Bugun...


SEMA ÖNER

facebook-paylas
Günün yazısı
Tarih: 23-10-2023 09:49:00 Güncelleme: 23-10-2023 09:49:00


[27/8 15:58] Annem: Bir Ayet:
De ki: "Kuşkusuz ben, kendisine içten bir inanç ve bağlılık göstererek Allah'a ibadet etmekle yükümlü kılındım. Ve bana Müslümanların ilki olmam emredildi."
(Zümer, 39/11-12)
 
Bir Hadis:
Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise nefsini heva hevesine tâbi kılan, sonrasında da Allah'tan dileklerde bulunup duran ve bunu yeterli görendir.
(Tirmizî, "Kıyâmet", 25)
 
Bir Dua:
Allah'ım! Beni kötü ahlaktan ve heva hevesime uymaktan uzak eyle.
(Hâkim, Müstedrek, 1, 714)
 
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[27/8 15:58] Annem: Diyanet Takvimi Ön Yüz:
Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O’dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir. (Ahzâb, 33/43)
Kim gönlünden koparak bir hayır işlerse karşılığını görür. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilir ve şükrün karşılığını verir. (Bakara, 2/158) 
 
 
Diyanet Takvimi Arka Yüz:
NİMETE KAVUŞUNCA YAPILACAK DUA
Dua, inanan bir kişiyi Rabbine ulaştıran bir yoldur. Nimet de verse, imtihana da tabi tutsa; kul, sabrederek ya da şükrederek Allah’a (cc) bağlılığını dua ile devam ettirir. Allah’ın (cc) verdiği bir nimete kavuştuğumuzda her yönüyle rehberimiz Peygamberimizin (sas) yaptığı şu duayı yapabiliriz. Okunuşu: “Allâhümme innî es’elüke min hayri mâ seeleke minhü nebiyyüke Muhammedün sallallâhü aleyhi ve sellem. Ve neûzü bike min şerri mesteâzeke minhü nebiyyüke Muhammedün sallallâhü aleyhi ve sellem. Ve ente’l-müsteân ve aleyke’l-belâğ ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” Anlamı: “Allah’ım! Peygamber’in Muhammed’in (sas) senden dilediği hayırları ben de dilerim. Peygamber’in Muhammed’in (sas) sana sığındığı şerlerden biz de sana sığınırız. Yardım ancak senden beklenir. İnsanı dünya ve ahirette muradına ulaştıracak sensin. Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.” (Tirmizî, Deavât, 89)
 
