SEMA ÖNER

Tarih: 31.05.2023 11:18

Günün yazısı

Facebook Twitter Linked-in

[30.11.2022 22:24] Ömer Tarık Yılmaz: YOL GÖSTERİCİLERİN VASIFLARI
 
İmâm-ı Gazâlî (k.s.) Hazretleri şöyle buyurdu: “Havada uçan, suyun üzerinde yürüyen veya ateş yiyen veyahut da bunlardan başka harikulâde hâller gösteren bir şeyhi gördüğün zaman onu iyi araştır. O şeyh, eğer Allâh (c.c.)’un farzlarından ve Resûlullâh (s.a.v.)’in sünnetlerinden birini terk ediyorsa yalancıdır, düzenbazdır. O, evliyâ değildir. O şeyhin işleri asla kerâmet değildir; belki istidrâçtır. (İstidrâç: Manevî olgunluk sahibi olmayan kimselerden şeytan vesilesiyle sâdır olan olağan üstü hâl.)”
Tasavvuf konusunda şerîat ve hükümlerinin değerini bilmeyen, şerîat ile amel etmeyen kişiden yüz çevirmek lâzımdır. Çünkü o (şerîat ilimlerini, hükümleri ve hikmetlerini bilmeyen kişi) kısırdır. Mânevîyattan yoksun ve irşâd derecesine yükselmeyen “müteşeyyih” (sahte şeyhe) bağlanan müritlerin çalışmaları da sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.
“O gün yüzleri ateşe çevrilirken “Ah!” derler; “Ah, ne olurdu bizler Allâh (c.c.)’a itaat edeydik, Peygamber (s.a.v.)’e itaat edeydik!” “Yâ Rabbena! Ey Rabbimiz!” demektedirler, “Doğrusu bizler beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler. Yâ Rabbena! Onlara azâbın iki katlısını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle!” (Ahzâb s. 66-68)
Allâhü Teâlâ Hazretleri buyurdu: “Ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe s. 119) Yâni, sâdıkların cümlesinden olun ve sâdıkların sohbet arkadaşları olun. İşte bu sebeple bazı hikmet ehli şöyle buyurdu. “Kişi, bekâsını (yerleşip kalacağı yeri) seçerken dînen en güzelini tercih etmesi lâzım gelir. Tâ ki sâdık ve samimî ihvan (dîn kardeşleri) ile yardımlaşsın.”
Hz. Îsâ (a.s.)’ya soruldu: “Yâ Rûhullâh! Kiminle oturalım?” Îsâ (a.s.) buyurdu: “Konuşması ilminizi artıran, görülmesi size Allâhü Teâlâ Hazretleri’ni hatırlatan ve âmeli sizi âhirete rağbet ettiren sâlih kimselerin meclisinde oturun.”
(İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyân Tefsiri, c.17, s.135)
[30.11.2022 22:25] Ömer Tarık Yılmaz: Ben onlardan daha genç ve dinç olduğum için dışarı çıkar cemaatle namazda bulunurdum, çarşılarda dolaşırdım, fakat kimse benimle konuşmazdı.
 
Namaz bittikten sonra Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) yerinde otururken yanına gelir kendisine selam verirdim. Kendi kendime acaba selamımı alırken dudaklarını kımıldattı mı kımıldatmadı mı? diye sorardım. Sonra O’na yakın bir yerde namaz kılar ve namaz içinde farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza dalınca, bana doğru dönüp bakar, kendisine baktığım zaman da benden yüzünü çevirirdi. Müslümanların benimle ilgiyi kesmeleri uzun sürünce, Amcamın oğlu ve en çok sevdiğim kişi Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selam verdim. Allah’a yemin ederim ki selamımı almadı, bunun üzerine ona:
 
- Ey Ebû Katâde Allah için sana soruyorum, Allah’ı ve Rasulünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun? dedim. Hiç cevap vermedi. Yeminle tekrar sordum yine cevap vermedi. Yine sözümü tekrarlayarak Allah için sana soruyorum? dedim.
 
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedi. Bunun üzerine gözüm yaşla dolup taştı, geri dönüp duvardan atladım.
 
