[10.09.2023 16:16] Annem: Bir Ayet: Allah yolunda hicret ettikten sonra öldürülen yahut ölenlere gelince, Allah onları pek güzel bir nimetle ödüllendirecektir. Allah rızık verenlerin elbette en hayırlısıdır. (Hac, 22/58) Bir Hadis: Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kimsedir. (Buhârî, "Îmân", 4, "Rikâk", 26) Bir Dua: Allah'ım! Bize nimetini arttır, eksiltme; bizi onurlandır, alçaltma; bize ihsan et, mahrum etme; bizi seçkin kıl (düşmanlarımıza karşı) zayıf duruma düşürme; bizden hoşnut ol ve bizi Senden hoşnut kıl! (Hâkim, Müstedrek, 1, 717) T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [10.09.2023 16:17] Annem: Diyanet Takvimi Ön Yüz: Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’in (sas) Mekke’den Medine’ye Hicreti Başladı. (622) Ey iman edenler! Belirlenmiş bir zamana kadar bir borç ilişkisi kur- duğunuzda bunu yazın… (Bakara, 2/282) Diyanet Takvimi Arka Yüz: BORÇLULAR VE GEÇİM SIKINTISI ÇEKENLER İÇİN DUA Müslüman, borcunu ödemek için gayret gösterirken, dua da etmelidir. Peygamberimiz (sas), borçlu ve geçim sıkıntısı olan kimsenin şöyle dua etmesini tavsiye etmiştir: “(Ey) Sıkıntıları gideren, kederleri kaldıran, zor durumda kalanların dualarına icabet eden, dünya ve ahiretin rahman ve rahimi olan Allah’ım! Sen bana merhamet edersin, Senden başka kimsenin merhametine ihtiyaç bırakmayan bir merhametle bana merhamet et.” (Hâkim, Dua, I, 515) “Allah’ım! Sen yedi göğün Rabbi, ulu Arş’ın Rabbisin. Sen bizim Rabbimiz ve her şeyin Rabbisin. Tevrat, İncil ve Furkan’ı indiren, tohum ve çekirdekleri çatlatan Sensin. Perçeminden tuttuğun her şeyin şerrinden sana sığınıyorum. Evvel sensin, senden önce hiçbir şey yoktur. Âhir sensin, senden sonra da hiçbir şey kalmayacaktır. Sen zâhirsin, senin üstünde hiçbir şey mevcut değildir. Sen bütün sırları bilensin, senden gizli hiçbir şey yoktur. Benim borcumu ödemeyi nasip eyle, beni fakirlikten kurtar.” (Tirmizî, De’avât, 68) T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı [10.09.2023 16:17] Annem: İmam (kendisine uyanların namazlarına) kefil, müezzin ise (namaz vakitleri konusunda) kendisine güvenilen kimsedir. Allah'ım! İmamlara (kefil oldukları konuda) muvaffakiyet ver, müezzinleri de (olası taksirlerinden dolayı) bağışla! - Ebû Hüreyre [10.09.2023 16:17] Annem: Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? - Fîl - 2. Ayet [10.09.2023 16:17] Annem: “Allah, geceyi gündüze, gündüzü de geceye katıyor. O güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır; her biri belirlenmiş bir vadeye kadar kendi yolunu izler…” - Fâtır, 35/15 [10.09.2023 16:17] Annem: Akrabalarımız, anne babamızdan sonra en yakınlarımızdır. En güzel günlerimizi onlarla paylaşmak mutluluğumuzu kat kat artırırken en zor zamanlarımızda da onları yanımızda görmek teselli eder bizi. Çünkü onlarla aramızda diğer insanlara nazaran daha güçlü bir bağ vardır: akrabalık bağı. Bizleri akrabalık bağlarıyla birbirimize bağlayan Yüce Allah, bu bağları canlı tutmamızı istemiş, Resûlullah’ın bildirdiği üzere, bunun ne denli önemli olduğunu şu sözlerle dile getirmiştir: “‘Rahim’ (akrabalık bağı) Rahman kökünden türemiş dalları sık bir ağaç gibidir. Kim onu sürdürürse Allah da onunla ilişkisini sürdürür; kim de onu koparırsa Allah da o kimseyle ilişkisini koparır.” (Tirmizî, Birr ve sıla, 16) Zira ziyaretle birlikte maddi ve manevi yardımlaşmayı da içeren “akrabalık bağlarının canlı tutulması, yani sıla-i rahim”; dinimizin yaygınlaştırmayı hedeflediği sevgi, kardeşlik gibi olumlu duyguları geliştirirken mümin olmakla bağdaşmayan kin, nefret, düşmanlık gibi olumsuz duyguların gönüllerde yerleşmesini engeller. - RAHMÂN İLE BAĞIMIZI KORUYAN AMEL: SILA-İ RAHİM [10.09.2023 16:18] Annem: Haccın Sıhhatinin Şartları 20- Hac görevinin sahih olarak yerine getirelebilmesi için şöylece dört şart vardır: 1) İslâm olmak. Bu haccın farziyetinin şartı olduğu gibi, sıhhatinin da şartlıdır. Bir gayri müslim haccettikten sonra müslüman olsa dahi, önceden yapımış olduğu bu haccı sahih olmaz. 2) Özel yerlerde bulunup görev yapmış olmak. Bu yerlerden maksad, Arafat ile Kabe'dir. Onun için Arafat'da vakfe yapmadıkça (beklemedikçe) ve Kabe'yi tavaf etmedikçe hac sahih olmaz. 3) Belli bir vakit olmak. Bundan maksad, Arafat'daki vakfe zamanıdır ki, Arefe gününün zeval vaktinden Kurban Bayramı fecrinin doğuşuna kadar devam eden bir zamandır. Ziyaret tavafının vakti ise, daha önce belirtildiği gibi, hayatın sonuna kadardır. Fakat bu tavafın vacib olan vakti, nahr (kurban boğazlama) günleri, Kurban Bayramının ilk üç günüdür. Bununla beraber İfrad haccının, Temettü haccının, kıran haccının hac görevlerini (menasikini) yapmak için yine belli bir vakit vardır. Bu da Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu aylara Hac Ayları Hac mevsimi denir. Bu aylar içinde en son hac vakti, Arefe günü ile Kurban günüdür. Arefe günü Zevalden sonra Arafat'da az veya çok bulunup Bayramın ilk gününde ziyaret tavafını yapan kimse, hac farzını yerine getirmiş olur. (Şafiîlere göre de, Arafat'da vakfe zamanı, Zilhicce ayının dokuzuncu günü zeval vaktinden sonra onuncu günün fecrine kadardır. Bu zaman içinde bir an bile olsa, vakfe yeterlidir.) 