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[27/8 15:59] Annem: O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? - Rahmân - 57. Ayet
[27/8 15:59] Annem: Allah'ın emri olduğunu kabul ederek beş vakit namazı rükûları, secdeleri, abdestleri ile vakitlerinde kılmaya devam eden kimse cennete girer. - İbn Hanbel, IV, 266
[27/8 15:59] Annem: "Allahım! Kötü işlerden ve kötü ahlâktan beni koru. Bunlardan da beni ancak sen korursun." - (Nesâi,"İftitah", 16)
[27/8 15:59] Annem: Akıl, sahip olduğumuz nimetlerin başında gelir. Bu nimete sahip olmak, onu en güzel bir şekilde korumayı gerektirir. Aklı kısmen veya bütünüyle devre dışı bırakan içeceklerin adı dönem dönem değişse de, etkisi her zaman nesilleri tehdit etmiştir. Alkol, uyuşturucu, bonzai vb. şekilde isimlendirilen içecekler sarhoş edici, akla zarar verici yönüyle Kur’an ve hadislerde yasak olarak tarif edilen içkinin özelliklerini ihtiva eder. Alkollü içecekler günümüzde birçok toplumsal sorunun sebebidir. Kullanımlarının yol açtığı sağlık sorunları yanında trafik kazaları, intiharlar, aile yuvalarının yıkılması, iş hayatının bozulması, meslek kayıpları ve çeşitli ekonomik yıkımlar açısından toplumlara verdiği zararlar çok boyutlu yıkımlar oluşturmaktadır. Bu sebeple rahmet dini olan İslam, kişinin aklında, malında, sosyal itibar ve konumunda büyük zararlara yol açan içkiyi kesin bir dille yasaklar. Peygamberimiz (s.a.s.) içkinin birçok sorunu beraberinde getirdiğini ortaya koyarken, “İçkiden uzak durun; içki bütün kötülüklerin anasıdır.” (Nesâî, Eşribe, 44), “İçki her kötülüğün anahtarıdır.” (İbn Mâce, Eşribe, 1) sözleriyle bunu açıkça ifade etmiştir. - AKIL NİMETİNİ KORUMAK
[27/8 16:21] Annem: Mahiyeti ve Nevileri
13- Tavaf, lûgatta ziyaret etmek ve bir şeyin etrafında dolanmak manasıdır. Tavaf edene Taif ve tavaf edilen yere de Metaf denir.
Din deyiminde tavaf, Kabe'nin etrafında yedi defa dönmekten ibarettir. Şöyle ki:
Kabe'nin güney tarafındaki bir köşesine Rükn-ü Hacer ve diğer köşesinde Rükn-ü Yemanî denir. Rükn-ü Hacer'de Hacer-i Esved denilen mübarek bir taş vardır ki, tavafa buradan başlanır. Beyt-i Muazzama sola alınarak Kabe'nin kapısına doğru gidilmek suretiyle Beyt'in çevresinde dolaşır. Böylece Hacer-i Esved'den başlayarak yapılan bir dolaşım yine orada tamamlanmış olur. Buna bir "şavt" denir. Aynı şekilde yedi defa yapılan şavt ile tavaf biter.
14- Tavaf, bir nevi namazdır. Allahü Teâlâ'ya heyecan ve muhabbetle yapılan tazimin bir nişanesidir. Allah'ın Arş'ı etrafında dolaşan kutsal meleklerin hallerine bir benzeyiş şeklidir.
Kâbe-i Muazzama, bu yaşanılan âlemde, göremediğimiz melekler alemindeki İlâhî makamın bir görüntüsü yerindedir. Bu maddî Beyt'in çevresindeki beden hareketleri, melekler âleminde Arş çevresinde yapılan ruhanî hareketlerin birer işaretidir.
15- Gerek tavafa başlarken ve gerek tavaf esnasında Hacer-i Esved'in önüne her geldikçe ona karşı durulur. Namaza durur gibi, eller kaldırılır, tekbir ve tehlil getirilir. Mümkünse öpülür veya eller sürülür. Bu da mümkün değilse, yalnız ona karşı eller yukarı kaldırılır, işaret yapılır ki, buna İstilâm (Selâmlamak) denilmektedir.
Hacer-i Esved'e böyle el koymak, Yüce Allah'a ibadet ve itaat etmek üzere söz vermenin ve bunda kararlı olmanın bir nişanı demektir.
16- Tavafın nevilerine gelince: Bunlar aşağıda yazıldığı şekilde beş kısımdır:
1) Kudûm Tavafı: Taşradan Mekke-i Mükerreme'ye varılınca ilk yapılan tavaftır. Bu tavaf, afaki (Mikat dışında gelenler) için sünnettir. Buna Tavaf-i Lika da denir.
(İmam Malik'e göre bu tavaf vacibdir.)
2) Ziyaret Tavafı: Arafat'dan döndükten sonra yapılan tavaftır. Buna "Tavaf-i İfaze" de denir. İşte haccın iki rüknünden biri bu tavaftır ki, dört şavtı farzdır.
3) Sader Tavafı: Hac esnasında Mina'da taşlar atıldıktan sonra, Mekke'ye inilince yapılan tavaftır. Buna "Veda Tavafı" da denir. Bu tavaf, Mikat dışından gelenler (Afakî'ler) için vacibdir. Bununla hac işleri (menasik) tamamlanmış olur. Hacılar bu tavafla Kabe'ye veda ederek vatanlarına dönmeye başlarlar.
(Bu tavaf, Şafiîler'de vacib veya sünnettir.
[27/8 16:21] Annem: (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. "Allah adaleti, ihsanı.. emreder." (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. " "in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir
 
(Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.
 
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.
 
Özetle Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
 
" " Kur'ân'ın ezeli itibarını, " " görünen gerçeklerini, " " ilmî ve ahlâkî özelliğini, " " inme hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki "bize hidayet et" duasının cevabı
 
olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet
[27/8 16:22] Annem: ABDESTİN FAZİLETLERİ
 
3551 - Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
 
"Allah'ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?''
 
"Evet ey Allah'ın Resülü, söyleyin!'' dediler. Bunun üzerine saydı:
 
"Zahmetine rağmen abdesti tam almak. Mescide çok adım atmak. (Bir namazdan sonra diğer) Namazı beklemek. İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır. İşte bu ribâttır."
 
Müslim, Tahâret 41, (251); Muvatta, Sefer 55, (1,161); Tirmizi, Tahâret 39, (52); Nesâi, Tahâret 106.
 
3552 - Ukbe İbnu Âmir radıyallahu anh anlatıyor: "Üzerimizde develeri gütme işi vardı, (bunu sırayla yapıyorduk.) (Bir gün) gütme nöbeti bana gelmişti. Günün sonunda develeri kıra ben çıkarıyordum. (Birgün, nöbetimden dönüşte) Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a geldim, ayakta halka hitabediyordu. Söylediklerinden şu sözlere yetiştim:
 
"Güzelce abdest alıp, sonra iki rek'at namaz kılan ve namaza bütün ruhu ve benliği ile yönelen hiç kimse yoktur ki kendisine cennet vâcib olmasın!"
 
(Bunları işitince kendimi tutamayıp:) "Bu ne güzel!'' dedim. (Bu sözüm üzerine) önümde duran birisi:
 
"Az önce söylediği daha da güzeldi!'' dedi. (Bu da kim? diye) baktım. Meğer Ömer İbnu'I-Hattâb'mış. O, sözüne devam etti
[27/8 16:22] Annem: YİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB
 
Bu mektûb, Şeyh Nizâmeddîn-i Tehânîserîye yazılmışdır. Farzları kılmağa ve sünnetleri, edebleri gözetmeğe teşvîk etmekde ve farzların yanında nâfileleri yapmanın kıymetinin az olduğu ve yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmamağı ve abdestde kullanılan suyu içmemeği ve mürîdlerin secde etmelerinin câiz olmadığını bildirmekdedir:
 
Allahü teâlâ, bizi ve sizi te’assubdan, ya’nî başkasını çekememekden ve doğru yoldan ayrılmakdan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” pişmân olacak, üzülecek şeyleri yapmakdan kurtarsın!
 
İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduracak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yokdur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise, hemen kazâ etmek], bin sene nâfile ibâdet yapmakdan dahâ çok fâidelidir. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyyet edilirse edilsin, ister nemâz, oruc, zikr, fikr olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok fâidelidir.[1] Öğrendiğimize göre, Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk “radıyallahü anh” hazretleri sabâh nemâzını cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakdı, eshâbından birini bulamadı. (Filân kimse cemâ’atde yokdur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok sâatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmışdır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabâh nemâzını cemâ’at ile kılsaydı dahâ iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekrûhdan sakınmak, zikrden ve fikrden ve murâkabeden ve teveccühden dahâ fâidelidir. Tahrîmî olan mekrûhdan sakınmanın fâidesini, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve harâmlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikde yapılırsa, elbette dahâ güzel, çok güzel olur. Fekat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir dank [ya’nî bir dirhemin dörtde birini ki, bir gram gümüş demekdir] bir müslimân fakîre vermek, nâfile olarak dağlar kadar al-tun sadaka vermekden ve hayrât, hasenât ve yardımlar yapmakdan kat kat dahâ iyidir, kat kat dahâ çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakîre vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat dahâ fâidelidir. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece nemâzı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlışdır. Çünki, hanefî mezhebindeki imâmlara göre “radıyallahü teâlâ anhüm” yatsı nemâzını gece yarısından sonra kılmak mekrûhdur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmakdadır. Çünki, yatsı nemâzını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekrûh ise, tahrîmen mekrûhdur. Şâfi’î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece nemâzı kılmış olmak için ve bu vaktde zevk ve cem’ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr nemâzını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr nemâzını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr nemâzı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece nemâzı kılmak ve se-her vaktinde uyanık bulunmak ni’metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işden vaz geçmek ve geçmiş nemâzları kazâ etmek lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Kûfî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, nemâz abdestinin edeblerinden bir edebi terk etdiği için kırk senelik nemâzı kazâ et
[27/8 16:23] Annem: Ahlakın Kaynağı
 
Ana Sayfa
İslam Ahlakı
Ahlakın Kaynağı
İlgili
  
 
  İslam Ahlakı
 
 
 
 
B) Ahlakın Kaynağı
 
Din dışı ahlak teorilerinde ahlakın yahut ahlaki ödevlerin kaynağının akıl, vicdan veya toplum olduğu yönünde çeşitli görüşler ileri sürülmüş, ciddi tartışmalar yapılmıştır. İslam dini de gerek birey gerekse toplum olarak insana ve onun akıl, vicdan gibi manevi kapasitelerine büyük değer vermiştir. İnsanı görünür alemin yegane mükellef ve sorumlu varlığı olarak tanıyan Kur’an-ı Kerim’e göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış (etTin 95/4), ona kendi ruhundan üflemiştir (el-Hicr 15/29). Ancak insanın bu üstün ruhi cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşeri cephesi vardır. İşte insandaki bu ikilik onun ahlaki bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah insan nefsine fücurunu da takvasını da ilham etmiş”, yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “Nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrana uğramıştır” (eş-Şems 91/9-10).
 
İnsanın bu çift kutuplu tabiatı sebebiyle Kur’an-ı Kerim’de onun ahlaki hüküm ve tercihlerinde yanılabileceği de özellikle belirtilmiştir. Bu husus Hz. Yusuf’un dilinden şu şekilde ortaya konmuştur: “Ben nefsimi temize çıkaramam; çünkü nefis ısrarla kötülüğü emreder; ama rabbimin merhamet etmesi durumu başka. Rabbim bağışlayıcı ve merhametlidir” (Yusuf 12/53) Hz. Peygamber de kendisinin bile ancak Allah’ın lutfu sayesinde güzel ahlakı kazanabileceğini ifade eder (Müslim, “Müsafirin”, 201; Nesai, “İftitah”,
16, 17).
 
İşte Kur’an’ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği ve Allah’ın iyi ahlak üzerindeki etkisi İslam ahlakının temelde dini kaynaklı olması sonucunu doğurmuştur. Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nas bulunan konularda yükümlülüğün ve dolayısıyla ahlakın kaynağı dindir. “Allah ve Resulü bir şeye hükmedince, artık mümin erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz. Her kim Allah ve Resulü’ne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (el-Ahzab 33/36). Hz. Peygamber, ahlaki hükümlerin de dahil olduğu helalleri haram, haramları helal saymaya yönelik bir anlaşmanın geçersiz olduğunu açıklamıştır (Ebu Davud, “Akzıye”, 12). Bununla birlikte, Allah’ın hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla ana, baba, devlet gibi başka otoriteler de vazife koyabilirler ve bunlara itaat gerekir (Buhari, “Ahkam”, 4,43; Müslim, “İmare”, 34, 38).
 