Günün birinde Medine çarşısında dolaşıyordum, yiyecek satmak üzere gelen Şam’lı bir çiftçi Ka’b ibn Mâlik’i bana kim gösterir? diyordu. Halk da işaretleriyle beni göstermeye başladılar, adam yanıma gelerek Gassân Melîk’inden getirdiği bir mektubu verdi. Ben okuma yazma bilenlerden olduğum için mektubu açıp okudum. Selamdan sonra şöyle diyordu: “Efendinizin size karşı hoş olmayan muamelede bulunduğunu haber aldım, Allah sizi hukukun çiğnendiği ve kıymetin bilinmediği bir yerde bırakmasın, hemen yanımıza gel size ikram ederiz.”
 
Mektubu okuyunca bu da başka bir beladır dedim, hemen onu ateşe atıp yaktım. Nihayet elli günden kırkı geçmiş fakat vahiy gelmemişti. Bir gün Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi ve:
 
Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) sana hanımından ayrı oturmanı emrediyor dedi. O’nu boşayacakmıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum. Hayır ondan ayrı oturacak ona yaklaşmayacaksın dedi. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti.
 
Bunun üzerine eşime Allah bu meselede bir hüküm verene kadar, anne babasının yanına gitmelerini ve orada oturmalarını emrettim.
 
Hilâl ibn Ümeyye’nin karısı Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’e giderek: Ya Rasûlallah Hilâl ibn Ümeyye çok yaşlı bir adamdır, kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görürmüsün? diye sormuş, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) de: “Hayır ama, sana asla yaklaşmasın” deyince kadın da şöyle demiş: Allah’a yemin olsun ki onun kımıldayacak hali yoktur, başına gelen bu işten dolayı da durmadan ağlıyor.
 
Ka’b sözüne şöyle devam etti: Yakınlarımdan biri bana Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’den hanımın için izin istesen de sana hizmet etse olmaz mı? Baksana Hilâl ibn Ümeyye için karısının bakmasına izin verdi dedi. Ben ona hayır bu konuda Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem)’den izin isteyemem, üstelik ben genç bir adamım, izin istesem bile peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in bana ne
[30.11.2022 22:25] Ömer Tarık Yılmaz: MAKALE........... ÜSKÜPTE EZAN SESLERİ
“.... O yaşlarda ben, Üsküp minârelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minârelerde ezan başladığı zaman evimizde rûhânî bir sessizlik olurdu. Galibâ Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mâbed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları İsm-i Celâl’le kımıldardı. 1300 sene evvel, Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra bizim semâmızda hem dînî hem millî bir âhenk olmuştu. O anda semâmızın mağfiret âleminden gelen, ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim.
 
Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümce bırakmış değildir. Müslüman Türk çocuklarının dînî ve millî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesirine inanırım. Bu inanışımı, vaktiyle, Tevhîd-Efkâr’a (gazetesine) yazdığım Ezansız Semtler isimli bir makalede ifade etmiştim. Ben Paris’te iken bile, hiç münasebeti olmadığı hâlde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin bir hâtıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur...) Yahya Kemal’in Hâtıraları (1960) Sayfa: 28
 
Bu yazıyı okuyan her akıl ve gönül sâhibi, bugünle 120 sene önceki mânevî hayatımızı mukayese edecek ve herhâlde mânânın maddeye mağlubiyeti önünde hazin hislere ve kamçılayıcı tefekküre kapılacaktır.
 
“Ezan-ı Muhammedî” diye muhterem ve muhteşem bir şiir de yazmış olan merhum Yahya Kemal, 1884’de doğmuştur. Çocukluk ve gençlik günlerinin Osmanlı Türk hayatını tasvir ederken 19. Asrın sonunu ve 20. Asrın başını nakletmektedir. Burada tasvir edilen Üsküp, aslında o günkü bütün vatandır.
 
Yazıdaki lezzet, hakikat ve hava hissedilmiştir sanırız. Sanki o günlere gidilmekte ve o anlar yaşanmaktadır. Bu satırları okuyup mâziye imrenmemek, devrin mü’min ve din adamına gıpta etmemek mümkün değildir. O asırda her şey aslına uygun ve güzeldir. Bozulmamıştır, değiştirilmemiştir.
 
