ahlakını yaşayarak gösteren Hz. Peygamber onlara tevazuu da yaşayarak öğretmiş, oldukça sade bir yaşam sürmüştür. Geçmiş ümmetlerden kıssalarla insanlara kibrin afetini göstermeye çalışmış ve “...Müslüman kardeşini küçük görmesi, kişiye kötülük olarak yeter...” demiştir. Tevazu sahibi olmak Müslümanlığın gereklerindendir. Ancak her şeyde olduğu gibi tevazuda da aşırıya kaçmamak önemlidir. Zira mümin hem kendisinin hem de Müslüman kardeşinin saygınlığını ve şerefini korumakla memurdur. Müminler kendilerini hakir görenlere karşı kararlı ve asil duruşlarını korumalı, şereflerinin ayaklar altına alınmasına müsaade etmemelidir. T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [05.09.2023 19:32] Annem: "Rabbim! Bağışla, merhamet et. Çünkü sen merhamet edenlerin en hayırlısısın!" - (Mü'minûn, 23/118) [05.09.2023 19:32] Annem: Âdemoğlu ihtiyarlayıp çöker. Fakat kendinden iki şey gençleşir: Mal üzerine hırs, ömür üzerine hırs. - Müslim, Zekât, 115 [05.09.2023 19:32] Annem: Rab'lerinin huzurunda durduruldukları vakit (hallerini) bir görsen! (Allah) diyecek ki: "Nasıl, şu (dirilmek) gerçek değil miymiş?" Onlar, "Evet, Rabbimiz'e andolsun ki, gerçekmiş" diyecekler. (Allah), "Öyleyse inkar etmekte olduğunuzdan dolayı tadın azabı!" diyecek. - En'âm - 30. Ayet [05.09.2023 19:32] Annem: Allah Resûlü, ümmetine duyduğu eşsiz sevgi ve merhamet neticesinde, dünya ve ahiret saadeti için onlara tavsiyelerde bulunurdu. Kimi zaman verdiği bildirinin öneminden dolayı heyecanlanır, gözleri kızarır, sesi yükselir, sanki düşman tehlikesine karşı bir orduyu uyarıyormuşçasına celallenirdi (Müslim, Cum’a, 43). Bir defasında kendisiyle ümmetinin hâlini şöyle anlatmıştı: “Benimle ümmetimin durumu (geceleyin) ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.” (Müslim, Fedâil, 17) Rahmet Elçisinin ümmetine olan düşkünlüğünü Yüce Rabbimiz şöyle ifade eder: “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı Raûf (çok şefkatli) ve Rahîm (çok merhametli)dir.” (Tevbe, 9/128) Allah, ümmetine olan bu şefkatinden dolayı onu kendi isimlerinden “Raûf” ve “Rahîm” ile isimlendirmiştir. - ÜMMETİNE DÜŞKÜN MÜŞFİK NEBİ: HZ. PEYGAMBER [05.09.2023 19:32] Annem: Haccın Yapılmasını Gerektiren Şartlar 19- Haccın yerine getirilmesinin farz olmazı için beş şart vardır. Şöyle ki: 1) Beden sağlıklı olmalıdır. Onun için hac görevini yerine getirebilmek için vücud sağlığına sahip olmayan kimseye hac farz olmaz. Kör ve kötürüm olanlar da böyledir. Fakat iki İmama ve İmam Azam'dan bir rivayete göre, kendisini koruyup yol gösterecek kimsesi bulunan âmâya (iki gözü köre), diğer şartlarla sahib olunca, hac etmesi farz olur. 2) Haccın yerine getirilmesi için arızî engeller bulunmamalıdır. Bir kimse tutuklanırsa (hapsedilirse) veya zorla hacdan engellenirse, hac ile yükümlü olmaz. 3) Yol emniyeti bulunmalıdır. Yolda tehlike bulundukça, hacca gidilmesi farz olmaz. 4) Sefer mesafesinden (en az onsekiz saatlik bir uzaklıktan) hac yapacak bir kadın için yanında kocası veya meübbeden mahremi bulunan bir erkek bulunmak şarttır. Bunların akıllı, buluğa ermiş veya buluğ çağına gelmiş olmaları gerekir. Beraberinde böyle bir kimse bulunmayan kadın için hac farz değildir. Kendisine hac farz olan bir kadının yanında böyle bir mahremi bulunduğu takdirde, kocası onu hacdan alıkoyamaz. Çünkü böyle bir farzı yerine getirmek, koca hakkından önde gelir. Genç bir kadının yalnız süt [05.09.2023 19:33] Annem: asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak) mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur. Bununla beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri ile de geçişli olur. "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf" mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır. Bunun için gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler." demek olur. Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer [05.09.2023 19:33] Annem: "Namazı terkedenin İslam'dan nasibi yoktur!'' buyurdu. Sonra Ömer, yarasından kan aktığı halde namaz kıldı.'' Muvatta, Tahâret 51, (1, 3 9-40). 3640 - Hz Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor "Resulullah aleyhissalâtu vesselam'la birlikte Zâtu'r-Rikâ' gazvesine çıktık. (Askerlerden) bir kişi, müşriklerden birinin hanımına temasta bulundu. Kocası da: "Muhammed'in Ashabından kan dökmeden geri dönmeyeceğim'' diye yemin etti. Evinden çıkıp Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'ı tâkibe koyuldu. Resulullah aleyhissalâtu vesselâm bir verde mola verdi ve: "Kim bizi (nöbet tutup) koruyacak?'' diye sordu. Muhacir ve Ensâr'dan birer adam vazifeyi üzerlerine aldılar. ResuIullah aleyhissalâtu vesselâm, bunlara: "Şu geçidin girişini tutun (orada bekleyin)!'' diye ferman buyurdu. Bu iki zat, geçidin ağzına gelince Muhacirden olanı, yattı. Ensâri de namaz kılmaya başladı. Derken tâkipçi adam da oraya geldi. (Namazdaki nöbetçinin) silüetini görünce anladı ki, bu, askerlerin koruyucusudur, derhal bir ok attı ve ok, eliyle koymuşcasına hedefini buldu. Ensari oku çıkarıp (namazına devam etti). Müşrik (isabet ettiremedim düşüncesiyle atmaya devam etti.) Öyleki üçüncü okunu da attı. Ensâri de (yaraya aldırmadan) aynı şekilde namazına devam etti. Bir müddet sonra arkadaşı uyandı. (Müşrik bunların iki kişi olduğunu görünce) yerinin farkına vardıklarını anladı ve kaçtı. Muhâcirden olan zât, Ensari arkadaşındaki kanı görünce [05.09.2023 19:34] Annem: YİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB Bu mektûb, Şeyh Nizâmeddîn-i Tehânîserîye yazılmışdır. Farzları kılmağa ve sünnetleri, edebleri gözetmeğe teşvîk etmekde ve farzların yanında nâfileleri yapmanın kıymetinin az olduğu ve yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmamağı ve abdestde kullanılan suyu içmemeği ve mürîdlerin secde etmelerinin câiz olmadığını bildirmekdedir: Allahü teâlâ, bizi ve sizi te’assubdan, ya’nî başkasını çekememekden ve doğru yoldan ayrılmakdan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” pişmân olacak, üzülecek şeyleri yapmakdan kurtarsın! İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduracak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yokdur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise, hemen kazâ etmek], bin sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister nemâz, oruc, zikr, fikr olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir.[1] Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk “radıyallahü anh” hazretleri sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakdı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ’atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir dank [ya’nî bir dirhemin dörtde birini ki, bir gram gümüş demekdir] bir müslimân fakîre vermek, nâfile olarak dağlar kadar al-tun sadaka vermekden ve hayrât, hasenât ve yardımlar yapmakdan kat kat dahâ iyidir, kat kat dahâ çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakîre vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat dahâ fâidelidir. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece nemâzı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünki, hanefî mezhebindeki imâmlara göre “radıyallahü teâlâ anhüm” yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak mekrûhdur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmakdadır. Çünki, yatsı nemâzını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekrûh ise, tahrîmen mekrûhdur. Şâfi’î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece nemâzı kılmış olmak için ve bu vaktde zevk ve cem’ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr nemâzını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr nemâzını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr nemâzı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece nemâzı kılmak ve se-her vaktinde uyanık bulunmak ni’metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işden vaz geçmek ve geçmiş nemâzları kazâ etmek lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Kûfî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, nemâz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik nemâzı kazâ et [05.09.2023 19:34] Annem: 29 YİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB Bu mektûb, Şeyh Nizâmeddîn-i Tehânîserîye yazılmışdır. Farzları kılmağa ve sünnetleri, edebleri gözetmeğe teşvîk etmekde ve farzların yanında nâfileleri yapmanın kıymetinin az olduğu ve yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmamağı ve abdestde kullanılan suyu içmemeği ve mürîdlerin secde etmelerinin câiz olmadığını bildirmekdedir: Allahü teâlâ, bizi ve sizi te’assubdan, ya’nî başkasını çekememekden ve doğru yoldan ayrılmakdan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” pişmân olacak, üzülecek şeyleri yapmakdan kurtarsın! İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduracak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yokdur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise, hemen kazâ etmek], bin sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister nemâz, oruc, zikr, fikr olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir.[1] Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk “radıyallahü anh” hazretleri sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakdı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ’atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir dank [ya’nî bir dirhemin dörtde birini ki, bir gram gümüş demekdir] bir müslimân fakîre vermek, nâfile olarak dağlar kadar al-tun sadaka vermekden ve hayrât, hasenât ve yardımlar yapmakdan kat kat dahâ iyidir, kat kat dahâ çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakîre vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat dahâ fâidelidir. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece nemâzı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünki, hanefî mezhebindeki imâmlara göre “radıyallahü teâlâ anhüm” yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak mekrûhdur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmakdadır. Çünki, yatsı nemâzını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekrûh ise, tahrîmen mekrûhdur. Şâfi’î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece nemâzı kılmış olmak için ve bu vaktde zevk ve cem’ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr nemâzını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr nemâzını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr nemâzı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece nemâzı kılmak ve se-her vaktinde uyanık bulunmak ni’metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işden vaz geçmek ve geçmiş nemâzları kazâ etmek lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Kûfî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, nemâz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik nemâzı kazâ [05.09.2023 19:35] Annem: Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi Ana Sayfa İslam Ahlakı Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi İlgili      İslam Ahlakı D) İş ve Ticaretle İlgili Görev ve Sorumluluklar a) Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın geceyi istirahat, gündüzü de geçim temini için yarattığı (el-Kasas 28/73), kural olarak insan için çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı (en-Necm 53/39) belirtilmiştir. A‘raf suresinde (7/32) dünya nimetleri için “Allah’ın ziyneti” ve “güzel rızıklar” denilmiş; Cum‘a suresinde de (62/9) müslümanlara, yeryüzüne dağılarak bu güzel rızıklardan kazanıp yararlanmaları öğütlenmiştir. “Hiçbir kimse elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” (Buhari, “Büyu‘”, 15) buyuran İslam Peygamber’i, dağdan odun toplama olsa bile, bir iş tutmanın başkalarına el avuç açmaktan daha iyi olduğunu söylemiştir (Buhari, “Zekat”, 50). Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı üzere ister üretim, ister ticaret yoluyla olsun, İslam’da ferdi kazanma teşebbüsleri meşrudur. Özel kabiliyetlerin toplumun gelişmesine ve refahına yararlı kılınması için gerekli ortam ve şartları hazırlamak yerine, bu kabiliyetlerin icat etme, üretme ve kar etme eğilimlerinin köreltilmesi, sünnetullahın bir sonucu olan bireysel ve toplumsal fıtrat ve tabiata aykırı düşer. İslam, kendi sistemi içinde ferdi kabiliyetleri toplumun refahına ve gelişmesine yararlı kılmak için gerekli önlemleri almıştır. Hukuki ve toplumsal yaptırımlarla birlikte İslam’ın asıl tedbiri, erdemlerle donanmış insandır. Bu insanın ayırıcı özelliği ise Allah’a saygı ve insanlara sevgisidir. İslam’ın asıl meselesinin, belli bir hukuki ve iktisadi sistem kurmadan önce, erdemli insan yetiştirmek olduğunun açık delili, Mekke’de inen ayetlerle Medine’de inen ayetlerin içe- riğidir. Mekki ayetler, büyük çapta iman ve ahlaka, yani manevi ve ruhsal gelişmeye ağırlık verirken, Medeni ayetlerde hukuki, iktisadi, siyasi vb. sosyal konular yoğundur. Çalışma, üretim ve kazanmanın önemiyle ilgili olarak ahlak kitaplarında yer alan bilgiler içinde Maverdi’nin görüş ve tahlillerinin çok büyük bir değer taşıdığı görülmektedir. Maverdi insanların gelecekle ilgili ekonomik düşünce ve projelerini “geniş emel” şeklinde adlandırarak bunun daha iyi bir gelecek, daha gelişmiş bir ülke ve toplum projesi olduğunu belirtir. Maverdi’ye göre insanların daha çok çalışıp daha çok kazanma arzusu taşımaları, Allah’ın insanlık için bir lutfudur. “Eğer insanlar gelecek kaygısı ve projesi taşımadan günlük ihtiyaçlarıyla yetinseler ve daha fazlasına karşı bir istek duymasalardı dünya harap olurdu.” Ülkelerin daha çok gelişmesi ve mamur hale gelmesi, bireylerin içindeki kazanma arzusuna bağlıdır. “Bu sayede her nesil bir sonraki nesle, bir önceki nesilden aldığından daha gelişmiş ve bakımlı bir ülke bırakır. Böylece zaman geçtikçe ülke daha düzenli, daha huzurlu bir hale gelir”. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Emel, ümmetime Allah’ın bir rahmetidir” (Hatib el-Bağdadi, Tarih, II, 52) buyurmuşlardır. Fakat emel ile hayal arasında fark vardır. Emel sebeplere sarılmak, hayal ise boş kuruntularla avunmaktır (Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 145-146). Maverdi, bolluk ve refahın artmasıyla toplum barışı arasındaki ilişkiyi irdelerken de dengeli bir gelir dağılımıyla refahın yaygınlaştırılmasının insanları rahatlatacağını, böylece ülke imkanlarından, zenginlerle birlikte fakirlerin de pay alacağını; bunun da yokluktan kaynaklanan kıskançlık ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak bireyler ve kesimler arasında kaynaşmayı arttıracağını ifade eder. Aynı alime göre geçim bolluğu insanları cömert, tok gözlü ve güvenilir yapar. Refah ve bolluğun faydaları bütün topluma sirayet ettiği gibi, yoklu [05.09.2023 19:36] Annem: Aşure Pişirmek Ana Sayfa A Aşure Pişirmek Rüyada Aşure Dağıtmak Rüyada Aşure Gününü Görmek Rüyada Aşure Pişirmiş olmanın Psikolojik Tabiri Rüyada aşure pişirmiş olmak, bolluk ve berekettir. Bilhassa aşure gününde aşure pişirmiş olan kimse büyük bir rızka ve nimete kavuşur. Aşure pişirmiş olmak günlük yaşamda parlak bir geleceğe, şahsın geçimini basitçe ve güzellikle kazanmasına, dünyada haneye öbür tarafta sizi beklemede olan hayırlı işlere ve nimetlere işaret eder. Aşurenin içindeki maddeler ne kadar fazlaysa şahsa ulaşmış olacak nimetler, hayırlar ve ihsanlar o kadar çok olur. Rüyası esnasında az madde ile aşure pişirmiş olmak ise az kazanca ve mala işaret eder. Rüyası esnasında aşurenin pişmiş olup dumanının çıktığını görmüş olan kimse yeni bir mesleğe girişir. Bu rüya hem madden hem de manen kolaylığa ve geçim derdinden feraha ermeye da tabir edilmektedir. Rüyada Aşure Dağıtmak Rüyası esnasında aşure pişirmiş olup onu dağıtmış olan şahıs, insanlara yardım edip onların yetersizliklerini tamamlayana ve gereksinme duydukları her şeyi sağlayan, iyi huylu ve yardımsever bir kimsedir. Rüyası esnasında kendisi oturduğu yerdeki insanlara aşure dağıttığını gören, pekçok insanı etkilemiş olacak güzel hareketlerde bulunur. Rüyası esnasında kapı kapı dolaşmış olup aşure dağıtmış olmak, hem hususi hayatınızda hem de iş yaşamanızda sizi beklemede olan güzel hadiselere ve müjdelere de tabir edilmektedir. Rüyada Aşure Gününü Görmek Aşure günü dini manada pekçok hadisenin yaşandığı ve oldukça hayırlı olmak suretiyle malum bir gündür. Dolayısıyla rüyası esnasında aşure gününü görmüş olan kişi, o yılı bereketle, bollukla, güzellikle ve hayırla geçirir. Rüyası esnasında aşure gününde ibadet ettiğini gören kimsenin duaları kabul olur ve bütün arzuları gerçekleşir. Aşure günü sorunlardan feraha erme, hüzünlerin sona erme günüdür. Dolayısıyla bu rüya sahibi bütün sorunlarından kurtulur. Rüyada Aşure Pişirmiş olmanın Psikolojik Tabiri Rüyada aşure pişirmiş olmak, şahsın içinde yaşattığı hoşlukların, insanlara yardım etme dileğinin ve güzel namusunun bir inikasıdır. Bu şekilde bir rüya görmüş olan kişi, kimi zaman da karmaşık hissiyatlar içindedir ve büyük bir karar basamakında olup ne şekilde bir karar alacağını bilememektedir. in A Diğer Konular Azat Azat etmek Azık Azil Azmetmek Azrail [05.09.2023 19:37] Annem: ÂYET Ana Sayfa A ÂYET Alâmet, işâret, mûcize, ibret. 1- Kur’ân-ı kerîmdeki sûreleri meydana getiren cümle veya cümleciklerden her biri. Çoğulu âyâttır. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: Biz sana apaçık âyetler (helâl ile haramı, doğru ile yanlışı açıklayan) indirdik. Onları fâsıklardan (kâfirlerden) başkası inkâr etmez.” (Bekara sûresi: 99) Kur’ân-ı kerîmde 114 sûre, 6236 âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236’dan az veya daha çok olduğu bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, bir kaç küçük âyet sayılmasından veya bir kaç kısa âyetin bir büyük âyet yâhut sûrelerin evvelindeki besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. (Ebülleys Semerkandî) Âyet-i kerîmeler kısa ve tam tercüme edilemez. Müfessirler âyet-i kerîmeleri tercüme değil, uzun tefsîr ederek açıklamaya çalışmışlardır. (İbn-i Hacer-i Mekkî) Âyet-i kerîme yazılı herhangi bir kâğıdın âyet kısmına abdestsiz dokunmamalı, o kâğıdı belden aşağı koymamalıdır. (Hâdimî) Sübhâne rabbike âyet-i kerîmesini, sübhâne rabbinâ şeklinde değiştirmeden okumak lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) 2. Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren alâmet, ibret, işâret. Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde insanlara yarar şeyleri, denizde akıtıp taşıyan o gemilerde, Allah’ın semâdan indirdiği suyla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında (Allahü teâlânın emrine) boyun eğmiş olan rüzgârları ve bulutları evirip çevirmesinde aklı ile düşünen bir kavm (topluluk) için nice âyetler vardır. (Bekara sûresi: 164) 3. Mûcize. (Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez gözükenler); “Ne olur, Allah bizimle (senin hak peygamber olduğuna dâir) konuşsa, yâhut (bu hususta) bize bir âyet gelse” dediler. Onlardan evvelkiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi söylemiş(ler)di. Kalbleri birbirine ne kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir. (Bekara sûresi: 118) İlgili Mekkî sûreler 9 Eylül 2021 Benzer yazı SÛRE 9 Eylül 2021 Benzer yazı Şifâ Âyet-i Kerîmeleri 9 Eylül 2021 Benzer yazı in A, Â Diğer Konular Ayn-el-Yakîn AZÂB ÂZÂD Âzâd Etmek Âzâd Olmak AZAMET AZÎM (El-Azîm) AZÎMET AZÎZ (El-Azîz) AZÎZAN Copyright 2021 by Maviay.co [05.09.2023 19:38] Annem: Diğer bir rü’yada Keçeci Mustafa Efendi’nin hafidi Bekir yine hâdise-i elîmeden bir-iki gün sonra görüyor ki: Güneş kıble tarafından çıkıyor. Şuaatı içinde güneş yüzünde Risale-i Nur naşirinin sureti temessül edip, aynen güneşin kursunda görünüyor. Hem mütedeyyin bir kadın, yine hâdiseden sonra görüyor ki: Semavattan mübarek kâğıtlar yağıyor. Soruyorlar: “Bu nedir?” Rü’yada demişler: “Risale-i Nur’un sahifeleridir.” Yani, tabirce Risale-i Nur, Kur’anın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur’anın semavî ve ilhamî bir tefsiridir. Hem yağmur gibi, insanlara kesretli bir rahmettir. Hâdisenin vukuundan evvel, Risale-i Nur şakirdlerinin herbiri bir cesedin a’zâları gibi, bir cihette o cesede gelen müessir bir ârızayı bütün a’zânın hissetmesi nev’inden; bu hâdiseyi Risale-i Nur’un dört şakirdi, vukuundan bir-iki gün evvel şöyle gördüler: Üçü, yani Mehmed Zühdü, Halil Ruhi, Mehmed Niyazi, Risale-i Nur naşirlerinin üstadını vefat etmiş görüyorlar ki; vefat ise tabirce Risale-i Nur’un ta’tilini haber veriyor. Dördüncüsü: Fâzıl Bey görüyor ki [05.09.2023 19:38] Annem: Dördüncü Mes’ele Kelâmın kuvvet ve kudreti ise; kelâmın kuyudatı birbirine cevab vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle umumen karınca kaderince, asıl garaza işaret ve herbiri parmağını maksad üzerine bırakmak ile عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ düsturuna timsal olmaktır. Demek kuyudat zenav gibi veyahut dereler gibi.. maksad ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir. Elhasıl: Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır. İşaret: Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüb tevellüd edip hüsn ü cemal parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et… Ezcümle: Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azabdan tahvif ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan âyete bak. Nasılki “şeyi zıddından in’ikas ettirmek” olan kaide-i beyaniyeye binaen, tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini göstermek istediğinden [05.09.2023 19:39] Annem: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri “Elhamdülillah Elhamdülillah” ve bütün adem âlemleri “Sübhanallah Sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, mes’eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır. İkinci bir küllî meyvesine “Yirmidördüncü” ve “elif”ler kerametini gösteren “Yirmidokuzuncu Söz”ler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmişler. Evet kâinatın her tarafında, cüz’î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat’îdir. Ve şuursuz cemadat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi, ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serada süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler. Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda Sevr ve Hut namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet’ten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride bâki Cennet’e bir kısmını devretmeğe bir işaret için Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî-İsrail’in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas’tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsî mana, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle, aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur. Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o ferdlerin a’zâ ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarane temsil edip dergâh-ı İlahiyeye takdim etmek için kırkbin başlı ve her başı kırkbin dil ile ve herbir dil ile kırkbin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş. Ve hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebat-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.) ve zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlık’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ve Azrail (A.S.) ve hayat dairesinde rahmetin en cem’iyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların [05.09.2023 19:39] Annem: kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri “Elhamdülillah Elhamdülillah” ve bütün adem âlemleri “Sübhanallah Sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, mes’eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır. İkinci bir küllî meyvesine “Yirmidördüncü” ve “elif”ler kerametini gösteren “Yirmidokuzuncu Söz”ler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmişler. Evet kâinatın her tarafında, cüz’î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat’îdir. Ve şuursuz cemadat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi, ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serada süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler. Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-i arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda Sevr ve Hut namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet’ten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride bâki Cennet’e bir kısmını devretmeğe bir işaret için Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî-İsrail’in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas’tan dahi mervîdir. Maatteessüf bu kudsî mana, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle, aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur. Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o ferdlerin a’zâ ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarane temsil edip dergâh-ı İlahiyeye takdim etmek için kırkbin başlı ve her başı kırkbin dil ile ve herbir dil ile kırkbin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş. Ve hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebat-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.) ve zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlık’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ve Azrail (A.S.) ve hayat dairesinde rahmetin en cem’iyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır. Onların ve herbirinin mahsus taifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat’îdir ve şübhesizdir. Melaikeye ait başka maddeler bunlara kıyas edilsin. Evet küre-i arzda dörtyüzbin nevileri zîhayattan halkeden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı san’atına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bâ [05.09.2023 19:40] Annem: Onsekizinci Mektub بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (Bu mektub üç mes’ele-i mühimmedir.) BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir? Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler. Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki: Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi.” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?” Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular. İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü’yada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkeza…” Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum.”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir.” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın. İşte Küre-i Arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşf [05.09.2023 19:40] Annem: Mektub بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (Bu mektub üç mes’ele-i mühimmedir.) BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir? Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rü’yadaki adam kendi rü’yasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnet’in irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler; hem etmişler. Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki: Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi.” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?” Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de, şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular. İşte yatan adamın gördüğü doğrudur, doğru görmüş, fakat rü’yada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm.” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil; belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkeza…” Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum.”, doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir.” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın. İşte Küre-i Arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab v [05.09.2023 19:41] Annem: Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsası görünsün. Said Nursî   بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ الَّتِى كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ Aziz, sıddık kardeşlerim! Onuncu Şua namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki; bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım. Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı [05.09.2023 19:41] Annem: (Yirmidördüncü Söz' den) BEŞİNCİ DAL Beşinci Dal’ın “Beş Meyve”si var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde [05.09.2023 19:42] Annem: Yirmidördüncü Söz' den) BEŞİNCİ DAL Beşinci Dal’ın “Beş Meyve”si var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin [05.09.2023 19:42] Annem: Yirmidördüncü Söz' den) BEŞİNCİ DAL Beşinci Dal’ın “Beş Meyve”si var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için, mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor. Evet insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı onun [05.09.2023 19:43] Annem: Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatları tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa, devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile, o aldatmalar ve mugalatalar dağılacak ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah… Sizin işkenceli hapishanenizin hâli; zaman müdhiş, mekân muvahhiş, mahpusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazîn, vicdanlar müteessir ve me’yus, bidayet-i halde memurlar şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber vicdanım beni tazib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, musikînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu. Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zaife şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım. Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır. Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı [05.09.2023 19:43] Annem: Bu âyet, insanları bilhâssa müslümanları dikkate davet eder. Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir? Cevab: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için bir mesağ-ı şer’î vardır. Fakat hakikata bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünki mikdarı bir hadd altına alınmadığından sû’-i istimale uğrar. Maahâza bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terketmekte olur. Evet âlemde görünen bu kadar inkılablar ve karışıklıklar, zararın özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahiddir. Fakat kinaye veya ta’riz suretiyle yani gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. Hülâsa: Yol ikidir: Ya sükût etmektir. Çünki söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır. Çünki İslâmiyetin esası, sıdktır. İmanın hâssası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır [05.09.2023 19:44] Annem: üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır. Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir. Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehâsı, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehâsına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır. Râbian: Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mes’elede bir hâdise bu hakikatı gösteriyor. İkinci Mes’ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plân neticesinde beni hiddete getirip Risale-i Nur’un, bahusus “Âyet-ül Kübra”nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın, sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telaş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şübhesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin. Onların o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizac edemediğim cihetini vesile edip, münasib bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar. Said Nursî * * * Aziz, sıddık, çok [05.09.2023 19:44] Annem: Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır. Bildiğime göre edibler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa; şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim. Muarradır feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna [05.09.2023 19:45] Annem: ile Yirminci Ayete Kadar Olan Ayetler (Münafıklar hakkındaki oniki âyetin tefsiri, umumî değil hususî bir ders olduğundan; bilâhere neşredilmek üzere buradan çıkarılmış olup, o bahisten yalnız kizb hakkındaki aşağıdaki parça alınmıştır.) Dokuz ve Onuncu Ayetler Yedinci Cümleyi teşkil eden بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ nin vech-i irtibatı: Münafıkların azabları, mezkûr cinayetleri arasında yalnız “kizb” ile alâkalandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb küfrün esasıdır. Kizb nifakın birinci alâmetidir. Kizb kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb hikmet-i Rabbaniyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren kizbdir. Nev’-i beşeri kemalâttan geri bırakan kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ü rüsvay eden kizbdir. İşte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen kizbdir. Bu âyet, insanları bilhâssa müslümanları dikkate davet eder. Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir? Cevab: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için bir mesağ-ı şer’î vardır. Fakat hakikata bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünki mikdarı bir hadd altına alınmadığından sû’-i istimale uğrar. Maahâza bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terketmekte olur. Evet âlemde görünen bu kadar inkılablar ve karışıklıklar, zararın özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahiddir. Fakat kinaye veya ta’riz suretiyle yani gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz. Hülâsa: Yol ikidir: Ya sükût etmektir. Çünki söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır. Çünki İslâmiyetin esası, sıdktır. İmanın hâssası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâm’ın nizamı, sıdktır. Nev’-i beşeri kâ’be-i kemalâta îsal eden, sıdktır. Ashab-ı Kiram’ı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır [05.09.2023 19:45] Annem: Elcevab: Memur olmayan veya hususî, şahsı itibariyle hıyanet eden, hususî tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususî tokat yememiş gibi görünüyor. Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri -büyük olduğu için- âhirete te’hir edilir; ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca ta’cil edilmez. اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى Said Nursî * * * Ankara’da bulunan Emniyet-i Umumiye Müdürü Bey’e [05.09.2023 19:46] Annem: onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Meselâ, Kudret-i Ezeliyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak! Evet nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitablarda milyonlarca timsalleri kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince manaları kalır. Kezalik o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hâfızalarında ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, manaları bâkidir. Demek o gülün tohumu olsun, kuvve-i hâfızalar olsun, o gül çiçeğinin suretini, zînetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekası için birer menzildir. Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahibsiz bir hayvan değildir. Ancak onun da bütün harekât ve ef’ali yazılıyor, tesbit ediliyor ve a’malinin neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrada ona göre derece alsın. Hülâsa, her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir. Ve keza bu âlemde tasarruf eden Sâni’in öyle bir kitab-ı mübini vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitabda yazılıp hıfzedilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine bak! Evet görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan bir şey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuddan çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm onun çok suretlerini “Levh-i Mahfuz”larda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî âyinelerde ibka eder. Meselâ: Bir şecere, meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyve ile hâmiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi mevcud olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuddur. Ve keza vücuddan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hâfızasında mevcud kalır. İşte bu misallerden, hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı olduğu anlaşıldı. Evet bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimam ile mülkünde cereyan eden her şeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve saltanat vardır ki, edna bir hâdiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır. İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette âlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada cari olduğu gibi, mahlukatın en eşrefi olan insana da şamildir. Çünki insan Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine ait şuunat ve ahvaline şâhiddir. Ve mahlukatın cemaatleri içinde Allah’ın birliğine dellâldır. Ve mevcudatın tesbihatına müşahid ve hilafet-i kübra ile tekrim ve teşrif edilmiştir. İnsan bu keramete, bu şerefe nâil olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesabları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir. Evet kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mu’cizat-ı kudret, Sâni’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kādir olduğuna kat’î şahid ve bürhanlardır [05.09.2023 19:46] Annem: Söz بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ الر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ [Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazireleri, Onuncu Söz’de, bilhâssa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur. Yalnız sair hakikatlardan nümune olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.] Birincisi: Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ “Altı günde gökleri ve yerleri yarattık.” demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır. İkincisi: Meselâ:  وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ❊ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ ❊ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: “Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor.” demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlukatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemal-i intizam ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil’in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor. Hakikat böyle iken, beşerin en acib bir dalaleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz’un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telakki etmesidir. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Hakikat nerede? Ehl-i gafletin telakkileri nerede? Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelal  تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ❊ وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ مَعَهُ ❊ اِ� [05.09.2023 19:47] Annem: İkinci Sual: Şeriatta denilmiştir ki: “Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı İlahî iledir.” Bunun sırr-ı hikmeti nedir? Elcevab: Sâbık işaretlerde tebeyyün etti ki: İnsan, icadsız bir cüz’-i ihtiyarî ile ve cüz’î bir kesb ile, bir emr-i ademî veya bir emr-i itibarî teşkil ile ve sübut vermekle müdhiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi; nefsi ve hevası daima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hasıl olan seyyiatın mes’uliyetini, o çeker. Çünki onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi. Ve şerr ademî olduğu için, abd ona fâil oldu. Cenab-ı Hak da halketti. Elbette o hadsiz cinayetin mes’uliyetini, nihayetsiz bir azab ile çekmeye müstehak olur. Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler; kesb-i insanî ve cüz’-i ihtiyarî onlara illet-i mûcide olamaz. İnsan, onda hakikî fâil olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenata tarafdar değildir, belki rahmet-i İlahiye onları ister ve kudret-i Rabbaniye icad eder. Yalnız insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir. Ve sahib olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve iman nimetleri gibi sâbık hadsiz [05.09.2023 19:47] Annem: bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir. Evet koca Cennet bütün hüsn ü cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz. Malûmdur ki; herşeyin hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi.. kalb, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş. Eğer Cemil-i Zülcelal’in esmasındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak ve hem bil ki: Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler. İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör. Hem bütün yavruların mu’cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör [05.09.2023 19:47] Annem: Doktor Yusuf Kemal * * * (Doktorundur) Tam manalarıyla mefhumlarını kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşad-ı âliyeleri unutulmaz ve şâheser hatıradır. Mezarıma kadar dinî akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım, sizin Sözler’iniz benim dinî muhayyelemi cidden değiştirdi ve daha sevimli bir mecraya sevketti. Şimdi bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum. Doktor Yusuf Kemal * * * (Bu uzun fıkra Hulusi Bey’indir) بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ [05.09.2023 19:48] Annem: MAKALE........... KARA FATMA’NIN ACIKLI SONU (2)