Kur’an ve Sünnet’te ahlak ile ilgili genel hükümler yanında birçok ahlaki davranış için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye rağmen, hakkında hüküm bulunmayan girift meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır. Hz. Peygamber, “Helal de haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüphelerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur” (Buhari, “İman”, 39; “Büyu‘”, 2; Müslim, “Müsakat”, 107,108) buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uy-
mayı öğütlemiştir. Ancak Kur’an ve hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, kendisine kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır (el-Bakara 2/169). Ayrıca İslami terminolojide heva adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlak ve fazilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir (mesela bk. el-Bakara 2/170-171; el-Furkan 25/43; el-Casiye 45/23).
 
Sonuç olarak İslam’da ahlakın asıl kaynağı Kur’an ve onun ışığında oluşan sünnettir. Nitekim Hz. Aişe bir soru münasebetiyle Hz. Peygamber’in ahlakının Kur’an ahlakı olduğunu belirtmiştir (Müslim, “Müsafirin”,
139). Bu sebeple İslam ahlak düşüncesi Kur’an ve Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dini ve dünyevi hayatın genel çerçevesini
[27/8 16:24] Annem: Aşk
 
Ana Sayfa
A
Aşk
Rüyada Aşk Yaşamak
Rüyada Âşık Olduğunu Görmek
Rüyada Aşk Duyurusu Görmek
Rüyada Aşk Mektubu Yazmak
Rüyada Aşk Mektubu Almak
Rüyada aşk görmek, rüyayı gören kişinin canının sıkılacağı, moralinin bozulacağı ve fazlasıyla üzüntü duyacağı hadiselerle karşılaşacağı manasına çıkar. Bu rüya, düş kırıklığı yaşamaya, hüzne ve ıstırapa düşmüş olmaya, gözyaşı akıtmış olmaya ve zor günler geçirmiş olmaya yorumlanır. Kişi, arama yaptığı rahatı bulmuş olmak için bir müddet daha çabalamış olmak zorunda kalmış olacak anlamına gelir. Rüyayı gören kişinin fazlasıyla üzüntü duyacağı havadislerle karşılaşacağı, ümitlerinin boşamış ol çıkacağı ve yaşama küseceği biçiminde tabir edilir.
 
 
 
 
Rüyada Aşk Yaşamak
Rüyası esnasında aşk yaşadığını gören şahsın rüyası,hayatında olumsuz hadiseler gündeme geleceği, karmaşalar çıkacağı ve dolayısıyla şahsın kafasının karışacağı ve karar vermiş olmakta zorlanmış olup, belirsizlik içinde kalacağı manasına çıkar.
 
Rüyada Âşık Olduğunu Görmek
Rüyada âşık olduğunu görmüş olan kimse, yaşamından yana güzellikler ve hayır getirmiş olacak hadiseler yaşarmış ol, ayrıyeten karşısına kendini çok memnun edecek, kadrini değerini bilmiş olacak, onu hiç üzmüş olmayacak ve ancak bırakmış olmayacak kimseler çıkmış olacak anlamına gelir.
 
Rüyada Aşk Duyurusu Görmek
Rüyada aşk duyurusu görmek, çok müspet ve hayra yorulur. Rüyayı gören kişinin yaşamının iyi tarafa doğru gideceğine, hayallerinin ve arzularının gerçeğe dönüşeceğine, kazanımlarının artış göstereceğine, işlerinin büyüyeceğine ve harika kişilerle iş ortaklıkları yapmış olup, onlar yardımıyla borçlarından kurtuluşa ereceğine ve hayatını sisteme sokacağına delalet eder.
 
Rüyada Aşk Mektubu Yazmak
Rüyada aşk mektubu yazmak, gerçekte de gönül işlerine işaret eder ve rüyayı gören kişinin aşktan yana çok kısmetli ve talihli olduğuna, ihtiraslı bir aşk evliliği yapmış olacağına ve benzerinden yana fayda göreceğine delalet eder.
 
Rüyada Aşk Mektubu Almak
Rüyayı gören kişinin rüyası esnasında tanımadığı bir kimseden aşk mektubu alım yapması, yaşamına güzel bir kişinin gireceği ve onunla memnun bir birliktelik yaşamaya başlayacağı manasına çıkar. Rüyayı gören kişi sevdiği ve hayal ettiği şahısdan aşk mektubu almış olduğunu görecek olursa öyleyse hissiyatlarına bedel alarak, aşkının tek kısımlı olmadığını algılayacak anlamına gelir.
 
in A
Diğer Konular
Azat
Azat etmek
Azık
Azil
Azmetmek
Azrail
[27/8 16:25] Annem: ACEM
 
Ana Sayfa
A
ACEM
Arab olmayan.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah katında en kıymetliniz takvâsı (Allahü teâlâdan korkarak haramlardan, günâhlardan sakınması) çok olanınızdır. Arab’ın Acem’e bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hişâm)
 