4) Hac niyeti ile İhram yapmış olmak. Şöyle ki: İhram, haccı veya umreyi veya her ikisini yerine getirmek için, mubah olan şeylerden bir kısmını geçici bir zaman için kendine haram kılmaktır, bunları yapmaktan sakınmaktır. Bu ihram, hacca veya umreye veya hac ile umreye niyet etmek ve "telbiye" getirmekle meydana gelir. Telbiye, şu sözleri (*) söylemektir. 21- İhram yapana "Muhrim" denir. Muhrim olmayana da "Helâl" denir. İhlâl da, ihramdan çıkmak ve bir şeyi harem sahasından dışarıya çıkarmak manasına gelir. İhram, Beytullah için bir tazim alâmetidir. Öyle ki dışardan bir iş ve ticaret için gelen bir müslüman, hac ve umre niyetinde bulunmasa da, yine ihramsız olarak Harem bölgesine giremez. Bu haramdır, hürmete aykırıdır. 22- İhrama giren bir erkek, dikişli elbiselerini çıkarır. Bir peştemal kuşanır. Üzerine bir omuz havlusu alır. Başını ve ayaklarını açık bulundurur. Temizlenir, yıkanır veya abdest alır. İki rekât namaz kılar. Yüksek bir sesle "Lebbeykallahümme Lebbeyk..." diye telbiyede bulunur. Zevcesi ile cinsel ilişkiyi terk eder. Zevcesini okşayıp öpmez. Güzel koku sayılan misk, anber ve kâfur gibi şeyleri sürünmez. Bunları yatağına da sürmez. Kara av hayvanlarını avlamaz, havyanlara da hayvanı göstermez. Harem bölgesindeki yeşil otları ve yeşil ağaçları kesip koparmaz. Saçlarını kesmez ve kısaltmaz, traş etmez. Hac veya umre işlerini tamamlayıncaya kadar bu yasakları gözetir. Kokusundan hoşlanılacak her şey Tîb (güzel koku) sayılır. İhrama giren kadınlar elbiselerini çıkarmazlar, başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Telbiye getirirken seslerini yükseltmezler. 23- İhrama girenlerin çadır altına sokulmaları, şemsiye tutmaları, yüzük takmaları, bellerine kemerlerini bağlamaları, kolları içine sokup giyinmeksizin sırtlarına palto gibi bir şey almaları haram değildir [10.09.2023 16:18] Annem: doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider. Genel olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir. Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur. İkincisi dil ile tasdiktir. Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka olur. Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar. Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur. Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur. Acaba din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz. Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur. Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î iman özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır. Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır. Bir derece tafsîl (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine, ahirete in [10.09.2023 16:18] Annem: "Mest üzerine meshetmenin müddeti yolcu için üç gündür. Mukim için bir gün bir gecedir!" (Bir başka rivayette şu ziyade gelmiştir): "Biz bu müddetin uzatılmasını taleb etseydik, bize mutlaka uzatırdı.'' Ebu Dâvud, Tahâret 60, (157); Tirmizi, Tahâret 71, (95); İbnu Mâce, Tahâret 86, (553). ABDEST VE GUSÜLDE KULLANILACAK SU MİKTARI 6037 - Abdullah İbnu Muhammed, babası tarikiyle dedesi Akil'den naklediyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Abdeste bir müdd, gusle de bir sa' su yeterlidir" buyurmuştu" dedi. Bunun üzerine orada bulunan bir zât Akil'e: "Bu kadar su bize yetmez" diye itiraz etti. Akil de: "Bu kadar su, senden daha hayırlı, saçı da senden daha çok olan zata yetti" diye cevap verdi. Burada kastettiği kimse Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm idi." ABDESTSİZ NAMAZ MAKBUL DEĞİL 6038 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselâm'ı şöyle derken işittim: "Allah, temizlik olmadan namazı, çalınan maldan da sadakayı kabul etmez." ABDESTİ MUHAFAZA 6039 - Hz. Sevbân radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Her hususta dosdoğru istikamet üzere olun; meyletmeyin. Ama buna güç yetiremezsiniz. Öyleyse bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır [10.09.2023 16:19] Annem: 29 YİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB Bu mektûb, Şeyh Nizâmeddîn-i Tehânîserîye yazılmışdır. Farzları kılmağa ve sünnetleri, edebleri gözetmeğe teşvîk etmekde ve farzların yanında nâfileleri yapmanın kıymetinin az olduğu ve yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmamağı ve abdestde kullanılan suyu içmemeği ve mürîdlerin secde etmelerinin câiz olmadığını bildirmekdedir: Allahü teâlâ, bizi ve sizi te’assubdan, ya’nî başkasını çekememekden ve doğru yoldan ayrılmakdan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” pişmân olacak, üzülecek şeyleri yapmakdan kurtarsın! İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduracak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yokdur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise, hemen kazâ etmek], bin sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister nemâz, oruc, zikr, fikr olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir.[1] Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk “radıyallahü anh” hazretleri sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakdı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ’atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir dank [ya’nî bir dirhemin dörtde birini ki, bir gram gümüş demekdir] bir müslimân fakîre vermek, nâfile olarak dağlar kadar al-tun sadaka vermekden ve hayrât, hasenât ve yardımlar yapmakdan kat kat dahâ iyidir, kat kat dahâ çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakîre vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat dahâ fâidelidir. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece nemâzı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünki, hanefî mezhebindeki imâmlara göre “radıyallahü teâlâ anhüm” yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak mekrûhdur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmakdadır. Çünki, yatsı nemâzını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekrûh ise, tahrîmen mekrûhdur. Şâfi’î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece nemâzı kılmış olmak için ve bu vaktde zevk ve cem’ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr nemâzını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr nemâzını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr nemâzı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece nemâzı kılmak ve se-her vaktinde uyanık bulunmak ni’metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işden vaz geçmek ve geçmiş nemâzları kazâ etmek lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Kûfî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, nemâz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik nemâzı kazâ [10.09.2023 16:20] Annem: İslam Ahlakı Ana Sayfa İslam Ahlakı İslam Ahlakı İlgili İslam Ahlakı D) İslam Ahlakı “İslam ahlakı” sözünden ne kastedildiğini ifade etmeden önce “İslam” tabirindeki ahlaki mesaja işaret etmekte yarar vardır. İslam, “teslim olma, kurtuluşa erme ve müsaleme” manalarına gelir ve bu üç manası ile ifade ettiği dinin üç temel hususiyetini anlatır. Bunlar içinde doğrudan ahlakı ilgilendireni ise “müsaleme” anlamıdır. İslam ile aynı kökten olan müsaleme, “çatışma ve zıtlaşmayı ortadan kaldırarak uyuşmak, anlaşmak, birbirinden emin olmak, dostça münasebetler kurmak” demektir ve bu anlamıyla ileride ayrıntılı olarak incelenecek olan hilim kavramıyla aynı manayı ifade eder. Buna göre İslam’ı kabul eden kimse, cemiyetin diğer fertleri ile anlaşıp uyuşan, onlarla barış içinde yaşamak isteyen insandır. Nitekim, İslam ile aynı kökten olan selam kelimesi, Furkan suresinin 63. ayetinde, İslam’ın bir müsaleme (barış ve dostluk) dini olduğunu ifade edecek tarzda kullanılmıştır. Müslüman olan ve olmayan birçok araştırmacıya göre bu ayet, Hz. Muhammed’in risaletinden önceki döneme “Cahiliye devri”, müteakip döneme ise “İslam devri” denilmesinin sebebini göstermektedir. Zira öyle görülüyor ki, “cahiliye” kelimesi, ilmin zıddı olan ve nazari bilgilerden yoksunluğu ifade eden “cehl”den değil, fakat ameli bilgisizlik, yani sefahat, serkeşlik manasındaki “cehalet”ten gelmektedir (Ahmed Emin, Fecrü’l-İslam, s. 69). Nitekim Türkçemiz’de de cehalet kelimesi sık sık bu manada kullanılmaktadır. Hz. Peygamber’in bazı hadislerinde de cehalet, öfke ve serkeşliği ifade için kullanılmıştır (Buhari, “İman”, 22; Müslim, “Tevbe”, 56). İşte bu anlamdaki Cahiliyet ahlakını kaldırarak yerine iyi huyluluğu, dostluk ve barışı getiren dine, bu tesiri sebebiyle de İslam denilmiştir. Batılı araştırmacıların çoğu “İslam ahlakı” sözünden, İslam aleminde yapılmış olan ahlak çalışmalarını kastederken, müslüman araştırmacıların büyük kısmı, özellikle Kur’an ve Sünnet’in ortaya koyduğu ahlakı anlamaktadırlar. Bu durumda İslam ahlakı ne filozofların –az çok eski Yunan tesirindeki rasyonel ahlak düşünceleri; ne mutasavvıfların –az çok Yeni Eflatunculuk, Hint, İran tesiri taşıyanmistik tecrübeleri ne de fukahanın –zaman zaman sırf şekli ve suri olmakla itham edilenspekülatif çalışmalarıdır. Kitap ve Sünnet’in hükümleri ve kanunları İslam ahlakının esasını teşkil eder; işaret edilen bütün bu ahlak nazariyelerinin “İslam ahlakı” ile alakaları da bu iki temel kaynağın ahlaki hükümleri ve prensipleri ile uyumları nisbetindedir. Ancak, müslüman ilim ve fikir adamlarının ahlak nazariyeleri ve çalışmaları da, en azından İslam ahlakının yorumlanması, zamanla ortaya çıkan ihtiyaçlar karşısında inkişaf ettirilmesi, zenginleştirilmesi ve sistemleştirilmesi bakımından ihmal edilemez bir kıymet taşır. İlgili İlk Gelişmeler ve Örnek Eserler 8 Eylül 2021 Benzer yazı İslam’ın Ahlakta Meydana Getirdiği Zihniyet Değişikliği 8 Eylül 2021 Benzer yazı Ahlakın Tarifi ve Mahiyeti 8 Eylül 2021 Benzer yazı in İslam Ahlakı Diğer Konular Hz. PEYGAMBER’İN ÖRNEK AHLAKI ve ŞAHSİYETİ Ahlakın Kaynağı Ahlakın Gayesi İnsanın Kendi Kişiliğine Karşı Görevleri Ailede Ahlaki Görevler Toplumsal Görev ve Sorumluluklar [10.09.2023 16:20] Annem: Aşüfte Ana Sayfa A Aşüfte Rüyada asifte bir kadinla karsilasmak,evliligin tehlikede olduguna delalet eder.Asifte bir kimse ile dostluk kurdugunu gören kimse,esiyle aralarinda oldukça önemli anlasmazliklar yüzünden ayrilmak tehlikesinde kalir.Bu yüzden çok dikkatli davranmasi gerekmektedir. in A Diğer Konular Azat Azat etmek Azık Azil Azmetmek Azrail [10.09.2023 16:21] Annem: Ayn-el-Yakîn Ana Sayfa A Ayn-el-Yakîn 1. Görerek bilme. Ekvator gibi sıcak memleketlerde yaşayan kar görmemiş bir kimsenin kitabdan okuyarak veya birisinden dinleyerek karın ne olduğunu öğrenmesi, ilm-ül-yakîn, karı görerek tanıması, ayn-el-yakîn, karı eline ve ağzına