Kara Fatma’nın odasında iki çuval seriliymiş ya, kendisi yerde tahta üzerinde yatıyormuş. Çuval dediği, torunlarının yatağı. Köşede bir tencere, soğuk bir sac mangalın yanında aylarca evvel yere nasıl bırakıldıysa öyle duruyordur.
Kara Fatma konuşmaya, iş bulamamaktan şikayet ederek girer: Kapıcılığa, hatta çöpçülüğe bile râzıdır torunlarına bakabilmek için. Ama kimse iş vermemiştir ona. Yaralarından söz eder sonra, savaşta aldığı. Kızının parmaklarını şarapnel uçurmuş, evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra ise delirmiş. Böylece torunlarına bakmak zorunda kalmış Kara Fatma. Yine de göğsüne taktığı İstiklal Madalyasından gurur duymaktadır: “Bütün sefaletimi unutturan, beni yaşatan, bu İstiklal Madalyasıdır. Açım ama şerefliyim!..”
Ağlamaya başlar o sırada. Ağlarken anlatır, anlatırken ağlar:
Bazen çocukların elinden tutuyor; “Şu yetimler aç kalmış, ölecekler.” diye nineleri olduğumu sezdirmeden onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım, siz söyleyin! Muhabirin aklına torunlarının nerede olduğunu sormak gelir. Sokaktadırlar; birazdan geleceklerdir. Dilenmekten dönerken birinin avucunda 100, diğerininkinde 60 para olacaktır. “Al nine! Hiç harcamadık, olduğu gibi sana getirdik. Bir çay pişiremez misin bunlarla? Ekmek batırıp da beraber yiyelim.”
Torunlarıyla birlikte dilenen bu Kara Fatma portresine alışık olmayan yüreğiniz hop oturup hop kalktı, biliyorum ama gerçeğin yüzü bazen böylesine acımasız ve soğuktur.
 Bu röportajıyla perişan durumu ortaya çıkarılmışsa da, yine bir yardım eli uzanmamış. Bir ara, 1944’te (69 yaşında) yeniden hatırlanıp Defterdarlık’ta bir işe yerleştirilmiş. 
1954 yılına gelindiğinde artık 79 yaşındadır ve yine sefil bir vaziyette İstanbul’da bir kulübede tek başına yaşamaktadır. 22 Şubat 1954’te. Ancak özel bir kanunla kendisine ömür boyu 170 lira maaş bağlanan Kara Fatma’nın ömrü bu maaşı yemeye yetmeyecek ve ertesi yıl, 2 Temmuz 1955 Cumartesi sabahı İstanbul Darülaceze’de vefât etmiş ve şimdilerde ortadan kaldırılıp yerine yol yapılmış bulunan Kasımpaşa’daki Kulaksız Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Sağlığında bir gazeteciye; “Göğsümde bir şarapnel parçası var. Acı veriyor.” demişti. Tarihimizin göğsündeki şarapneller ne olacak Fatma teyze, sen söyle?..  Tarihçi ve yazar Mustafa Armağan 
(18.11.2007 - 13.12.2007 -  14.09.2010 Yazılarından özet)