İlgili
VEDÂ HUTBESİ
9 Eylül 2021
Benzer yazı
İBLÎS
9 Eylül 2021
Benzer yazı
ÂL-İ İMRÂN
9 Eylül 2021
Benzer yazı
in A, Â
Diğer Konular
Ayn-el-Yakîn
AZÂB
ÂZÂD
Âzâd Etmek
Âzâd Olmak
AZAMET
AZÎM (El-Azîm)
AZÎMET
AZÎZ (El-Azîz)
ÂYET
Copyright 2021 by Maviay.co
[27/8 16:25] Annem: İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve
Keramet-i Gavsiye hakkında bir tenbih ve ihtardır
Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa muannid bir nâmahremin eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî ve inad nazarıyla bir-iki yerine haksız bir itiraz ile ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden; bu mecmua, Risale-i Nur’un has talebelerine belki ehass-ı havassa mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına müsaade olmasıyla beraber; şimdi mezkûr hâdisenin sebebiyle herkese değil, belki ehl-i insaf ve Risale-i Nur’la alâkadar ve talebelerinden bulunanlara ve haslardan birkaç şakirdin tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık. Şimdi ise, iki sene iki mahkeme tedkikden sonra bize iade edilmesinden neşrine mecbur olduk.
 
İkinci Nokta: Bu risale baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakıyor. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbuliyetine bir imza basıldığını isbat ediyor. Böyle bir tek davaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi ilmelyakîn değil, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o davayı isbat
[27/8 16:39] Annem: Makale
Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır.
 
Birinci Mes’ele
Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:
 
Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir… Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.
 
Zira acemîler sû’-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir… Yani ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.
 
Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için, Delail-i İ’caz ve Esrar-ül Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…
 
Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile
[27/8 16:40] Annem: ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi’ olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.
 
Birisi: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitabet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o fiillerin Cennet’te bâki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. “Kiramen Kâtibîn” insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem.
 
Sonra ehl-i dünyanın, beni hayat-ı içtimaiyedeki herşeyden tecrid etmek içinde bütün kitablarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber, gurbet vahşeti beni sıkarken ve boş dünya başıma yıkılırken, melaikeye imanın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi. Kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhanîlerle doldurdu, âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalaletin dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.
 
Hayalim bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum peygamberlere imanın pek çok meyvelerinden buna benzer bir tek meyvesini aldı, tattı. Birden, bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla yaşamış gibi onlara imanım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve imanımı küllî yapıp genişlendirdi. Ve âhirzaman peygamberimizin imana ait olan davalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.
 
Birden “Hikmet-ül İstiaze Lem’ası”nda kat’î cevabı bulunan bir sual kalbime geldi ki: “Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve faideler ve hasenatın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhimîn’in gayet merhametkârane tevfikleri ve inayetleri ehl-i hidayete yardım edip kuvvet verdikleri halde; ehl-i dalalet neden çok defa galebe eder ve bazan yirmisi, yüz tane ehl-i hidayeti perişan eder.” diye, manen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde, şeytanın gayet zaîf desiselerine karşı Kur’anın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenab-ı Hakk’ın yardımını ehl-i imana göndermesi hatıra geldi. Risale-i Nur’un onun hikmetini kat’î hüccetlerle izahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz:
 
Evet bazan serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmağa çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi; yüzer adamın muhafazası ile ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünki onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın ve esbabın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harab olması bir tek şartın ademiyle vaki’ ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevî yangınlar yaparlar. Evet bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mâyesi ve esasları ademdir, tahribdir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır.
 
İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya istinaden gayet zaîf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenab-ı Hakk’ın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur’an onları himaye için büyük tahşidat yapar.
 
Doksandokuz esma-i İlahiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.
 
Bu cevabdan, birden pek büyük bir hakikatın ucu ve azametli, dehşetli bir mes’elenin esası göründü. Şöyle ki:
 
Nasılki Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyane sünbüllendiriyor, öyle de; Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için o adem mahsulâtlarını kavuruyor ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden te
[27/8 16:41] Annem: Mektub
(Yirmibeşinci Lem’anın zeyli)
 
(Çocuk Ta’ziyenamesi)
 
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
 
Aziz âhiret kardeşim Hâfız Hâlid Efendi!
 
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
 
وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ الَّذِينَ اِذَا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
 
Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat اَلْحُكْمُ لِلّهِ kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçı yapsın. Size ve sizin gibi müttaki mü’minlere büyük bir müjde ve hakikî bir teselli gösterecek “Beş Nokta”yı beyan ederiz:
 
Birinci Nokta: Kur’an-ı Hakîm’de وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrı ve meali şudur ki: Mü’minlerin kabl-el büluğ vefat eden evlâdları, Cennet’te ebedî, sevimli, Cennet’e lâyık bir surette daimî çocuk kalacaklarını.. ve Cennet’e giden peder ve vâlidelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en latif bir zevki, ebeveynine temine medar olacaklarını.. ve herbir lezzetli şey’in Cennet’te bulunduğunu.. “Cennet tenasül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı”nı diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel safi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu şu âyet-i kerime وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
 
İkinci Nokta: Bir zaman bir zât, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O bîçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatını temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki: “Şu çocuk çendan senin evlâdındır, fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.” O adam ağlar, sızlar; “Benim medar-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim.” der. Ona arkadaşları der ki: “Senin teessüratın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufûnetli, sıkıntılı zindana bedel; ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şübheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünki padişahın merhametini celbe sebeb olur, sana şefaatçı hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatın varsa…”
 
İşte şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli: Şu veled masumdur, onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerim’dir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennet-ül Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi? Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum.
 
Çünki dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlâd muhabbeti temin edecekti. Eğer sâlih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlâd muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir
[27/8 16:46] Annem: Onsekizinci Mektub
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
 
(Bu mektub üç mes’ele-i mühimmedir.)
 
BİRİNCİ MES’ELE-İ MÜHİMME: “Fütuhat-ı Mekkiye” sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meşhure; küre-i arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; “gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki’ ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?
 
Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rü’ya gibi rü’yetlerini tabirde
[27/8 16:47] Annem: بِحَمْدِهِ
 
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
 
Aziz sıddık kardeşlerim!
 
Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhâssa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur:
 
Herkes her vakit Kur’ana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde dercedilerek; herbir sure küçük bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiçbir kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetleri müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder.
 
İkinci Bir Nokta: Âyet-ül Kübra’dan çıkan “Vird-ül Ekber” namındaki arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münacat’ın başındaki âyetin tefsiri diye arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa münasibdir. Biz de nüshamızda yazdık.
 
Üçüncü Nokta: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Neden İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur’a ve bilhâssa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
 
Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hâsiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik
[27/8 16:47] Annem: geldim. Gördüm ki; kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim. Ne için o öyle? Bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik… Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet latif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatını temin için ve kendi kemalâtı ve terakkiyatı için kendine has ve ulvî vazifeler ile iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, “Yasak” demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum dediler: “O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalaletindir. Diğerleri, namuslu müslüman büyüklerinindir.” Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “SAİD” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemal-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldi, ayıldım.
 
İşte o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.
 
İşte o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların herbirisi, birer insandır. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gazabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letaifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.
 
Üçüncü Nükte: İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandır, âciz bir mahluktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufatı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki; elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanat-ı ehliye, insanın za’f ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yabani emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi).
 
Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerim’e misafir olmuş ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış. Ve hadsiz bedî’ masnuatını ve hizmetkârlarını ona müsahhar etmiş. Ve o misafirin tenezzühüne ve temaşasına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyya etmiştir ki; o dairenin nısf-ı kutru -yani merkezden muhit hattına kadar- gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.
 
İşte eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir. Ve davacı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.
 
Evet insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında yüz derece aşağı düşer. Çünki her
[27/8 16:47] Annem: Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.
 
Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. 16(Haşiye)
 
………
 
Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûa, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifratperver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler. Vatan namına rica olunur.
 
Ey paşalar, zabitler! Bu onbir buçuk cinayetin şahidleri binlerle adamdır. Belki, bazılarına İstanbul’un yarısı şahiddir. Bu onbir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, onbir buçuk sualime de cevab isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim
[27/8 16:48] Annem: -i mütekellimin yerine ism-i zahirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latif bir nükte vardır. Şöyle ki:
 
لاَ يُؤْمِنُونَ den sonra بِاللّهِ mukadder ve menvî (maksud) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek kalblerini hatmetti.
 
عَلَى  : خَتَمَ fiili müteaddi olduğu halde عَلَى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. Ve keza hatmin “alâmet” manasını ifade eden vesm’i (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatm, o mühür, kalblerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alâmettir ki, daima melaikeye görünür.
 
S– Bu âyette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir?
 
C– Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.
 
İhtar: Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet nasılki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye, âmâl ve ahval ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır
[27/8 16:56] Annem: Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı akvamiye teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdad olan ve “İttihad ve Terakki” ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.
 
Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî müslümanız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki:
اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ
 
Fakat meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.
 
Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” En büyük hata, insan
[27/8 16:57] Annem: وَ عَلَى سَمْعِهِمْ de عَلَى nın tekrarı, kalb ile sem’a vurulan hatemlerin herbirisi müstakil bir nevi delaile ait olduğuna işarettir. Evet kalbin hatmi, delail-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Sem’in hatmi, delail-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.
 
S– Kalb ile basarın cem’ sîgasıyla, sem’in müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?
 
C– Kalb ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem’ ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferddir. Cemaatin işittikleri, ferddir. İşiten ferd, ferd olur. Bunun için müfred olarak iki cem’in arasına düşmüştür.
 
S– Kalbden sonra tercihan sem’in zikredilmesi neye binaendir?
 
C– Melekât ve malûmat-ı kalbiye, alelekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla sem’, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malûmat aldığı
[27/8 16:57] Annem: [Gayet ehemmiyetli iki mes’eleyi; sizlere -zekâvetinize itimaden- Risale-i Nur’da müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.]
 
Birincisi: Risale-i Nur’un hakikî ve hakikatlı bir şakirdi bulunan ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kâtibi, bu defa yazdığı mektubda, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin gayet ehemmiyetli ve kudsî vazifesini ve hilafet-i nübüvvetin de gayet ulvî vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilafet-i maneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.
 
Evvelâ: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.
 
Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.
 
Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehâsı, ne kadar hârika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevîsinden gelen dehâsına karşı mağlub düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehânın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zaîf, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır.
 