Rahim Er         TÜRKİYE GAZETESİ              23.08.2019
 
 
30.11.2022 - Türkiye Takvimi - https://play.google.com/store/apps/details?id=turkiyetakvimi.takvim
[30.11.2022 22:25] Ömer Tarık Yılmaz: Hâcet Namazı : “Kimin Allâh’a veya herhangi bir insana ihtiyâcı hâsıl olursa, önce abdest alsın, bunu da güzel bir şekilde yapsın, iki rekât namaz kılsın, sonra Allâh Teâlâ’ya senâda bulunsun, Resûlü’ne salât okusun, daha sonra da şu duâyı yapsın:
 
 
لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلاَمَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لاَ تَدَعْ لِى ذَنْبًا إِلاَّ غَفَرْتَهُ وَلاَ هَمًّا إِلاَّ فَرَّجْتَهُ وَلاَ حَاجَةً هِىَ لَكَ رِضًا إِلاَّ قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
 
Okunuşu: “Lâ ilâhe illallahül-halimül-kerimü. Sübhânellahi Rabbil-‘arşil-‘azîm. El-Hamdü lillahi Rabbil-‘âlemîn. Allahümme innî es’elüke mûcibâti rahmetike. Ve’azâime mağfiretike. Vel-ganîmete min külli birrin. Ves-selâmete min külli ismin. Eselüke illâ tede'â lî zenben illâ gafertehü. Ve lâ hemmen illâ ferrectehü. Ve lâ hâceten hiye leke ridan illâ kadaytehâ lî”
 
Anlamı: «Halîm ve Kerîm olan Allâh’tan başka ilâh yoktur. Arş-ı A’zam’ın Rabbi, noksan sıfatlardan münezzehtir. Âlemlerin Rabbi’ne hamd olsun. Allâhım! Rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek sebepleri taleb ediyor, her çeşit günâhtan koruman için sana yalvarıyorum. Her türlü iyilikte zenginlik, her çeşit günâhtan selâmet diliyorum. Rabbim! Affetmediğin hiçbir günâhımı, gidermediğin hiçbir sıkıntımı bırakma! Rızâna uygun olan her türlü dileğimi yerine getir! Hangi amelden râzı isen onu ver, ey Rahîm olan, bana en ziyâde rahmet eden Rabbim!»
 
Bundan sonra dünyevî veya uhrevî her türlü ihtiyâcı için duâ etsin. Çünkü istediği kendisine verilecektir.” (İbn-i Mâce, İkâme, 189; Tirmizî, Vitr, 17)
 
Hâcet Namazı Kaç Rekattır: Hacet Namazı 2 rekat olarak kılınır.
 
Hâcet Namazı Ne Zaman Kılınır: Namaz kılmanın mekruh olduğu kerahat vakitler haricinde her zaman kılınabilir.
[30.11.2022 22:26] Ömer Tarık Yılmaz: Peygamberimizin Kişisel Özellikleri Nelerdir
İlk yaratılan nûr, O’nun nûrudur. Cism-i nazîfânelerinde zindelik, kuvvetli hayâ ve müthiş bir azim, bir arada idi. Örtüsüne bürünmüş bâkire bir genç kızdan daha edepli idi.
Yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset, hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâğat vardı.
Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasîhat idi. Lügatinde aslâ dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.
Mülâyim ve mütevâzı idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.
O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.
Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabâsına da ziyâdesiyle ikrâm ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutf ile muâmele ederdi.
Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara da onu yedirir ve onu giydirirdi. Cömert, ikram sahibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve gerektiğinde de halîm idi.
Ahid ve vaadinde sâbit, kavlinde sâdık idi. Ahlâk güzelliği, akıl ve zekâ seviyesi bakımından bütün insanlardan üstün ve her türlü medh u senâya lâyık idi.
Elhâsıl sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârek idi.
Resûlullah’ın hüznü dâimî, tefekkürü aralıksız idi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca, yarım bırakmadan tamamlayarak bitirirdi. Birçok mânâları birkaç kelimede toplar, öyle söylerdi. Sözleri tane tane idi. Ne lüzûmundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak olmasına rağmen gâyet salâbetli ve heybetli idi.
Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakk’a îtiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devâm ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Şahsî meselelerde kendisini müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girmezdi.
O, kimsenin hânesine izin almadıkça adım atmazdı. Evine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi. Birini Allâh’a ibâdete, birini âilesine, diğerini de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanını avâm-havâs insanların hepsine tahsis eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.
Resûlullah’ın her hâl ve hareketi, zikir ile idi. Belli bir yerinde oturmanın âdet edinilmesini önlemek için mescidlerin her yerinde oturduğu olurdu. Yerlere ve makamlara kudsiyet izâfe edilmesini ve meclislerde kibirlenmeye sebep olacak bir tavır takınılmasını istemezdi.
Bir meclise girince, neresi boş kalmışsa, oraya oturur, herkesin de öyle yapmasını arzu ederdi.
Kim O’ndan herhangi bir ihtiyâcını gidermek için bir şey isterse, ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun, onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyâcı halletmesi mümkün olmadığı takdirde hiç olmazsa güzel bir söz ile muhâtabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkesin dert ortağı idi.
Hangi makam ve mevkîde olurlarsa olsunlar, zengin-fakir, âlim-câhil bütün insanlar O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle eşit bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri ilim, hilim, hayâ, sabır, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin hâkim olduğu bir mahaldi.
Ayıp ve kusurlarından dolayı kimseyi kınamaz, îkâz ihtiyâcı belirdiğinde bunu, karşısındakini rencide etmeyecek bir şekilde, zarif bir îmâ ile yaparlardı.
Sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi.
[30.11.2022 22:26] Ömer Tarık Yılmaz: Nas Suresi
Nas suresi, Medine döneminde inmiştir. Nas suresi 6 âyettir. Nas, insanlar demektir.
 