alıp tadarak tanıması hakkü’l-yakîn olur. (Ahmed Mekkî Efendi) 2. Hadîs-i şerîfte bildirilen ihsân (Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etme) mertebesinde bir ışığın kalbde parlaması. Zamanımızda tarîkata girmiş bir çok kimse, kendilerine tasavvufçu süsü vererek vahdet-i vücudu dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor. İlm-ül-yakîne saplanıp, ayn-ül-yakînden mahrum kalmışlardır. (İmam-ı Rabbânî) Ayn-ül-yakîn mertebesi ümmetin seçilmişlerine mahsûstur. (İmâm-ı Rabbânî) İlgili YAKÎN 9 Eylül 2021 Benzer yazı İlm-ül-Yakîn 9 Eylül 2021 Benzer yazı Hakk-ul-Yakîn 9 Eylül 2021 Benzer yazı in A, Â Diğer Konular Ayn Harfi AZÂB ÂZÂD Âzâd Etmek Âzâd Olmak AZAMET AZÎM (El-Azîm) AZÎMET AZÎZ (El-Azîz) AZÎZAN Copyright 2021 by Maviay.co [10.09.2023 16:21] Annem: * * * Hüsrev’in bir fıkrasıdır Aziz Üstadım! Yüksek ve ciddî irşadlarınızla adım atmayı en büyük bir maksad bilen talebeleriniz, son zamanlarda şâyan-ı şükran bir vaziyete girdiler. Hulusi-i Sâni beş-on arkadaşıyla; Hâfız Ali, civarındaki yirmi-yirmibeş arkadaşıyla; mübarekler, otuz-otuzbeş refikleriyle ve bilhâssa Hacı Hâfız Köyünde Ahmedler ve Mehmedlerin çok hâlis gayretleriyle umumiyet itibariyle hem hiç mübalağasız bin kalemle, belki daha fazla; en geride kalan Isparta’da ise kahraman Rüşdü’nün ve risaleleri kendine tamamen yazan Mehmed Zühdü’nün ve Küçük Ali’nin ve Osman Nuri gibi faal talebelerin gayret ve himmetleriyle otuz ile kırk arasında, hattâ bir cihette mümtaziyet kazanan Mehmed Zühdü’nün Küçük Hâfız Ali gibi hem Risalet-ün Nur’u yazarak, hem kendi evinde yüz elli kadar çocuğu serbest olarak üç aydan beri okutmasıyla ve civarında diğer köylerde bulunan onbeş-yirmişer arkadaşlarıyla talebeleriniz, Kur’anî hizmetlerinde gayretli bir surette çalışmaktadırlar. Mübareklerin yazdıkları gibi, dört köyde dört ay zarfında elifba okumayan kırk-elli adam, Risalet-ün Nur’u mükemmel yazmağa muvaffak olmaları, hârika bir keramet-i Risalet-ün Nur olduğuna kanaatımız geldi. Risale-i Nur şakirdlerinden Hüsrev * * * Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır Aziz Üstadım! Ondokuzuncu Mektub’u bir mecliste ve bir cuma gecesi okumak niyetiyle üzerime almıştım. Şiddetli yağmurlu bir gece idi. O mecliste okumak üzere elimi cebime koydum, o mübarek eser yerinde olmadığını hayretle gördüm. Eseri koyduğum ceb yırtık ve delik olmadığı gibi, ben de başka hiçbir yerde durmadığıma göre bu hale hayret etmemek kabil mi? O geceyi uykusuz geçirdim, müteessir oldum. Hazret-i Gavs’tan bu mübarek eseri istedim. Lillahilhamd ertesi günü, bu eseri dinlemekle namaza başlamış olan bir muallim vasıtasıyla bulundu. Şakır şakır yağmur altında ve çamur içinde bu mübarek eser bulunsa bile artık okunmayacak derece olacağını tahmin edersiniz değil mi? Şâyan-ı hayret ve cây-ı [10.09.2023 16:22] Annem: Dördüncü Mes’ele Kelâmın kuvvet ve kudreti ise; kelâmın kuyudatı birbirine cevab vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle umumen karınca kaderince, asıl garaza işaret ve herbiri parmağını maksad üzerine bırakmak ile عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ düsturuna timsal olmaktır. Demek kuyudat zenav gibi veyahut dereler gibi.. maksad ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir. Elhasıl: Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır. İşaret: Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüb tevellüd edip hüsn ü cemal parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et… Ezcümle: Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azabdan tahvif ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan âyete bak. Nasılki “şeyi zıddından in’ikas ettirmek” olan kaide-i beyaniyeye binaen, tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor. Şöyle: اِنْ lafzındaki teşkik ile tahfif ve مَسَّتْ deki yalnız temas ve نَفْحَةٌ maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir.. ve مِنْ deki teb’iz ve nekale bedel عَذَابِ zikrindeki tehvin ve رَبِّكَ deki îma-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede ta’zim ve tehvil eder. Zira azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin… Tenbih: Bu sana sermeşktir. Yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’aniye bu intizam ve tenasüb ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazan mütedâhilen müteselsildir. Her birinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder. Beşinci Mes’ele Kelâmın servet ve vüs’ati ise; -nasıl suret-i terkib, nefs-i maksadı gösterir. Öyle de- müstetbeatının telmihatıyla ve esalîbin işaratıyla garazın levazım ve tevabiini göstermek ve ihtizaza getirmektir. Zira telmih ve işaret ise, sâkin olan hayalâtı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini söylettirmekle kalblerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı tehyic etmeye büyük bir esastır. Evet telmih ve işaret ise yolun etrafını temaşa ile tenezzüh etmek içindir. Kasd ve taleb ve tasarruf için değildir. Demek mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen bu beyitlerin içlerine gir. Bir derece seyre şâyan noktalar vardır: İşte çal olan atına binmiş, nazenin karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâgatın çok anahtarlarını bulacaksın. Al kapıları aç, işte: قَالَتْ كَبِرْتَ وَ شِبْتَ قُلْتُ لَهَا ❊ هذَا غُبَارُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ Yani: Dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesaib-i dehrin gürültüsünden ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.” Hem de: وَلاَ يُرَوِّعْكِ اِيمَاضُ الْقَتِيرِ بِهِ ❊ فَاِنَّ ذَاكَ ابْتِسَامُ الرَّاْىِ وَاْلاَدَبِ Yani: Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi; dimağdan erimiş, sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür. Hem de: وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَةٍ ❊ فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبٍ Yani: Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misal olan sakalın beyazıyla uyanabildi. Hem de: وَكَاَنَّمَا لَطَمَ الصَّبَاحُ جَبِينَهُ ❊ فَاقْتَصَّ [10.09.2023 16:22] Annem: Hem meselâ: وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ cümlesi -şedde ve tenvin sayılmaz- yine bin üçyüz kırkyedi (1347) edip, aynı tarihte, ecnebi muahedelerin icbarıyla bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller vücuda gelmesine ve aynı tarihte, devletlerde ikinci harb-i umumîyi ihzar eden dehşetli hasedler ve rekabetlerin çarpışmaları tarihine bu mana-yı işarî ile tam tamına tevafuku ve manen tetabuku, elbette bu kudsî surenin bir lem’a-i i’caz-ı gaybîsidir. Bir İhtar: Herbir âyetin müteaddid manaları vardır. Hem herbir mana küllîdir. Her asırda efradı bulunur. Bahsimizde bu asrımıza bakan yalnız mana-yı işarî tabakasıdır. Hem o küllî manada, asrımız bir ferddir. Fakat hususiyet kesbetmiş ki, ona tarihiyle bakar. Ben dört senedir, bu harbin ne safahatını ve ne de neticelerini ve ne de sulh olmuş olmamış bilmediğimden ve sormadığımdan, bu kudsî surenin daha ne kadar bu asra ve bu harbe işareti var diye daha onun kapısını çalmadım. Yoksa bu hazinede daha çok esrar var olduğunu Risale-i Nur’un eczalarında, hususan Rumuzat-ı Semaniye [10.09.2023 16:23] Annem: MES’ELE: Hikmet ve akıl ile halledilmeyen bir mes’ele-i mühimme. كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ ❊ فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyorlar, daima dönüp tazeleniyorlar? Elcevab: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise izahını bırakıp gayet muhtasar bir icmalini iki sahifeye sığıştıracağız. İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir: Birisi: Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona “ille-i gaiye” denilir. İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki: Hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona “dâî ve muktezi” tabir edilir. Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevkeder. Sonra da yemeğin neticesi, vücudu beslemektir; hayatı idame etmektir. Öyle de: وَلِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu kâinattaki dehşetengiz ve hayretnüma hadsiz faaliyet, iki kısım esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir: Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasının hadd ü hesaba gelmez enva’-ı tecelliyatı var. Mahlukatın tenevvüleri, o tecelliyatın tenevvüünden geliyor. O esma ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakışlarını göstermek isterler. Yani nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes ile beraber, bütün zîşuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler. İkinci sebeb ve hikmet: Nasılki mahlukattaki faaliyet bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette kat’iyyen lezzet vardır; belki herbir faaliyet, bir nevi lezzettir. Öyle de Vâcib-ül Vücud’a lâyık bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemal-i mutlakına münasib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var. Ve o sürur-u mukaddesten gelen -tabir caiz ise- hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahman-ı Rahîm’e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor [10.09.2023 16:23] Annem: gelen mektubları, mübareklerin heyeti bir risale şeklinde toplanmasını ve Hüsrev de cüz’î ve hususî bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını tayyetmeyi, Hâfız Ali ve Sabri’ye havale etmiş olduğunu yazıyorsunuz. O, Risalet-ün Nur hakkında kerametli ve dikkatli ve isabetli ve keskin Hüsrev’in nazarı doğrudur. Bâki bir eserde muvakkat ve cüz’î ve hususî kelimeler tayy edilse daha iyidir. Bu defaki mektubunuzda kerametkârane üç nokta gördük: Birincisi: Buranın bir Hüsrev’i olacak derecede ihlas ve irtibat ve iktidarı gösteren Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi isminde Risalet-ün Nur’un çalışkan bir talebesi askerden gelip, daha ikinci defa görüşüldüğü vakit, mektubunuzda Feyzi ismini gördük, dedik: Bu Risale-i Nur’un şakirdleri, birbirinden ne kadar uzak olsa da, birbirine pek yakındır ki, böyle birden hissedip yazdılar. İkincisi: Bu Küçük Hüsrev Feyzi, bu âhirlerde İstanbul’da iken Risale-i Nur hesabına zihnime dokundu. Müteessir oluyordum. “Acaba rahatsızlığı var mı?” Birden zihnim yüzünü ondan çevirdi, Hâfız Ali ile şiddetli meşgul oldum. Anladım ki, teessür verecek var. Fakat Risale-i Nur’un faal merkezi olan Hâfız Ali cihetinde olacak. Hâfız Ali’ye şifa duasına başladım, devam ettim. Ve mektub gelmeden evvel Feyzi’den sordum: “Sen bir hastalık çektin mi?” O dedi: “Yok.” Dedim: “Öyle ise, Isparta’da Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve kuvvetli bir rüknünün