Râbian: Eski zamandan beri çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mes’elede bir hâdise bu hakikatı gösteriyor.
 
İkinci Mes’ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve
[27/8 16:58] Annem: insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.
 
İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeğe vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vusulü nâkıs olur…
 
 
 
Nükte
 
وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا âyet-i kerimesiyle, rızk taahhüd altına alınmıştır. Fakat, rızk dediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızk, mecazî rızk. Yani zarurî var, gayr-ı zarurî var.
 
Âyetle taahhüd altına alınan, zarurî kısmıdır. Evet hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve za’fiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şahiddir. Mecazî olan rızk ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa’y ve kesbe bağlıdır.
 
 
 
Nokta
 
Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. Meselâ: Bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa müstehak olur. Çünki bu musibet, o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâdlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra bir avcı tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır.
 
İhtar: Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.
 
 
 
İTİZAR
 
Arkadaş! Bu risale, Kur’anın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesail, Furkan-ı Hakîm’in cennetlerinden koparılmış bir takım gül ve çiçekleridir. Fakat ibaresindeki işkal ve îcazdan tevahhuş edip, mütalaasından vazgeçme… Mütalaasına tekrar ile devam edilirse, me’luf ve me’nus bir şekil alır. Kezalik nefsin temerrüdünden de korkma. Çünki benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamıyarak inkıyada mecbur olduğu gibi, şeytanım da اَيْنَ الْمَفَرُّ diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâgi, daha şakî değiller
[27/8 16:58] Annem: بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
 
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ❊ وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ
 
Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!
 
İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bütün kâinattaki âdiyat namıyla yâdolunan, hârikulâde ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-i acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
 
Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ: En câmi’ bir mu’cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En latif ve umumî bir mu’cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabîlesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister 29(Haşiye). İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!
 
İşte bu sırdandır ki: Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatları câmi’ olduğundan, şiirin hayalatından müstağnidir. Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz derecesindeki kemal-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizamat-ı san’atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde; manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etsin. Güya serbest herbir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an