Allah Teâlâ insanları yaratıp maddî ve mânevî nimetleriyle hem bedenen hem de ruhen beslediği, yetiştirdiği, eğittiği için kendi zâtını rab ismiyle anmıştır. Râgıb el-İsfahânî, “mâlik ve hâkim” diye çevirdiğimiz 2. âyetteki melik kelimesini özetle şöyle açıklar: Melik, emîr ve yasaklarla insan topluluğunu yöneten kişidir. Bu kelime özellikle akıllı varlıkları yöneten için kullanılır; meselâ “insanların meliki” denir, “eşyanın meliki” denmez (Müfredâtü’l-Kur’ân, “mlk” md.). Yönetilen bütün insanlar olunca kanunlarıyla, buyruk ve yasaklarıyla onların yöneticisi, mâlik ve hâkimi de Allah’tan başkası değildir. “Mâbud” diye çevirdiğimiz ilâhtan maksat da sadece kendisi ibadete lâyık olan Allah’tır (ilâh hakkında bilgi için bk. Bakara 2/163). Allah Teâlâ bütün mahlûkatın rabbi olduğu halde burada üç âyette de, “insanlar”ın tekrarlanarak vurgulanması, onların mahlûkatın en üstünü ve en şereflisi olduğuna işarettir. Ayrıca dünyada insanları yöneten hükümdarlar, krallar ve bunları tanrı sayıp tapan kavimler geçmişte görülmüştür, bugün de farklı boyut ve tezahürlerde görülebilmektedir. Bu sebeple sûrede insanların rablerinin de, hükümdarlarının da, ilâhlarının da sadece Allah olduğuna ve yalnızca O’na sığınmak, O’na tapmak, O’nun hükümranlığını tanımak gerektiğine dikkat çekilmiştir.
 
“Şeytan” diye çevirdiğimiz vesvâs kelimesi, vesveseden türemiş, aşırılık ifade eden bir sıfat olup “çokça vesvese veren” demektir. Vesvese “şüphe, tereddüt, kuruntu, gizli söz, kişinin içinden geçen düşünce” demektir; terim olarak, “zihinde irade dışı beliren ve kişiyi kötü ya da faydasız bir düşünce ve davranışa sürükleyen kaynağı belirsiz fikir, şüphe ve kuruntu” anlamına gelir. Bir kimseye böyle bir düşünceyi telkin etmeye de “vesvese vermek” denir. Vesvese genel olarak insanı kötü, din ve ahlâk dışı davranışlara yönelten bir iç itilme olarak hissedilir. Bu anlamdaki vesvesenin kaynağı şeytandır. Nitekim birçok âyette şeytanın insana vesvese verdiği ifade edilmiştir. (meselâ bk. El-A‘râf 7/20; El-Tâhâ 20/120)
 
Kötülük sembolü olan şeytan, gerçek bir varlığa sahip olmakla birlikte onun insan üzerindeki etkisini psikolojik yolla gerçekleştirdiği düşünülmektedir (geniş bilgi için bk. Hayati Hökelekli, “Vesvese”, İFAV Ans., IV, 458). Vesvesenin bir diğer kaynağı ise kişinin nefsidir; Kaf sûresinin 16. âyeti de bunu ifade etmektedir. Vesvâs kelimesi hem insanlara vesvese veren görünmez şeytanı hem de insanları yoldan çıkarmak ve onlara kötülük yaptırmak için gizlice tuzak kuran insan şeytanlarını, şeytan karakterli insanları ifade eder. “Sinsi” diye tercüme ettiğimiz hannâs kelimesi ise “gizli hareket eden ve geride kalmayı âdet haline getiren” anlamında bir sıfattır. Sûrede cin ve insan şerrinden Allah’a sığınmayı isteyen buyruk, bizce belirsiz bir kaynaktan veya içimizden gelen arzu, duygu ve düşünceler karşısında uyanık olmayı, bunları akıl, vicdan ve dinî değerler süzgecinden geçirmeyi de içermektedir. Son âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı üzere insanları aldatmaya ve doğru yoldan saptırmaya çalışan iki tür şeytan vardır:
 
Birincisi cin şeytanlarıdır ki bunlar insanların içine vesvese düşürerek onları yanlış yola sürüklemek isterler. Her insanın, kendisini kötülüklere sürüklemeye, kötü işleri onun gözünde güzel göstermeye çalışan bir şeytanı vardır. Nitekim Hz. Peygamber, her insanın kendine ait bir cini (şeytanı) bulunduğunu bildirmiştir (Dârimî, “Rikak”, 25; Müsned, I, 385). Başka bir hadiste de “Şeytan âdemoğlunun kan damarlarında dolaşır” buyurulur (bk. Buhârî, “Ahkâm”, 21). İnsanları doğru yoldan saptır
[30.11.2022 22:26] Ömer Tarık Yılmaz: Köle Addas'ın akıbeti
Peygamber Efendimize Taif’te üzüm ikram eden Köle Addas
Vakidi'nin el-Megazi'sinde bu konuda farklı iki rivayet vardır.
 
Bir rivayete göre, müşrikler Bedir savaşına katılmak için askeri hazırlıklarını yaptıkları bir sırada, bir gün Addas, efendileri olan Utbe ile Şeybe'nin savaş aletlerini ve zırhlarını tamir etmekte olduklarını gördü ve bunun sebebini sordu. Onlar:
 
“Hani bir zaman Taif'te bir adam bahçemize gelip konaklamıştı, ona biraz üzüm ikram etmek üzere seni göndermiştik; işte o adamla savaşmak için hazırlanıyoruz.' dediler. Bunun üzerine Addas, onlara
 
“Allah'a yemin ederim ki o bir peygamberdir, sakın onunla savaşmayın.' dedi. Ancak onlar kendisini dinlemediler ve savaşa katıldılar. Addas da istemeyerek de olsa efendileriyle birlikte Bedir savaşına katılmak zorunda kaldı ve onlarla birlikte orada öldürüldü. (Vakıdî, el-Megazî, s.29)
 
Diğer bir rivayete göre ise:
 