 

05.09.2023 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim [05.09.2023 19:48] Annem: 'Takva, insanlara karşı dış görünüşünü süslediğin gibi, Cenâb-ı Allah’a karşı da sırrını (içini, gönlünü) süslemendir.' Ebû Bekir el-Vâkıdî [rahmetullahi aleyh] Semerkand Takvimi [05.09.2023 19:48] Annem: Allah Dostlarına Yakınlık Allah dostları kendilerinden isteyen ve samimi davrananlara Allah’a yaklaşma eğitimini verirler. Mürşidin söylediklerini yaparak çalışanlar günbegün Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya ve O’nu daha çok sevip O’na derin bir haşyet duymaya başlarlar. Fethullah Verkânisî [kuddise sırruhû] tasavvufun gösterişten, dünyaya yönelik çıkar hesabından arınıp ihlâsı elde etmek için olduğunu söylüyor. Bunun elde edilmesinin ise, kişide gerçekleşecek olan Allah sevgisine bağlı olduğunu bildiriyor. Allah’ı sevmek ibadet etmeyi, O’na itaati kolaylaştırır. Kalbi sevgiyle dolu olan kişi için sevdiğine kulluk etmek, O’nun sözünü dinlemek en büyük zevktir. İbadet ve taat artık o kişinin gıdası gibi olur. Uzaklaşınca kendini kötü hisseder. Allah Teâlâ’ya bu yakınlığı elde etmenin ilk aşaması O’na yakın olanlarla, yani Allah dostlarıyla, salihlerle birlikte olmaktır. Bu salih insanlarla sözlü ya da sözsüz sohbet edilir. Onların konuşmaları, susmaları akla ve kalbe hitap eder. Onların ortamında bulunmak diğer işlerin ağırlığından sıyrılmaya, kişinin kendini toparlamasına fırsat verir. Ahireti düşünmeyi ve böylece dünya hayatı hakkında doğru bilginin yenilenmesini sağlar. Semerkand Takvimi [05.09.2023 19:49] Annem: “Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyor ve bilmediklerinizi biliyorum. Gökyüzü meleklerin çokluğundan dolayı çatırdayıp gıcırdadı bu gıcırdamasında da haklı idi. Çünkü orada meleklerin secde etmediği dört parmaklık bir yer bile yoktu. Vallahi eğer bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Döşekler üzerinde kadınlarınızdan zevk alamazdınız. Yüksek sesle Allah’a yalvararak yollara ve kırlara çıkardınız.” (Tirmizi , Zühd 9) [05.09.2023 19:49] Annem: Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır. Haşr Sûresi 14.Ayet [05.09.2023 19:49] Annem: SIFÂT-I ZÂTİYYE Allâhü Teâlâ’nın Sıfât-ı Zâtiyyesi altıdır: 1- Vücûd: Var olmak. Allâhü Teâlâ vardır. 2- Kıdem: Evveli olmamak; ezelî olmak. Allâhü Teâlâ’nın varlığının evveli yoktur 3- Bekâ: Sonu olmamak; ebedî olmak. Allâhü Teâlâ’nın varlığının sonu yoktur. 4- Vahdâniyet: Birlik. Allâhü Teâlâ zâtında ve sıfatlarında tek olup, ortağı yoktur 5- Muhâlefetün lilhavâdis: Yaratılanlara hiç benzememek. Allâhü Teâlâ sonradan olan hiç bir şeye benzemez. Akla ne gelirse Allâhü Teâlâ onun gayrıdır. 6- Kıyam binefsihî: Vücudunda gayre muhtaç olmamak. Allâhü Teâlâ varlığında hiç bir şeye muhtaç değildir....Daha az [05.09.2023 19:50] Annem: İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her hâlinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş (hoş gösterilmiş)tir. [Yunus Sûresi.12] [05.09.2023 19:50] Annem: YOLCU NAMAZI Bir kimse doğup büyüdüğü ve sürekli ikamet ettiği yerden dok- san kilometre ve daha uzun bir mesafeyi gidip orada on beş günden az kalmaya niyet ederse misafir sayılır. Dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılar, sünnet namazları ise imkanı varsa kılar, mümkün olmadığı zaman ise kılmayabilir. Şafi mezhebinde ise giriş ve çıkışlar hariç bir yerde dört gün ve daha fazla ikamete niyet eden kişiler, misafir sayılmazlar. Bu sebeple namazlarını tam kılarlar. Bu mezhep mensupları yolculuklarında muhayyerdirler. İsterlerse misafirlere tanınan ruhsatlardan yararlanarak namazlarını kısaltarak kılarlar, is- terlerse tam olarak da kılabilirler. DİNÎ KAVRAMLAR İSTİNCA Dinimiz, sağlık, beşeri ilişkiler ve ibadet hayatı için çevre, beden ve elbise temizliğine önem vermiş- tir. Temizlenme kavram- larından biri olan istinca, “büyük abdest bozulduktan sonra dışkı ve idrar ka- lıntılarının temizlenmesi” işlemini ifade etmektedir. İstinca için su veya imkan- ların elverdiği en uygun temizlik araçlarının kulla- nılması tavsiye edilmiştir. ÖZLÜ SÖZ Karnı açlardan çok kalbi açlara acırım. (Cenap Şahabettin) [05.09.2023 19:50] Annem: Toplu halde, belirli düzen ve kurallara uyarak yaşama, sadece insana mahsus bir kabiliyet ve ihtiyaç olmayıp bütün canlılar için söz konusudur. Son dönemlerde yapılan araştırmalar, hayvanların da ihtiyaç, şart ve fıtratlarına uygun biçimde çeşitli gruplar oluşturdukları ve bu birlikteliği belli kurallara bağladıkları, aykırı davrananlara bazı yaptırımlar uyguladıkları, aynı hususun bitkiler için de geçerli olup bu konunun yeni bir bilim dalı olan "bitki sosyolojisi"nin alanını teşkil ettiği bilinmektedir. Bununla birlikte sosyal hayata en yatkın olan ve buna en çok ihtiyacı bulunan varlığın da insan olduğu açıktır. İşte, sosyal düzen kuralları bu tabii ihtiyacı en iyi şekilde karşılamaya ve birlikte yaşamayı çekilmez olmaktan çıkarıp anlamlı kılmaya yönelik önlemlerdir. Din, ahlâk ve hukuk kuralları da bir yönüyle sosyal hayatı düzene koymayı, insanların birbirlerine zarar vermeden hatta destek olarak yaşamasını ve neticede birlikte yaşamayı güzelleştirmeyi hedeflerler. Sosyal düzen kurallarının önemli bir kısmını görgü kuralları (âdâb-ı muâşeret) denilen birlikte yaşama sanatı oluşturur. Ahlâk ilmiyle ve kurallarıyla da iç içe olan bu kurallar, bireyin benliğine yerleşen iyi huydan ve iyiyi kötüden ayırıp onu iyiye yönlendiren melekeden (edep) beslenir; beğeni, takdir ve kınanıp ayıplanma şeklinde toplumsal yaptırımla da desteklenir. Netice itibariyle toplum halinde yaşamanın yazılı olmayan anayasasını oluşturur, insan olmanın nezaketini hatta kişinin kendine saygısını temsil eder. İslâm dininin özünü iman esaslarının, ana unsurunu da ibadetlerin teşkil ettiği doğrudur, fakat dindarlık bunlardan ibaret değildir. Dindarlık, yaratana kulluk, yaratılana şefkat ve saygı, hiçbir canlının hakkını ihlâl etmeden, hiçbir kalbi incitmeden hak ve istikamet üzere yaşama demektir. Bireysel huzur, güven ve mutluluk için de toplumsal sükûn ve barış için de bu gereklidir. Din ve dindarlık öyle anlaşılmaz ve uygulanmazsa, ortaya kaba, hoyrat ve bencil bir dindar tipi ön plana çıkar; cahil kesimler de dini böyle algılar ve dinden uzaklaşırlar. Genel ahlâk, âdâb, görgü ve nezaket kuralları insanlara dini hoş göstermek için değil, dinin ve dindarlığın tabii gereği olduğu için benimsenmeli ve uygulanmalıdır. Böyle olduğu için de ahlâk ve âdâb dinî kültürümüzde vazgeçilmez bir öneme sahip olmuş, dinî hayatımızın ve eğitimimizin ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiştir. Âdâb-ı muâşereti öğrenmenin farz-ı ayın sayılması da bu sebepledir (İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, I, 29). Ahlâk ve âdâb grubunu teşkil eden değer ve kurallar doğal ve sosyal çevrenin korunmasında da etkin, yapıcı ve uyarıcı bir role sahip olup bu alandaki diğer çabalara güçlü bir destek sağlar. Âdâb, görgü ve sosyal düzen kurallarının özü ve mahiyeti aynı olmakla birlikte biçim ve şekilleri toplumdan topluma değişebilir, kültür ve gelenek farklılıklarına tâbi olarak farklılık gösterebilir. Bunlar arasında trafik kuralları, genel sağlık ve koruyucu hekimlik kuralları gibi oldukça evrensel nitelikte olanlar da toplantı, sohbet, toplu ibadet, ziyafet, toplu taşıma araçlarında seyahat gibi mahallî karakteri ağır basanlar da bulunabilir. Bu tür sosyal düzen kurallarına uymak, toplu halde yaşamanın ve başkalarına saygılı davranmanın tabii gereği olduğu gibi dinin genel ilke ve amaçlarının, büyüklere saygı ve küçüklere sevginin, toplum düzenini ve kul hakkını ihlâl yasağının da gereğidir. Toplumsal düzeni bozucu, insanların birlikte ve güven içinde yaşamasını güçleştirici, toplumsal kargaşa ve bozgunculuğa yol açıcı davranışlar dinî literatürde fitne ve fesat terimleriyle ifade edilir ve şiddetle kınanır. Yoldan geçenlere eziyet veren olumsuz bir durumun giderilmesinin imandan bir parça sayıldığı, ağaçtaki kuş yuvasının bozulmasının insanl� [05.09.2023 19:51] Annem: Seytanlar arasindan da, onun için dalgiçlik eden (ve inciler çikaran) ve bundan baska isler görenler vardi Biz onlari gözetim altinda tutuyorduk  (ENBİYA/82) Dalgiç ve yapi ustasi seytanlari da  (SAD/37) [05.09.2023 19:51] Annem: İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştu: "Mü'min, yaprağını hiç dökmeyen yeşil bir ağaca benzer." Halk falanca ağaç, fişmekânca ağaç diye tahminde bulundular, (fakat isabet ettiremediler). Ben, "Bu, hurma ağacıdır" demek istedim, ancak (yaşım küçük olduğu için) utandım. Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): Bu hurma ağacıdır" diyerek açıkladı." Buhârî, İlm 4, Edeb 79; Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkûn 64, (2811). [05.09.2023 19:51] Annem: “Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın.” [Bakara Sûresi.128] [05.09.2023 19:51] Annem: "Rabbimiz! Nurumuzu arttır eksiltme ve bizi bağışla. Şüphesiz senin herşeye gücün yeter." (Tahrim, 66/8) [05.09.2023 19:52] Annem: Allah korkusu olmayan gönülde Allah sevgisi yaşamaz. Allah’ı seven sevilmeye layık olur.[Mehmet Akif Ersoy] [05.09.2023 19:52] Annem: Asr-ı Evvel İmâmeyn'e (İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'e) göre ikindi vaktinin başlama zamânı. [05.09.2023 19:52] Annem: Bahtiyar F. Mutlu, mesut.     Kısaltmalar:     A. Arapça,     F. Farsça,     FR. Fransızca,     IB. İbranice,     İ. İtalyanca,     Moğ. Moğolca,    T. Türkçe,     Y. Yunanca,     E.T. Eski Türkçe [05.09.2023 19:53] Annem: Hutbede Türkçe dua edilebilir mi? Duanın belli bir dilde yapılması şart değildir. Çünkü dua kulun, Yaradanına yönelmesi, ona yalvarması ve ondan istemesidir. Dolayısıyla kişinin ne istediğini bilecek şekilde kendi diliyle dua etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Ancak Kur’an-ı Kerim’de yer alan veya Hz. Peygamber’den gelen duaların mümkün olduğunca kendi asli şekilleriyle yapılması daha uygundur. Bu itibarla hutbe dualarının da asli biçimleriyle yapılmasına gayret edilmelidir. Bununla birlikte ikinci hutbenin sonunda, cemaatin anlayabileceği bir başka dilde dua yapılmasının önünde de bir engel bulunmamaktadır. [05.09.2023 19:54] Annem: Hudâ râzî değil, halk istemez, hilkat “Gebersin!” der; Şu benden hoşlanan kim? Yoksa, hâşâ, ben mi hoşnûdum? Hayâtımdan inerken, bir bir, altmış perde karşımda, Utanmak bilmedim kendimden olsun, esnedim durdum! O inmiş perdeler tekrar açılsın, aynıdır te’sîr; Bu hayvanlıkla artık ben de insandan mı ma’dûdum? Hilvan, 4 Ağustos 1348 (1932) [05.09.2023 19:54] Annem: 97 Ülkemizde Ekmek İsrafının UlaştıĞı Boyut Araştırma sonucunda, ekmek israfının kötü niyetten ziya- de “ihmal ve bilgisizlikten” kaynaklandığı ve israfın engel- lenmesi hususunda toplumumuzun bilgilendirilmeye ve bi- linçlendirilmeye ihtiyacı olduğu tespit edilmiştir. Yaşanan bu israfın ve israftan kaynaklı ekonomik kaybın önüne geçmek için bir sosyal sorumluluk projesi olarak, 17 Ocak 2013 tari- hinde, ülke genelinde “Ekmek İsrafını Önleme Kampanya- sı” başlatılmıştır. Kampanyanın Hedefi “Ekmek İsrafını Önleme Kampanyası” ile; israf konusunda sosyal duyarlılık oluşturmak, israfı üretim ve tüketim aşama- larında önlemek, ekmeğin ihtiyaç kadar alınmasını ve doğru muhafaza edilmesini sağlamak, bayatlayan ekmeklerin değer- lendirilme yöntemleri konusunda toplumu bilgilendirmek, israfı önleyerek ülke ekonomisine katkı sağlamak, hayvan beslenmesinde kullanılan ekmeğin de israf olduğuna dikkat çekmek; özde ekmeğin israfına, genelde ise tüm israfa vurgu yapmak amaçlanmaktadır. Aynı zamanda kampanya ile toplu- ma daha sağlıklı beslenme alışkanlığının kazandırılması ama- cıyla “tam buğday ekmeği” tüketilmesi teşvik edilmektedir. İsrafı Önlemek İçin Yapılması Gerekenler Fırınlarda ihtiyaçtan fazla ekmek üretilmemesi ve iade ekmek kabul edilmemesi, ekmeğin evlere ve kurumlara ihti- yaçtan fazla alınmaması, yemekhanelerdeki rol ekmeğin üstü kapalı veya ambalajlı olarak sunulması, ekmeğin sofralara ince dilimler halinde sunulması, ekmeğin doğru yöntemlerle mu- hafaza edilmesi, bayatlamış ekmeğin uygun yöntemlerle yine insan gıdası olarak değerlendirilmesi, ekmeğin hayvan beslen- mesinde kullanılmaması, ekmek üretiminde çalışanların ve tüketicilerin bu konularda bilgilendirilmesi gerekmektedir. RAMAZAN GUNLÜKLER - I.indd 97 27.04.2019 00:11:12 [05.09.2023 19:54] Annem: ALLAH’IN SIFATLARI ∙∙∙ 7 7 ∙∙∙ Şimdiye kadar anlatılanların yanı sıra sevgi, saygı ve tâ- zim gibi duygularda aşırılığa giderek herhangi bir varlı- ğı aşırı derecede yüceltmek ve ona yönelmek de tevhit inancıyla bağdaşmaz. Cenâb-ı Hak söz konusu aşırılığa gidenlerin durumunu şöyle beyan etmektedir: “İnsanlar- dan öyleleri vardır ki Allah’tan başka şeyleri O’na denk tutuyorlar ve onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise onlarınkinden çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait bulundu- ğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi!”33 Şüphesiz Allah’tan sonra en çok saygı gösterilecek varlık Hz. Peygamber’dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, kendisini sev- me ve affına kavuşma yolunun Hz. Peygamber’e uymak- tan geçtiğini,34 Resûl-i Ekrem’e itaat etmenin Allah’a itaat etmek anlamına geldiğini35 buyurmuştur. Ancak birçok âyette Hz. Peygamber’in de hiçbir ilâhî özelliğinin bulun- madığı, bir insan olduğu beyan edilmiştir.36 Resûlullah kendisine saygı ve sevgi gösterilirken tevhide aykırı tu- tum ve davranışlara düşülmemesi için gerekli uyarılarda bulunmuştur. Meselâ bir yöre halkının kendi liderlerine saygılarını göstermek amacıyla ona secde ettiklerini gö- ren bir sahâbî, Hz. Peygamber’in secde edilmeye daha lâyık olduğunu düşünerek ona teklifte bulunmuş, Resûl- i Ekrem ise Allah’tan başkasına secde edilemeyeceğini söyleyerek böyle bir davranışı kesin şekilde yasaklamış- tır.37 Onun, “Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı insan 33 el-Bakara 2/165. 34 Âl-i İmrân 3/31-32. 35 en-Nisâ 4/80. 36 Bk. Âl-i İmrân 3/79-80; el-Mâide 5/116-117; el-Kehf 18/110. 37 Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 40. ALLAHA İMAN.indd 77 12.03.2015 09:08:59 [05.09.2023 19:56] Annem: Ravi: Ebu Vehb el-Cüşemi (ra) Resullullah (sav) buyurdular ki: "Peygamberlerin isimleriyle isimlenin. Allah'ın çok sevdiği isimler Abdullah, Abdurrahman'dır. En sadık olanları da Haris ve Hemmam isimleridir. En çirkinleri de Harb ve Mürre isimleridir." (Metin Ebu Davud'a aittir, Nesai'de muhtasar olarak kaydedilmiştir [Hayl 3 (6, 218, 219)]) Bu hadisin yer aldığı kitaplar: Ebu Davud, Edeb 69, (4950) Hadisin Açıklaması: Hadiste geçen en sâdık tâbiri, ismin, türetildiği köke, mâna yönüyle uygunluğunu, sadâkatını ifade etmektedir. Bu açıdan Hâris, "kâsib" yani çalışıp kazanan demektir. Hemmâm da "isteyen", "irade eden" mânasına gelir. Her insan mutlaka bir istek sahibidir. Savaş demek olan Harb'in kötülüğü izah gerektirmez. Mürre: Acı mânasınadır. Acılık da insanlarca sevilen bir şey değildir. Dolayısıyla bu iki isim de çirkindir [05.09.2023 19:56] Annem: Hz. Peygamber (sav) müzabene ve muhakala'yı yasakladı. Müzabene, yeni meyvenin daha hurma, ağacının başında iken satın alınmasıdır. İmam Malik "... kuru hurma vererek" ziyadesini kaydetti. Muhakala da buğday karşılığında tarlanın kiralanmasıdır. Kaynak: Buhari, Büyu 82; Müslim, Büyu 105, (1546); Muvatta, Büyu 23-25 (2, 625); Nesai, Müzara'a 45, (7, 39) Rivayet: Ebu Sa'id [05.09.2023 19:57] Annem: 5- Yanında Gözü Gören Biri Bulunursa Âmanın Ezan Okumasının Cevazı Bâbı 871- Bana Ebû Küreyb Muhammed b. Ala' El-Hemdânî rivâyet etti (Dedi ki): Bize Hâlid yani İbn Mahled, Muhammed b. Cafer'den rivâyet etti (Dedi ki): Bize Hişâm, babasından, o da Âişe'den naklen rivâyet etti, Âişe şöyle dedi: «İbn Ummi Mektüm a'ma olduğu halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müezzinlik yapardı.» 872- Bize Muhammed b. Selemete'l-Murâdî dahi rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb, Yahya b. Abdillâh ile Saîd b. Abdirrahman’dan, onlar da Hişâm'dan bu isnadla bu hadîsin mislini rivâyet etti. Bu hadîsin ekseri hükümleri yukarıda görüldü. Burada maksad â'mânın ezan okumasının sahîh ve caiz olduğunu beyandır. Nevevî diyor ki: Yanında gözü gören bir müezzin bulunduğu vakit â'mânın müezzinliği caizdir. Bu Hazret-i Bilâl ile birlikte İbn Ümmü Mektûm'un müezzinliğine benzer. Ulemâmız yalnız başına â'mânın müezzin olmasını mekruh görürler» İbn Ebî Şeybe ile İbn Münzir'in rivâyetlerine göre Abdullah İbn Mes'ûd, İbn Zübeyr (radıyallahü anhüma) ve başkaları â'mânın müezzinliğini mekruh gö-rürlermiş. Fakat bu kavil â'mânın yanında gözü gören ve namaz vaktinin girdiğini ona haber veren başka bir müezzin olmadığı zamana hamledü-miştir. Nevevî, Ebû Hanîfe’nin «â'mânın ezanı sahih değildir» dediğini nakletmişse de bu nakil hatâdır. Çünki Ebû Hanîfe hazretleri böyle bir şey söylememiştir. Yalnız diğer Hanefî İmâmları â'mânın müezzinliğini mekruh görmüşlerdir. Mes'ele «El-Muhit», «Ez-Zâhire» ve «El-Bedâyî» gibi fıkıh kitaplarında zikredilmiştir. Kerahetin vechi; â'mânın namaz vakti girdiğini müşahede edememesi olsa gerektir. Çünkü müezzinlik esasen müşahedeye ibtinâ eder. Yoksa â'mânın yanında gözü gören bir müezzin bulunduğu zaman müezzinlik etmesi mekruh değildir. Hattâ gözü görenler içinde â'mâdan efdali bulunmadığı vakit â'mânın İmâm olması bile evlâdır. «El-Burhan» nâm eserde «gözü görenler içerisinde â'mâdan efdal kimse bulunmazsa â'mânın İmâm olması evlâdır; Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebûk gazasına gittiği zaman Medine'de kendi yerine İbn Ümmî Mektûm'u bırakmıştı. Bu zat â'mâ idi» denilmektedir.     [05.09.2023 19:57] Annem: İLK SAFTA NAMAZ KILMANIN SEVABI VE SAFLARIN TERTİP VE DÜZENİ 1082: Cabir ibni Semurete (Allah Onlardan razı olsun)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) yanımıza gelerek şöyle buyurdu: “Meleklerin Rableri huzurunda saf tuttukları gibi saf tutsanız ya.” Bunun üzerine biz, Ya Rasûlallah melekler Rablerinin huzurunda nasıl saf bağlarlar dedik. Şöyle buyurdular. “Ön safları doldururlar ve safları sık tutarlar.” (Müslim, Salat 119) 1083: Ebu Hüreyre (Allah Ondan razı olsun)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “İnsanlar ezan okumak ve ilk safta bulunmanın sevabını bilselerdi ve bunu yapmak için kura çekmek zorunda kalsalardı mutlaka kura çekerlerdi.” (Buhari, Ezan 9, Müslim, Salat 129) 1084: Yine Ebu Hüreyre (Allah Ondan razı olsun)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Erkeklerin en çok sevap kazanacakları saf ilk saf, en az sevabı olan ise son saftır. Kadınların saflarının en hayırlısı son saf, en az sevabı olanı ise ön saftır.” (Müslim, Salat 130) 1085: Ebu Said el Hudri (Allah Ondan razı olsun)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) ashabının namazda geride kalarak saf tutma eğilimini görünce şöyle buyurmuştur. “Öne doğru gelin ve bana öyle uyun arkadan gelenlerde size uysunlar. Bir topluluk devamlı surette sevap ve ilimden geri kalmayı tercih ettiği sürece, Allah'ta onları sevap ve her şeyden geri bırakır.” (Müslim, Salat 130) 1086: Ebu Mes’ud (Allah Ondan razı olsun)den rivayet edildiğine göre şöyle dedi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) namaza başlayacağımız zaman omuzlarımız dokunarak şöyle buyurdu: “Safları düzgün tutunuz eğri, büğrü yapmayınız. Sonra kalpleriniz de birbirinden ayrılır. Aranıza ayrılık düşer. Ergenlik çağına girmiş aklı başında ve bilgili olanlarınız benim arkamda onlardan sonra gelenler daha arkada, daha sonra gelenlerde daha arkada dursunlar.” (Müslim, Salat 122) 1087: Enes (Allah Ondan razı olsun)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Saflarınızı düz tutunuz. Zira safların düz olması namazın tamam olmasını sağlayan hususlardan biridir.” Buhari’nin başka bir rivayetinde “Gerçekten safların düz olması namazın mükemmel olmasını sağlayan hususlardandır.” 1088: Yine Enes (Allah Ondan razı olsun) rivayet olunmuştur. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bir defasında namaz kılmak için kamet getirilmişti. O bize yüzünü döndü ve şöyle buyurdu: “Saflarınızı doğru ve dümdüz tutunuz ve birbirinize sımsıkı yapışınız zira ben sizi arkamdan da görüyorum.” Buhari’nin başka bir rivayetinde “Her birimiz omzunu arkadaşının omzuna ayağını arkadaşının ayağına yapıştırırdı.” demiştir. (Buhari, Ezan 72-76) 1089: Numan ibni Beşîr (Allah Onlardan razı olsun)in Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)i şöyle buyururken işittiği rivayet edilmiştir. “Ya saflarınızı düzgün tutarsınız yada Allah yönlerinizi başka başka taraflara çevirir.” (Buhari, Ezan 71, Müslim, Salat 127) Müslim’in diğer bir rivayetinde: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) okları düzeltir gibi saflarımızı düzeltirdi. Bizi alıştırıncaya kadar böyle devam etti. Bir gün namaza çıktı tekbir almak üzereyken içimizden birinin göğsünün dışarı çıktığını görünce şöyle buyurdu; “Ey Allah'ın kulları saflarınızı düzeltiniz yoksa Allah yüzlerinizi ve yönlerinizi ayrı ayrı yönlere çevirirde sizi birbirinize düşman eder.” (Müslim, Salat 128) 1090: Bera ibni Âzib (Allah Onlardan razı olsun)’den şöyle rivayet edilmiştir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) göğüslerimize ve omuzlarımıza dokunarak baştan başa safların arasında dolaşır ve şöyle buyururdu: “Saflarda karışık durumda il [05.09.2023 19:57] Annem: Sa’b İbni Cessâme radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir yaban eşeği hediye etmiştim. Fakat Resûlullah onu kabul etmeyip bana geri verdi. Yüzüme bakıp da üzüldüğümü görünce: “Hediyeni ihramda olduğumuz için almadık” buyurdu. Buhârî, Cezâü’s-sayd 6, Hibe, 6, 17; Müslim, Hac 50-54. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Menâsik 40; Tirmizî, Hac 26; Nesâî, Menâsik 79; İbni Mâce, Menâsik 92 [05.09.2023 19:57] Annem: "...Sen evvelsin, Senden önce hiçbir şey yoktur. Sen âhirsin, Senden sonraya hiçbir şey kalmayacaktır. Sen zahirsin, Senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen batınsın, Senin dûnünde hiçbir şey yoktur. Bana borçlarımı ödemeyi nasip eyle ve beni fakirlikten müstağnî kıl." (İbn Ebî Şeybe, "Dua", 23,No: 29304; İbn Hıbbân, "Ed’ıye", No: 966) Müslümanca | İslam Ansiklopedisi [05.09.2023 19:58] Annem: Resulullah (sav) müzabene'yi yasakladı. Müzabene, yaş hurmayı, ölçeğe vurarak kuru hurma mukabili satmaktır, keza taze üzümü ölçeğe vurarak kuru üzüm karşılığmda satmaktır. Buhari, Büyu 75, 82; Müslim, Büyu 74 (1542); Ebu Davud, Büyu 18, (3361); Nesai, Büyu 33, (7, 266); Tirmizi, Büyu 63, (1300); Muvatta, Büyu 23, (2, 624) Müslümanca | İslam Ansiklopedisi [05.09.2023 19:58] Annem: Ümmü Şerik (r.anha) 2018-05-25 Tarihinde Yayınlandı Re­sû­lul­lah’a iman etmiş ve bu uğurda birçok sıkıntıya katlanmış bahtiyar kadın­lardan biri de Ümmü Şerik’ti (r.anha). Bütün sıkıntılara rağmen inancında sebat eden, Allah’a teslimiyet ve tevekkülden ayrılmayan bu mübarek kadın, birkaç defa Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ikramına nail olmuştu. Hicret esnasında onun şöy­le bir kerametine şahit oluyoruz: Ümmü Şerik (r.anha), kendisiyle birlikte hicret edecek bir arkadaş bulamamıştı. Medine’ye giden bir Yahudi ailesine katıldı. Yolculuk esnasında suyu tükendi. Yahudi ailenin yanında su vardı. Fakat Yahudi, Ümmü Şerik’e, dininden dönme­dikçe su vermeyeceğini söyledi. Hanımını da, “Ona su verirsen fena yaparım!” diye tehdit etti. Hava çok sıcaktı. Güneş âdeta kavuruyordu. Bu şartlarda susuz olarak yolcu­luk yapmak Ümmü Şerik’i (r.anha) iyice hâlsiz düşürmüştü. Zorlukla yürüyor, zorlukla konuşabiliyordu. Bu durum Yahudi’yi ümitlendiriyor, Ümmü Şerik’in biraz sonra dininden döneceğini tahmin ediyordu. Fakat Ümmü Şerik imanın tadını almıştı bir kere. Dünyayı ahirete hiçbir zaman tercih etmeyecek kadar kuvvetli bir imana sahipti. Cenâb-ı Hakk’ın mutlaka bir yerden yardım göndere­ceğine de inancı sonsuzdu. Nitekim geceleyin, Allah’a olan teslimiyetinin peşin mükâfatını gördü. Her­kesin uyuduğu bir sırada göğsünün üzerine bir miktar suyun konduğunu hisset­ti. Aldı, içti. Suya kanmıştı. Biraz sonra yol arkadaşlarını uyandırmak için ses­lendi. Yahudi onun gür sesini işitince, “Ben su içmiş birinin sesini duyuyorum!” dedi. Şaşırmıştı. Hanımını sıkıştırdı. Kızdı, bağırdı. Ümmü Şerik suyu hanımının vermediğini söyledi. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna mazhar olduğunu bildirdi. Ya­hudi, inanmıştı. Gördüğü bu keramet karşısında Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Böylece Ümmü Şerik (r.anha) hem dininde sebat etmiş, hem de kendisini Yahudi olmaya zorlayan birinin Müslüman olmasına sebep olmuştu. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın ihsanını kazanmıştı. Ümmü Şerik (r.anha) imkânı nispetinde Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) bir şeyler ikram et­mekten geri durmazdı. Re­sû­lul­lah’ı kendi nefsine tercih ederdi. Bir defasında kendisi yememiş, Re­sû­lul­lah için bir miktar yağ biriktirmişti. Hizmetçisini ça­ğırdı, yağı Re­sû­lul­lah’a götürmesini istedi. Hizmetçi denileni yaptı. Peygambe­rimiz, Ümmü Şerik’in (r.anha) bu ikramından hoşnut oldu. Hizmetçiye, yağ tulumu­nun ağzını bağlamamasını tembih etti. O da tulumu eve götürüp bir yere astı. Ümmü Şerik içeri girdiğinde gözüne yağ tulumu ilişti. Tulum yağ ile doluydu. Hizmetçiyi çağırdı, “Ben sana, bu yağı Re­sû­lul­lah’a götür, dememiş miydim?!” di­ye çıkıştı. Hizmetçi, kendisinin tulumu götürdüğünü, onun şimdi yağ ile dolu ol­masından bir şey anlamadığını söyledi. Birlikte Re­sû­lul­lah’a gittiler. Peygambe­rimiz (a.s.m.) bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu söyledi. Tulumun ağzını bağla­mamalarını tembihledi. Ümmü Şerik sevinçle oradan ayrıldı. Bu, Re­sû­lul­lah’a olan muhabbetinin peşin mükâfatıydı.[1] ________________________________ [1]Tabakât, 8: 154-157; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 466. [05.09.2023 19:59] Annem: ALLAH’A YARDIM ETMEK Allahu Teâlâ, Muhammed sûresi 7. âyette şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı sâbit kılar.”Yüce Allah, bu âyet-i kerîmede “Allah’a yardım etmek”ten bahsetmektedir. Allah’a yardım edenlere, Allah’ın da yardım edeceği ve ayaklarını hak üzere sâbit kılacağı va’dedilmektedir. Bu âyette Allah’a yardım etmekten kasdedilen nedir acaba? Allahu Teâlâ sonsuz güç ve kudret sahibidir, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi yardıma da ihtiyacı yoktur. Bu âyette Allah’a yardım etmekten kasdedilenin mânâ itibariyle ne olduğu hususunu açıklamamız gerekmektedir.Bu âyette mecâzî bir ifade kullanılmıştır. Allah’a yardımdan kasıt; Allah’ın dinine ve Peygamber (s.a.v.)’ine yardım etmektir. Bu âyetin bir benzeri de Hac Sûresi’nde geçmektedir. Nitekim Yüce Allah, Hac Sûresi 40. Âyette, “Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.” buyurmaktadır.Kur’ân müfessirlerinden Taberî (öl. 310/923), bu âyetteki Allah’a yardımı, “Allah’ın ismini yüceltmek için kim Allah yolunda cihad ederse Allah da o kuluna yardım eder.” şeklinde açıklamıştır.[4] Kutrubî (öl. 210/825 civarı) ise âyetteki Allah’a yardımı, Allah’ın Peygamber (s.a.v.)’ine yardım olarak açıklamıştır.Her iki mânâ da aynı kapıya çıkmaktadır. Zira Allah’ın Peygamber (s.a.v.)’ine yardım eden, aynı zamanda Allah’ın dinine yardım etmiş olur. Yani kim Allah’ın dinine yardım ederse, Allah da ona kâfirlere karşı savaşta yardım eder.“Ayaklarınızı sâbit kılar.” Ayaklarınızı düşman karşısında sâbit kılmak sûretiyle sizi muzaffer kılar. Âyetin bu kısmı, “İslâm üzere sâbit kılar veya sırât-ı müstakîm üzere sâbit kılar.” şeklinde de açıklanmıştır. Bazı müfessirler de “Güven bahşetmek sûretiyle kalplerinizi hak üzere sâbit kılar.” şeklinde açıklamışlardır.İmam Mâtürîdî (öl. 333/944) ise bu âyetlerdeki Allah’a yardımdan kasdedilenin, Allah’ın dinine ve Allah’ın velî kullarına yardım etmek olduğunu söylemiştir. Nasihat Takvimi https://play.google.com/store/apps/details?id=com.nasihattakvim [05.09.2023 19:59] Annem: ❝İşit âşıkların sırrını ta‘n eyleme ey ihvân Veren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân❞ ▪ Dîvân-ı Hulûsi-i Dârendevî Nesre Çevirisi: ▪ Ey kardeş/ihvan! Âşıkların sırrını dinle, onları ayıplama. Aşk ve sevgiyi veren her türlü noksanlıklardan münezzeh yani Sübhân olan Allah değil mi? [05.09.2023 19:59] Annem: Hadis-i Şerifte Buyuruldu ki: Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Sam, Arapların babasıdır. Yafes, Rumların babasıdır. Ham Habeşilerin babasıdır." Kaynak : Tirmizi, Tefsir, Saffat, (3229), Menakıb, (3927) ( Sen de oku : bit.ly/Hadisiserif ) [05.09.2023 20:00] Annem: [Hadis No : 3618] Ubey İbnu Ka'b radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Abdest (sırasın)da vesvese veren bir şeytan vardır. Adı da el-Velehân'dır. Öyleyse suyun vesvesesinden kaçının." Tirmizi, Tahâret 43, (57). İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [05.09.2023 20:00] Annem: “Allahım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lutfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihayetsiz olan yalnız sensin.” (Buhârî, Ezân 149, Daavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 48) [05.09.2023 20:00] Annem: Bir Ayet Kötü işler yapmak için tuzak kuranlar, Allah'ın kendilerini yere geçirmesinden veya (ansızın) bilemeyecekleri bir yerden kendilerine azap gelmesinden emin mi oldular? (Nahl, 16/45) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [05.09.2023 20:00] Annem: Bir Hadis Allah'ın adıyla… O'nun adıyla (hareket edildiğinde) yerde ve gökte hiçbir şeyin zararı dokunmaz. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Tirmizî, De'avât, 13) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [05.09.2023 20:00] Annem: Bir Dua Ey yerleri ve gökleri yaratan, Rabbim ve her şeyin Rabbi olan, çekirdeği ve taneyi yaran, Tevrat’ı, İncil’i ve Fürkân’ı indiren Allah’ım! Perçeminden tuttuğun her şeyin şerrinden Sana sığınırım... (İbn Ebî Şeybe, Dua, 23,No: 29304; İbn Hıbbân, Ed’ıye, No: 966) İslami Uygulamalar  islamiuyg@gmail.com [05.09.2023 20:01] Annem: Enes (b. Mâlik) şöyle demiştir: “Resûlullah’a on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir kez olsun ‘Öf!’ bile demedi. Herhangi bir şeyden dolayı, ‘Niçin böyle yaptın?’ demediği gibi, ‘Şöyle yapsaydın ya!’ da demedi.” (M6011 Müslim, Fedâil, 51) [05.09.2023 20:17] Annem: 77- KİTÂBU'L-LİBÂS. 1- (Bâb:) Ve Yüce Allah'ın Şu Kavli : 2- İzârını Kibirlenmeksizin Yerde Sürüyen Kimse Babı 3- Elbiselerde Alt Tarafı Yukarı Kaldırıp Cemreme Yapmak Babı 4- Bâb: 5- Elbisesini Kibirlenmekten Dolayı Uzatıp Yerde Sürükleyen Kimse Babı 6- Saçaklı Elbise Gîyme(Nin Hükmü) Babı 7- Ridâ Denilen Elbiseler Babı 8- Gömlek Giyilmesi Babı 9- Gömleğin Ve Başkasının (Başın Çıkması İçin) Göğsünün Yanından Oyulan Yakası Babı 10- Seferde (İhtiyaçtan Dolayı) Yenleri Dar Bir Cübbe Giyen Kimse Babı 11- Gazvede Yün Cübbe Giyilmesi Babı 12- Kaftan Ve İpek Ferrûce Babı 13- Bornuslar Babı 14- Serâvîl Babı 15- Sarıklar Babı 16- Başı Ve Yüzün Çoğunu Örtmek Babı 18- Bürde Çeşitleri. Hıbere Ve Semle Denilen Giyecekler Babı 19- Kısa Ve Hamîsa Denilen Örtüler Babı 20- İştimâlıts-Sammâ Giyinişi Babı 21- Bir Tek Kumaş İçinde Sarınıp Bürünmek Babı 22- Damgalı Siyah Yün Kumaş Babı 23- Yeşil Elbiseler Babı 24- Beyaz Elbiseler Babı 25- Erkeklerin İpek Elbise Giymesi Ve İpek Yaygı Edinmelerinin Hükmü); Erkekler İçin Kullanılması Caiz Olacak İpek Mikdârı(Nı Beyân) Bâb1 26- İpek Kumaşı Giymeksîzin Eliyle Dokunan Kimse Bâbî 27- İpek Yaygı Edinme(Nin Hükmü) Babı 28- Kassî (Denilen İpek Kumaş) Giymek Babı 29- Kaşıntılı Hastalık Sebebiyle Erkeklere İpekli Kumaştan Kullanmalarına Ruhsat Verilmesi Babı 30- Kadınlar İçin İpek Elbise (Kullanmanın Cevazı) Babı 31- Peygamberdin Elbiselerden Ve Yaygılardan (Herhangibir Sınıf Üzerine Kısaltma Ve Darlık Yapmayıp) Dâima Genişlik Gösterir Olduğu Babı 32- Yeni Bir Elbise Giyen Kimseye Yapılacak Duâ Babı 33- Erkekler İçin Zağferân Sürünme(Nîn Nehyi) Babı 34- Zağferân Bitkisiyle Boyanmış Elbise(Nin Hükmü) Babı 35- Kırmızı Elbise Babı 36- Kırmızı İpek Altlık Bâbır 37-Tabaklanmış Ve Tabaklanmamış Derilerden Yapılan Ayakkabılar (Giyilmesi) Babı 38- Bâb: (Kadın, Erkek) Giymeye Sağ  İf Ayakkabı İle Başlar 39- Bâb: İnsan Evvelâ Sol Ayakkabıyı Çıkarır 40- Bâb: İnsan Bir Tek Ayakkabı İle Yürümez 41- Bir Ayakkabında İki Tasma Olur Ve Geniş Bir Tasmayı Da Câîz Gören Kimse Babı 42- (Tabaklanıp Boyanmış) Deriden Kırmızı Çâtmr Bâbi 43- Hasır Ve Benzeri Yaygılar Üzerine Oturmak Babı 44- (Yakaları Ve Yenleri) Alttn Düğmelerle Bağlanmış  Elbise Babı 45- Altın Yüzükler (Takmanın Hükmüm   Beyân) Babı 46- Gümüş Yüzük Takma(Nın Cevazı) Babı 47-Bâb: 48- Mühür Yüzüğün Kaşı Babı 49- Demir Yüzük Babı 50- Mühür Yüzüğün Nakşı (Ve Keyfiyeti) Babı 51- Mühür Yuzugun Küçük Parmakta Takılması Babı 52- Kendisiyle Birşeyler Mühürlenmesi Yâhud Kitâb Ehline Ve Başkalarına Mektûb Yazılıp Gönderilmesi İçin Mühür Yüzük Edinmek Babı 53- Mühür Yüzüğü Taktığı Zaman Onun Kaşını ,Elinin İç Tarafına Getiren Kimse;                                Babı 54- Peygamber(S)'İn: 'Hiç Kimse Kendi Yüzüğünün Kaşı Üzerine (Bu Yazıyı) Nakşetmez" Sözü Babı 55- Bâb: Mühür Yüzüğün Nakşı Üç Satır Hâlife  Yazılabilir Mi? 56- Kadınlar İçin Yüzük (Takmanın Hükmü) Babı 57- Kadınlar İçin Gerdanlıklar Ve Sihâblar Yânı Tîb Ve Sükk Denilen Güzel Kokulu Boncuklardan Yapılmış Gerdanlıklar (Giymenin Hükmü) Babı 58- Gerdanlıkların Ariyet Alınması Babı 59- Kadınların Kulaklarına Altın, Gümüş, Boncuk Nevinden Küpeler Takmalarımın Hükmü) Babı 60- Çocuklar İçin Olan Kokulu Boncuk Gerdanlık Babı 61- Bâb: Kadınlara Benzemeğe Çalışan Erkekler Ve Erkeklere Benzemeğe Çalışan Kadınlar 62- Kadınlara Benzemeğe Çalışan Erkeklerin Evlerdi Dışarı Çıkarılmaları Babı 63- Bıyığı Kesip Kırkma(Nın Müstehâblığı) Babı 64- Tırnakları Kesme(Nin Sünnetliği) Babı 65- Sakalları Bol Bırakmak Babı 66- Saç Ağarması Hakkında Zikrolunan Şeyler Babı 67- Baş [05.09.2023 20:17] Annem: 16- Haya İmândandır. 24-........ Bize Mâlik ibn Enes, İbn Şihâb'dan; o da Salim ibn Abdillah (106, 108)'den, o da babası Abdullah ibn Omer (radıyallahü anh) 'den haber verdi ki (şöyle demiştir): Rasûlüllah bir gün Ensâr'dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini hayadan men'ediyordu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ona ilişme, çünkü haya îmândandır" buyurdu.     [05.09.2023 20:18] Annem: Her şey bir kadere (ölçü ve plana) göredir... (Müslim, Kader, 18; Muvatta', Kader, 1) [05.09.2023 20:18] Annem: - عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ - اَللَّهُمَّ أَحْسَنْتَ خَلْقِى فَأَحْسِنْ خُلُقِى - ابن مسعود رضى الله عنەدن روايت اولوندى كه، محقق رسول الله صلى الله عليه و سلم افنديمز شويله دعا ايدرلردى - اللهم ياراديليشمى كوزل ايلەدك؛ اخلاقمى ده كوزللشدر - İbn-i Mes’ûd (r.a.)’den rivayet olundu ki, muhakkak Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle dua ederlerdi - Allah’ım, yaratılışımı güzel eyledin; ahlakımı da güzelleştir. - Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel, h.3823 [05.09.2023 20:18] Annem: Biz insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu ne zahmetle karnında taşıdı ve ne zahmetle doğurdu! ..(Ahkâf, 46/15) [05.09.2023 20:19] Annem: 7/A'râf 199 - Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir. [05.09.2023 20:21] Annem: Enes İbn Mâlik r.a.'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir mektup yazdırdı (yahut yazdırmak istedi). Ona "Onlar (mektubun gönderildiği kişiler) mühürsüz mektubu okumazlar" denildi. Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de üzerinde "Muhammedün Resulullah" yazılı bulunan gümüşten bir yüzük edindi. Ben onun elinde gümüşün beyazlığını görür gibiyim. (Hadisi rivayet eden kişi diyor ki:) Katade'ye sordum: "Bu yüzüğün nakşının Muhammedün resûlullah olduğunu kim söyledi?", Katade "Enes söyledi" dedi. Tekrar: 2938, 5870, 5872, 5874, 5875, 5877, 7162 Diğer tahric: Tirmizi Edeb; Müslim, Libas Grades: Reference: Sahih Buhari 65 In-book reference: Kitap 3, Hadis 7 https://play.google.com/store/apps/details?id=com.islamicproapps.hadithpro [05.09.2023 20:21] Annem: GIYBET VE NEMÎME (SÖZ TAŞIMA) BÖLÜMÜ.. 2 GIYBET VE SÖZ TAŞIMA.. 2 UMUMİ AÇIKLAMA: 2 GIYBET EDENE NASIL MUKABELE EDİLMELİ?. 3 GIYBET VE NEMÎME (SÖZ TAŞIMA) BÖLÜMÜ GIYBET VE SÖZ TAŞIMA UMUMİ AÇIKLAMA: 1- Gıybet, İbnu'l-Esir'e göre, "kişiyi, gıyabında kötü bir haliyle zikretmektir. Şayet zikredilen kötü hal o adamda yoksa bu gıybet olmaz bühtân olur. Bühtân, insana, onda bulunmayan bir kötülüğü nisbet etmek olunca gıybetten daha kötü bir davranıştır. İslam dini, insanlara  verdiği ehemmiyetin bir  gereği olarak, şahsiyetleri korumaya ayrı bir itina göstermiştir. Kişinin temel haklarından biri olan "ırz" şahsiyetin başta gelen unsurlarından biridir. Şu halde gıybet yasağını kişinin ırzını koruma tedbirlerinden biri olarak mütalaa edebiliriz. 2- Gıybet, ferd ve cemiyet hayatında müthiş yaralar açtığı için, mühim bir içtimâî marazdır. Ehemmiyeti sebebiyle, yasaklama işi bizzat Kur'ân-ı Kerim'de ele alınmış, Resulullah pekçok hadisleriyle  mü'minleri bundan zecretmiştir. Bu bölümde hadislerden bazılarını göreceğiz. Kur'ân-ı Kerim'in gıybet telakkisini, onun ruhuna uygun vüs'atte kavrayabilmek için ilgili ayeti yer ettiği muhteva içerisinde değerlendirmek kanaatindeyiz. Yani, gıybeti yasaklayan Hucurât suresinin 12. ayeti'ni tek başına okumayıp en az iki ayet önceden 10. ve 11. ayetten itibaren okumalı ve 13. ayetin sonuna kadar devam etmelidir. Bu dört ayette yer verilen meseleler bir birine yakın  ve bir diğerini tamamlayıcı mahiyettedir. Mesela 13. ayette yasaklanan ırkçılık düşüncesini gıybet yasağının bir devamı, bir vechi görmek, ırkçılığı bir nevi gıybet anlamak mümkündür. Mezkur âyetler şöyle bir tablo ortaya koyar: 10. ayet: Mü'minlerin kardeş olduğunu ifade eder. 11. âyet: Mü'minler birbirleriyle alay etmemelidirler. 12. âyet: Mü'minler zanda ve gıybette bulunmasınlar. 13. âyet: İnsanlar bir kadınla bir erkekten yaratıldı, sonra kavimlere ayrıldılar, üstünlük takvadadır. Bu pasajda işlenen temaların merkezini gıybet yasağı teşkil etmektedir. Şöyle ki: 10. ayette mü'minlerin kardeş olduğu belirtildikten sonra bu kardeşliği yaralayan durumlar meyanında 11. âyette alay etmek, 12. âyette ise zanda bulunmak ve gıybet  etmek, 13. âyette ise ırkçılık zikredilmiş olmaktadır. Şu halde, Allah'ın belli bir maksadla yaratmış olduğu kavim kabile farkını, takvaya bakmadan büyütmek bir nevi gıybet, hatta küllî bir gıybet olmaktadır. Örfen gıybet deyince muayyen bir kimsenin gıyabında onun kusurunun zikredilmesi anlaşılır. İnsanların yaptığı ırkçılık da küllî bir gıybettir, çünkü ırkî ayırım yapan kimse, kendi ırkdaşlarını üstün, gayrısını aşağı  addetmiş olmaktadır. Halbuki ayette verilen ölçüye göre üstünlük takvadadır. Takvaya bakmadan, ırkî farklılığı esas alan ırkdaşını kayırmak gibi adaletsizliğe düşeceğinden 10. âyette ilan edilen kardeşlik de dinamitlenmiş olur. Şimdi yukarIda temas ettiğimiz âyetlerin meallerini dikkatle takip edelim: 10. "Mü'minler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki rahmete erişesiniz." 11. "Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinize kötü lakablar da takmayın. İman ettikten sonra bir mü'mine fasıklık yakıştırmak ne kötüdür! Kim bu günahları işler ve tevbe etmezse işte onlar zalimlerin tâ kendisidir." 12. "Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı büyük günahtır. Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi  gıybet de etmeyin. Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşalnır mı? Bundan tiksinirsiniz. Öyleyse Allah'tan korkun. ŞYphesiz ki Allah tevbeleri kabul ed [05.09.2023 20:21] Annem: عَنْ أبي هُرَيْرَةَ  سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ قال رسول الله صلى الله عليه وسلم  يَقُولُ : وَاللَّهِ إني لاَسْتَغْفِرُ اللَّهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ فِي الْيَوْمِ أَكْثَرَ مِنْ سَبْعِينَ مَرَّةً . Ebû Hureyre (Allah Ondan razı olsun) Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’i şöyle buyururken işittiğini söylemiştir: “Allah’a yemin ederim ki; ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler ve tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât 3) [05.09.2023 20:21] Annem: İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız. Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu'l-Kıyâme, 56. [05.09.2023 20:21] Annem: Allahım! Açlıktan sana sığınırım. Çünkü açlık, ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten de sana sığınırım. Çünkü hainlik, ne kötü bir sırdaştır (Ebû Dâvûd, "Salât", 367; Nesâî, "İstiâze", 19; İbn Mâce, "Etime", 53) [05.09.2023 20:22] Annem: Tarihte Bugün •  Zigetvar Kalesi’nin Fethi 1566 •  Bilecik, Nazilli, Alaşehir, Gördes, Salihli ve Kandıra’nın Kurtuluşu 1922 Kuveyt Türk Dijital Takvim https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim [05.09.2023 20:22] Annem: KATILIM BANKACILIĞININ FARKLARI Katılım bankaları ile mevduat bankaları fonksiyonel olarak birbirine benzemektedir. Her iki tür bankacılık da halktan ve çeşitli kuruluşlardan topladıkları tasarrufları tüccar, sanayici ve tüketicilere kullandırmakta, tasarruflar ve yatırımlar arasında aracılık yapmaktadır. Ayrıca dış ticaret, teminat mektubu, çek, senet ve kredi kartı gibi diğer bankacılık faaliyetlerini gerçekleştirmektedir. Ancak bu iki tür bankacılığın fon toplama ve fon kullandırma yöntemleri birbirinden tamamen farklıdır. Mevduat bankaları faizle fon (mevduat) toplamakta ve faiz karşılığında ödünç para vermektedir. Halbuki katılım bankaları kâr ve zarara katılma yöntemiyle ortaklık esasına göre fon toplamakta, ticaret, ortaklık, kiralama vb. esasına göre fon kullandırmaktadır. Ayrıca bu bankalar, işlemlerinin hiçbirinde faize yer vermemektedir. Katılım bankacılığında faiz yasağı bulunmakla birlikte; belirsizlik yasağı, aşırı risk ve spekülasyon yasağı, mal ve hizmet satın alımında paranın müşteri yerine fatura karşılığında satıcıya ödenmesi uygulaması, mutlaka finansmanın bir mal veya hizmet karşılığında sağlanması gibi prensipler bulunmaktadır.                 Kuveyt Türk Dijital Takvim https://play.google.com/store/apps/details?id=com.kuveytturk.dijital.takvim [05.09.2023 20:22] Annem: Günün Hadisi “Kim, (mü’min) kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir.” Buhârî, Mezâlim 3 [05.09.2023 20:22] Annem: Günün Ayeti “Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur...” İsra 15