bir rahatsızlığı var. Fakat, hayalim hakikatın suretini şaşırmış.” Sonra mektubunuz geldi, hakikat anlaşıldı. Üçüncüsü: Bundan yirmi gün evvel, eyyam-ı mübarekeden sonra hatırıma geldi ki, vazifedarane kalemi her gün istimal etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmalîsinde her yirmidört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususî isimlerle has şakirdler dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten tayyedildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi. Birkaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebeb hissetmeden yine Hakkı, Hulusi’ye arkadaş oldu. İsmiyle, resmiyle has dairesine girdi. Hakkı’nın “Beni duadan unutmasın.” diye, mektubunuzdaki fıkranın yazıldığı aynı zamanda, hususî duayı kazanmış hesabıyla tahmin ettik. Hattâ bugünlerde bunun gibi inayetin çok lem’aları var. Emin, bunları havadis-i yevmiye diye bir fıkra yazacak, belki size de gönderecek. Risale-i Nur’un oradaki küçük talebeleri ve istikbalde kıymetdar şakirdleri olanlar, şimdi de talebeler dairesinde olarak hissedardırlar. İstanbul’da Mehmed Feyzi, Eski Said’in risalelerini ararken, aynı günde kahraman Rüşdü, bir dükkânda mevcudunu toplamış, almış idi. Küçük Hüsrev müteessir olarak başka yerde aramış, İşarat-ül İ’caz’ı bulmuş. Tahminen demiş ki: “Bana sebkat eden her halde benden ilerideki Ispartalı kardeşlerimdir.” Her ne ise… Bu İşarat-ül İ’caz nüshasını Hâfız Ali ve Sabri’deki nüshalarda bulunan keramet-i tevafukiyeyi yazdırmak istiyor. En kolay bir çaresi, küçük bir defterde her sahifesinde tefsirin bir sahifesine mukabil huruf-u hecanın (elif ve tâ ve saire) kaydederseniz, gönderirseniz iyi olur. Kolayını bulmazsanız kalsın. Umum kardeşlerime birer birer selâm ve bilhâssa risaleler ile çok meşgul olanlara selâm ve dualar ederim ve dualarını beklerim. Kardeşiniz [10.09.2023 16:23] Annem: Söz' den) BEŞİNCİ DAL Beşinci Dal’ın “Beş Meyve”si var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlık-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için, mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor. Evet insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı onun namıyla ve onun âyinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet, doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nıkmet olur. Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarfediyorsun. Sen, kendi nefsini kendine mabud ve mahbub yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun, âdeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi, ya kemaldir; zira kemal zâtında sevilir. Yahut menfaattır, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebeb tahtında muhabbet edilir. Şimdi ey nefis! Birkaç Sözde kat’î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle s [10.09.2023 16:24] Annem: Bedîüzzaman der: Medresemin plânını yapıyorum. O der: Nerelisin? Bedîüzzaman: -Bitlisliyim. Rus polisi: Bu Tiflis’tir! Bedîüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir. Rus polisi: Ne demek? Bedîüzzaman: -Asya’da âlem-i İslâm’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım. Rus polisi: Heyhat! Şaşarım senin ümidine. Bedîüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır. Rus polisi: İslâm parça parça olmuş? Bedîüzzaman: -Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir… Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. * * * Van’a muvasalat ettikten sonra, aşairi (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî [10.09.2023 16:24] Annem: İkinci Ayetlerin Tefsiri İbadetin Hakikatı يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِى خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ ❊ اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّهِ اَنْدَادًا وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ Yani: “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki; Arz’ı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyle ise, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mabud ve hâlıkınız yoktur.” Mukaddeme Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadettir. Evet Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hal-i hazırdaki vaziyeti şahiddir. Ve keza ibadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve meade, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebebdir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır. İbadetin dünya saadetine vesile olduğunu izah eden cihetler: Birisi: İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizac ile yaratılmıştır. O mizac yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan en müntehab şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, zînetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister. Şu meyillerin iktizası üzerine yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini, istediği gibi güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur ki; herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i akliye Sâni’ tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz’-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır. Sonra o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci’, bir sahib lâzımdır. O merci’ ve o sahib de, ancak peygamberdir. Peygamber olan zâtın da, zahiren ve bâtınen halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî ve manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi; Hâlık ile olan derece-i münasebet ve alâkasını göstermek için de, bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mu’cizelerdir. Sonra Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâni’in azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur. İkincisi: İbadet, fikirleri Sâni’-i Hakîm’e çevirttirmek içindir. Abdin Sâni’-i Hakîm’e olan teveccühü, ita [10.09.2023 16:25] Annem: Müdürlüğü’ne Ben sizin insaniyet ve vicdanınıza itimaden, mahrem işlerimi size beyan ediyorum. Hem vazife itibariyle siz, bizimle pek çok alâkadarsınız. Çünki Risale-i Nur’un asayiş noktasında yirmi seneden beri yüzbin şakirdinden hiçbir vukuat olmadığı gibi; pek çok zabıta memurlarının itiraflarıyla ve bir şey aleyhimizde kaydetmemeleriyle, bunu isbat eder. Buraya, Ankara emniyet-i umumiye müdürü geldiğini bir çocuktan işittim. Her halde benim halimi soracak diye bir şey kaleme aldım ki, rahatsızlığım münasebetiyle ona konuşmak yerinde takdim edeyim. Birden gittiğini işittim. Size leffen onu gönderiyorum; münasib görseniz, bera-yı malûmat ona gönderirsiniz. Ben dünya işlerini bilmiyorum, halklar ile görüşemiyorum. Senden başka burada kimsem yok ki re’yini alayım. Benim şahsıma ait mes’ele gerçi çok ehemmiyetsizdir, cüz’îdir; fakat Risale-i Nur’a ait mes’ele; bu vatan ve millette pek çok ehemmiyeti var. Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatımla beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir. Said Nursî * * * Aziz, sıddık kardeşlerim! Aliköyü’nde Risale-i Nur şakirdlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir âyet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsaid olmadığı için kısaca bir-iki cümle beyan ediyorum. “Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz.” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şübhe ile, münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem “Lâ ilahe illallah” der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tövbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköy’de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatına dâhil olmamak lâzım gelir. Çünki münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (A.S.M.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter. Hem madem Risale-i Nur şakirdlerinin en büyük üstadı, Peygamber’den (A.S.M.) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu’dur; onun muhabbetini dava eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyt’e muhabbet davaları yanlış olur. Zâten kaç sene evvel, o Alevî köyünde üç Ali’nin himmetiyle masumlar Risale-i Nur’u şevk ile yazmalarını işittim. Hattâ o zamanda, o köyü de duama dâhil etmiştim. İnşâallah [10.09.2023 16:25] Annem: Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatında bulunan Firavun gibi bir firavun olur… Remz Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıdları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Meselâ güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat senin elin ona yetişemez ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri bu’d. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle “O bana tesir edemez.” ve onun sana karib olduğu cihetle “Ona tesir edebilirim.” desen, cehlini ilân etmiş olursun. Kezalik Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâlıkındır, bu’d nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enaniyet ile Hâlıka bakıp, “Bana tesir edemez.” diye bir ahmaklıkta bulunursa dalalete düşer. Ve keza nefis mükâfatı gördüğü zaman “Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım.” der. Mücazatın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder. Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef’ali sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahid tutmamıştır. İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) dediği gibi: “Melikin atiyyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir.” Remz Arkadaş! Bilhâssa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en büyük bir şey en küçük bir şeye müsahhar ve muti’ olur. Evet kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevab veren Zât, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise, bütün mahlukata dahi Hâlıktır. Remz [10.09.2023 16:26] Annem: Söz بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ الر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ [Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazireleri, Onuncu Söz’de, bilhâssa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur. Yalnız sair hakikatlardan nümune olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.] Birincisi: Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ “Altı günde gökleri ve yerleri yarattık.” demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır. İkincisi: Meselâ: وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ❊ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ ❊ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: “Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor.” demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlukatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desatir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemal-i intizam ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya her bir bahar, bir tek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil’in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor. Hakikat böyle iken, beşerin en acib bir dalaleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz’un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telakki etmesidir. اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Hakikat nerede? Ehl-i gafletin telakkileri nerede? Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelal تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ❊ وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ مَعَهُ ❊ اِ [10.09.2023 16:26] Annem: kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ sırrıyla, اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ düsturuyla: Onların o muvakkat galebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem’i kendilerine ve Cennet’i ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir. İşte dalalette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfüruş, şöhretperest, riyakâr insanlar ve az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihafe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celbolunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve ataletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip, ondan bahsedilsin. Nasılki böyle şöhret divanelerinden birisi, namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lanetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lanetli şöhreti hoş göstermiş diye darb-ı mesel olmuş. Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme mübtela olan bîçare insan! فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَ اْلاَرْضُ âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver! Bak ne diyor? Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki: “Ehl-i dalaletin ölmesiyle insan ile alâkadar olan semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani onların ölmesiyle memnun oluyorlar.” Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki: “Ehl-i hidayetin ölmesiyle semavat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar.” Çünki ehl-i iman ile bütün [10.09.2023 16:26] Annem: sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör. Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar sîmalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemalini gör. İşte bu mezkûr misallere kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki; bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cennet’i iman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun. Beşinci Nokta: Nasılki yüzer hüner ve san’at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış. Üçüncü Bürhan’ın üç nüktesi var: Birinci Nükte: Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız; şöyle ki: Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor. Hem kendi san’atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik san’at ve ince hikmet ve âlî zînet ve şefkatli bir tertib ve [10.09.2023 16:27] Annem: Benim kardeşlerim 9(Haşiye); Üstadımın kardeş ve talebeleri olan zâtlar şübhesiz birinci ve ikinci hâli ruhlarında hissederler. Öyle ise beşerde bilhâssa mü’minlerdeki hâsselerin inkişafı tahdid edilemeyeceği için tevfik-i Huda ile bir kerre bu yola girenler, nefis ve şeytanlarına bu âciz, fakir ve bîçare kadar mağlub olmayacakları cihetle, terakki ve istifadeleri de o nisbette ziyade olur. Muhterem Üstadım bu kusurlu talebesine teveccühü; insanlara, mü’minlere, mü’minlerin bilhâssa benim gibi muhtaçlarına derece-i şefkatine ve benim ihtiyacımın en çok olduğuna delil ve misaldir. Hülâsa: Bana liyakatımın çok fevkinde hüsn-ü zan eden ve teveccüh gösteren aziz ve muhterem ve mütevazi Sabri Kardeş! Bil ki çok günahkâr, çok âciz, fakir, müflis, ümmet-i Muhammed’den (A.S.M.) bir abdim. Dualarınıza çok muhtacım. Acz ve fakr arzuhalini kabul ettirerek hazine-i hâssa-i Kur’an’dan âleme muhtelif nam ve tarz ve şekillerde cevherler teşhirine muvaffak olan dellâl-ı Kur’an’ın kudsî hizmetinde kendisine yardım en büyük emelim ve en ciddî temennim, en mukaddes niyetimdir. Bu niyetim sebebiyle Nurlarla meşgul olmak saadetine mazhar olduğum dakikalarında, hilaf-ı me’mul bazı sözler kendiliğinden kalbime ve kalemime gelmektedir ki, bu marifet benim değil elbet muhakkak ve mutlak Hazret-i Kur’an’dan lemaan eden Nurlara aittir. Öyle ise asıl üstad Kur’an’dır. Üstad-ı muhteremimiz elyak ve elhak muarrifi, mübelliği ve müderrisidir. Biz muhtaçlar fırsatı ganîmet bilmeli, cevherleri almalı; kalbimize, dimağımıza nakşetmek, dâreynde medar-ı saadetimiz olacak olan bu Nurlara alâ kadr-it tâka neşre çalışarak muhafazasını kuvvetleştirmeliyiz. وَمِنَ اللّهِ التَّوْفِيقُ Sâniyen: Mektubat’ın küçüklerinden on üçünü hâvi hususî mektublar mecmuasını aldım. Bu vesile ile de maziyi hâl yerine koyarak, derin manalı, şirin sohbetinizi bir kerre daha şevkle dinlemiş oldum. Zâten ben o vakitlerin mazide kalmasına razı değilim. Her vakit hâl gibi mütalaa ediyorum. Mazi, hâl, müstakbel bunlar da itibarî birer taksim değil mi? Ehl-i zevk için bu taksime ihtiyaç kalmıyor. Sâlisen: Yirmisekizinci Mektub’un Sekiz Mes’elesinden Birincisi, bana ait rü’ya [10.09.2023 16:27] Annem: ŞİİR.............. İLİM VE TEMEL KİTAPLAR (1)