Addas, Bedir mahalline doğru giden yol üstünde durmuş ve Utbe ile Şeybe gelirken onlara sarılmış ve 'Allah'a yemin ederim ki o bir peygamberdir, sakın onunla savaşmayın. Valalhi siz ölüme koşuyorsunuz.' demiş. Onlarda özellikle Hz. Atike'nin meşhur rüyasını duyduklarında, Utbe kardeşi Şeybe'nin yanına giderek, 'Bu rüya da Addas'ın dediklerinin doğru olduğunu gösteriyor.' demiş ve geriye dönmeye karar vermişler. Ancak Ebucehil onların peşini bırakmamış ve istemeyerek de olsa onları savaşa katılmaya zorlamıştır. Fakat Addas, yoldan geri dönüp savaşa katılmamıştır. Vakidiye göre, bu rivayet daha güçlüdür. (a.g.e, s. 30-34 –el-Mektebutu'ş-şamile; A. Köksal, İslam tarihi, II/113).
[30.11.2022 22:26] Ömer Tarık Yılmaz: Tarihî kişiliği menkıbelerle iç içe giren mutasavvıf, şair Yunus Emre’nin destani hayatına dair ilk ve en geniş malumat Uzun Firdevsî’nin (ö. 918/1512) yazdığı sanılan Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli’de yer almaktadır. Birçok kaynakta onun ümmiliğinden söz edilmektedir. Yunus Emre’nin mürşidi Tapduk Emre’dir. Türk tasavvuf edebiyatı sahasında kendine has bir tarzın kurucusu olan Yunus Emre, Ahmed Yesevî ile başlayan tekke şiiri geleneğini özgün bir söyleyişle Anadolu’da yeniden ortaya koymuş ve Rumeli coğrafyasında gelişen tasavvuf edebiyatı ondan büyük ölçüde etkilenmiştir. Vilâyetnâme’de onun Sivrihisar’ın Sarıköy’ünde doğduğu yazılmakla birlikte Anadolu’nun pek çok yerinde ve Azerbaycan’da Yunus Emre’ye ait mezar ve makamlar mevcuttur. Bunlar onun seyahat ettiği yerlerdeki sohbetlere katıldığını, çok sevildiğini ve hatırasının yaşatıldığını gösterir. Kendisini, “Bir avuç toprak, biraz da suyum ben… Neyimle övüneyim, işte buyum ben.” şeklinde tarif eden Yunus Emre, “Kuru idik yaş olduk, ayak idik baş olduk. Kanatlandık kuş olduk, uçtuk elhamdülillah” anlayışı ile 1320 yılında vefat etmiştir. Risâletü’n-nushiyye ve Divan en bilinen eserleridir. - YUNUS EMRE
[30.11.2022 22:26] Ömer Tarık Yılmaz: Bir Ayet:
Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan, servet toplamış ve onu sayıp durmuş olan herkesin vay haline!
(Hümeze, 104/1-2)
 
Bir Hadis:
Kim insanları doğru yola davet ederse, kendi vesilesiyle doğru yola giren kimselerin sevabı -kendi sevapları eksilmeksizin- davet eden o kimseye de verilir.
(Müslim, 'İlim', 16)
 
Bir Dua:
De ki: Cinlerden olsun insanlardan olsun, insanların kalplerine vesvese sokan sinsi şeytanın şerrinden insanların rabbine, insanların mâlik ve hâkimine, insanların mâbuduna sığınırım!
(Nâs, 114/1-6)
 
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[30.11.2022 22:27] Ömer Tarık Yılmaz: Diyanet Takvimi Ön Yüz:
Tekke ve Zaviyeler Kapatıldı. (1925)
Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle; cennet ise nefsin istemediği şeylerle çevrilidir. (Buhârî, Rikâk, 28)
 
 
Diyanet Takvimi Arka Yüz:
SAMİMİYETSİZLİK / RİYAKÂRLIK
Riya, “Allah’a itaat eder görünerek kulların takdirini kazanmayı isteme”; “ibadeti Allah’tan başkası için yapma, ibadetleri kullanarak dünyevî çıkar peşinde olma; Allah’ın emrini yerine getirmek maksadıyla değil insanlara gösteriş olsun diye iyilik yapma” anlamlarına gelir. Samimiyetten uzak gönüllerin güzel sıfatlarla bezenmesini beklemek beyhudedir. Zira Müslüman yaşamının ana ölçüsü samimiyettir. Riya hadislerde “gizli şirk” olarak nitelendirilmiş (Müsned, IV, 124) ve kulluğu gösteriş için yapanlara Kıyamet gününde Allah’ın “Ey riyakârlar! Dünyada amellerinizi gösteriş olsun diye kimin için yaptıysanız gidin onu arayın, bakalım bulabilecek misiniz?” şeklinde hitap ederek onları huzurundan kovacağı bildirilmiştir. (Müsned, V, 428, 429)
Kınanma kaygısıyla ameli terk etmenin riya, insanlara gösteriş olsun diye amel etmenin şirk, bu iki kusurdan kurtulmanın ise ihlâs olduğu söylenmiştir. İslam’ın gayesi inananları ihlâslı, dürüst, vicdanlı ve sağlam kişilikli insanlar haline getirmektir. Şeytan ihlaslı kullara zarar veremez.
 
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı

Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —
G-H1BEN5KZ8N