Borsa günü yükselişle tamamladı

Küresel iklim değişikliği performans endeksinde ilk 3 sıra yine boş kaldı

ECB, Avro Bölgesi bankalarını benzeri görülmemiş yüksek riskler konusunda uyardı

Küresel yenilenebilir enerji yatırımları 2024'te 807 milyar dolara ulaştı

Tarım Kredi Grubu üçüncü çeyrekte yüzde 42 büyüdü

Bitcoin yılbaşından bu yana elde ettiği kazançları sildi

Küresel siyasi ortam iklim finansmanını zorlaştırarak eylemi yavaşlatıyor

Türk boğazlarından 9 ayda yaklaşık 63 bin gemi geçti

AB tescili, Türk ürünlerinin küresel pazarda görünürlüğünü artırıyor

Türkiye'nin en büyük 10 bankası yılın 9 ayında 484,5 milyar lira kar elde etti

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.GALATASARAY A.Ş. 12 9 1 2 19 29
2.FENERBAHÇE A.Ş. 12 8 0 4 15 28
3.TRABZONSPOR A.Ş. 12 7 1 4 10 25
4.SAMSUNSPOR A.Ş. 12 6 1 5 7 23
5.GÖZTEPE A.Ş. 12 6 2 4 9 22
6.BEŞİKTAŞ A.Ş. 12 6 4 2 5 20
7.GAZİANTEP FUTBOL KULÜBÜ A.Ş. 12 5 3 4 -3 19
8.CORENDON ALANYASPOR 12 3 3 6 0 15
9.TÜMOSAN KONYASPOR 12 4 6 2 -2 14
10.ÇAYKUR RİZESPOR A.Ş. 12 3 4 5 -2 14
11.KOCAELİSPOR 12 4 6 2 -4 14
12.RAMS BAŞAKŞEHİR FUTBOL KULÜBÜ 12 3 5 4 2 13
13.HESAP.COM ANTALYASPOR 12 4 7 1 -10 13
14.GENÇLERBİRLİĞİ 12 3 7 2 -5 11
15.KASIMPAŞA A.Ş. 12 2 6 4 -6 10
16.ZECORNER KAYSERİSPOR 12 1 5 6 -15 9
17.İKAS EYÜPSPOR 12 2 8 2 -9 8
18.MISIRLI.COM.TR FATİH KARAGÜMRÜK 12 2 9 1 -11 7

YAZARLAR