Bu yazı 377 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
PUAN DURUMU
Takım O G M B A Y P AV
1 Galatasaray 14 12 1 1 28 8 37 +20
2 Fenerbahçe 13 11 1 1 33 9 34 +24
3 Beşiktaş 13 8 4 1 20 15 25 +5
4 Adana Demirspor 14 6 3 5 26 16 23 +10
5 Trabzonspor 13 7 4 2 24 17 23 +7
6 Kayserispor 13 6 2 5 18 14 23 +4
7 Çaykur Rizespor 14 6 5 3 14 19 21 -5
8 Antalyaspor 14 5 4 5 20 16 20 +4
9 Hatayspor 14 4 4 6 24 21 18 +3
10 Kasımpaşa 13 5 5 3 21 25 18 -4
11 Fatih Karagümrük 14 4 5 5 17 12 17 +5
12 MKE Ankaragücü 13 4 5 4 19 19 16 0
13 Sivasspor 13 3 4 6 16 20 15 -4
14 Gaziantep FK 13 5 8 0 12 18 15 -6
15 Konyaspor 14 3 6 5 15 20 14 -5
16 Pendikspor 14 3 7 4 16 31 13 -15
17 Başakşehir FK 14 3 8 3 14 20 12 -6
18 Samsunspor 14 3 9 2 13 23 11 -10
19 Alanyaspor 14 2 7 5 11 23 11 -12
20 İstanbulspor 14 2 10 2 11 26 8 -15
Takım O G M B A Y P AV
1 Eyüpspor 14 12 2 0 38 10 36 +28
2 Kocaelispor 14 9 3 2 24 16 29 +8
3 Bandırmaspor 14 7 2 5 18 8 26 +10
4 Bodrumspor 14 7 4 3 18 11 24 +7
5 Göztepe 13 7 4 2 15 8 23 +7
6 Sakaryaspor 14 6 3 5 19 15 23 +4
7 Gençlerbirliği 13 6 2 5 17 13 23 +4
8 Çorum FK 14 6 6 2 23 16 20 +7
9 Keçiörengücü 14 5 5 4 13 15 19 -2
10 Erzurumspor FK 13 4 4 5 14 11 17 +3
11 Boluspor 14 4 6 4 11 17 16 -6
12 Ümraniyespor 14 4 7 3 14 19 15 -5
13 Adanaspor 14 5 9 0 12 21 15 -9
14 Manisa FK 13 3 5 5 15 15 14 0
15 Şanlıurfaspor 14 3 6 5 9 17 14 -8
16 Tuzlaspor 14 3 8 3 12 25 12 -13
17 Giresunspor 13 2 8 3 9 20 9 -11
18 Altay 13 1 10 2 7 31 5 -24
Takım O G M B A Y P AV
1 Esenler Erokspor 15 12 2 1 31 9 37 +22
2 Van Spor FK 15 9 2 4 20 16 31 +4
3 1461 Trabzon FK 14 9 2 3 26 8 30 +18
4 Ankaraspor 15 7 2 6 19 11 27 +8
5 Bucaspor 1928 13 7 1 5 19 7 26 +12
6 Yeni Mersin İdman Yurdu 15 7 3 5 23 14 26 +9
7 Nazilli Belediyespor 16 8 6 2 23 24 26 -1
8 Ankara Demirspor 15 7 6 2 19 18 23 +1
9 Hes İlaç Afyonspor 15 5 5 5 10 12 20 -2
10 Diyarbekir Spor 14 5 5 4 12 13 19 -1
11 Kırklarelispor 16 4 7 5 12 22 17 -10
12 Karacabey Belediye Spor 14 4 6 4 10 10 16 0
13 Bursaspor 15 3 7 5 13 25 14 -12
14 Beyoğlu Yeniçarşıspor 14 4 9 1 13 19 13 -6
15 Serik Belediyespor 15 3 8 4 6 13 13 -7
16 Altınordu 15 2 7 6 16 18 12 -2
17 Kırşehir Futbol SK 15 3 9 3 12 26 12 -14
18 Zonguldak Kömürspor 13 2 7 4 12 19 10 -7
19 Adıyaman FK 14 2 9 3 10 22 9 -12
Takım O G M B A Y P AV
1 Aliağa Futbol A.Ş. 12 9 0 3 23 5 30 +18
2 Kepezspor FAŞ 12 9 1 2 20 7 29 +13
3 Ayvalıkgücü Belediyespor 11 5 1 5 11 6 20 +5
4 İnegöl Kafkas GK 12 6 4 2 12 12 20 0
5 Edirnespor 11 5 3 3 17 9 18 +8
6 52 Orduspor FK 12 4 3 5 11 11 17 0
7 K.Çekmece Sinopspor 12 3 4 5 13 11 14 +2
8 Mardin 1969 Spor 12 4 6 2 13 12 14 +1
9 Kırıkkalegücü FK 11 4 5 2 9 11 14 -2
10 Talasgücü Belediyespor 11 4 6 1 13 17 13 -4
11 Gümüşhanespor 11 2 3 6 8 11 12 -3
12 Artvin Hopaspor 11 2 5 4 10 12 10 -2
13 Malatya Arguvanspor 12 2 7 3 7 12 9 -5
14 Karabük İdmanyurdu Spor 11 2 7 2 7 21 8 -14
15 Tarsus İdman Yurdu 11 1 7 3 6 23 6 -17
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
 03/12/2023 Kasımpaşa vs Gaziantep FK
 03/12/2023 Trabzonspor vs Kayserispor
 03/12/2023 MKE Ankaragücü vs Beşiktaş
 04/12/2023 Fenerbahçe vs Sivasspor
 08/12/2023 Galatasaray vs Adana Demirspor
 09/12/2023 Antalyaspor vs Fatih Karagümrük
 09/12/2023 Samsunspor vs Kasımpaşa
 09/12/2023 Beşiktaş vs Fenerbahçe
 10/12/2023 İstanbulspor vs Alanyaspor
 10/12/2023 Başakşehir FK vs Hatayspor
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
 03/12/2023 Manisa FK vs Altay
 03/12/2023 Erzurumspor FK vs Gençlerbirliği
 03/12/2023 Göztepe vs Giresunspor
 09/12/2023 Bandırmaspor vs Kocaelispor
 09/12/2023 Bodrum FK vs Tuzlaspor
 09/12/2023 Ümraniyespor vs Keçiörengücü
 09/12/2023 Sakaryaspor vs Giresunspor
 10/12/2023 Çorum FK vs Erzurumspor FK
 10/12/2023 Manisa FK vs Adanaspor
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
 03/12/2023 Adıyaman FK vs Zonguldak Kömürspor
 03/12/2023 Ankaraspor vs Karacabey Belediye Spor
 03/12/2023 Beyoğlu Yeniçarşıspor vs Diyarbekir Spor
 03/12/2023 Bucaspor 1928 vs 1461 Trabzon FK
 09/12/2023 Yeni Mersin İdman Yurdu vs Altınordu
 10/12/2023 Diyarbekir Spor vs Ankara Demirspor
 10/12/2023 Hes İlaç Afyonspor vs Bursaspor
 10/12/2023 Karacabey Belediye Spor vs Nazilli Belediyespor
 10/12/2023 Kırklarelispor vs Kırşehir Futbol SK
Tarih Ev Sahibi Sonuç Konuk Takım
 03/12/2023 Aliağa Futbol A.Ş. vs Gümüşhanespor
 03/12/2023 Edirnespor vs Tarsus İdman Yurdu
 03/12/2023 Karabük İdmanyurdu Spor vs Artvin Hopaspor
 03/12/2023 Kırıkkalegücü FK vs Ayvalıkgücü Belediyespor
 03/12/2023 Talasgücü Belediyespor vs K.Çekmece Sinopspor
 09/12/2023 K.Çekmece Sinopspor vs 52 Orduspor FK
 10/12/2023 Malatya Arguvanspor vs Karabük İdmanyurdu Spor
 09/12/2023 K.Çekmece Sinopspor - 52 Orduspor FK 52 Orduspor FK ligde deplasmandaki son 6 maçında hiç kazanamadı  K.Çekmece Sinopspor yenilmez
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
YAZARLAR
resmi ilanlar
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
GÜNLÜK BURÇ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI