SEMA ÖNER
Tarih: 22.09.2023 10:28
Günün yazısı
[22/8 20:51] Annem: Bir Ayet:
Yoksa iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanları yeryüzünde fesat çıkaranlarla bir mi tutacaktık? Yahut günah işlemekten sakınanları günaha batanlar gibi mi sayacaktık?
(Sâd, 38/28)
Bir Hadis:
Kim İslâm'da iyi bir çığır açarsa, kendi sevabını da bununla amel edenlerin sevabı kadar sevabı da -sonradan amel edenlerin sevabından eksilmeksizin- alır.
(Müslim, 'İlim', 15)
Bir Dua:
Allah'ım! Ben zayıfım, beni güçlendir. Ben zelilim, beni değerli eyle. Ben muhtacım, beni rızıklandır.
(Hâkim, Müstedrek, 1, 708)
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[22/8 20:51] Annem: Diyanet Takvimi Ön Yüz:
6. Diyanet İşleri Başkanı Hasan Hüsnü Erdem’in Vefatı. (1974) 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Vefatı. (1986)
İbn Ömer’in naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4)
Diyanet Takvimi Arka Yüz:
AİLEDE MERHAMET
Aile kurmak kadar aile olmak da önemlidir. Aile olmak, aynı duygu ve düşünce dünyasında buluşmaktır. Allah’ın rızası doğrultusunda bir ömrü paylaşmaktır. Sadece bu dünyada değil ahirette de bir arada olacağı bilinciyle yaşamaktır. Aile olmak, aileyi ayakta tutan değerlere sımsıkı sarılmaktır. Aileyi ayakta tutan değerlerin başında ise merhamet gelmektedir. Rabbimizin “Rahmân” isminin tecellisi olan merhamet; yaratılanı, Yaratandan dolayı sevmektir. Merhamet, hiçbir canı incitmemek ve hiç kimseden incinmemektir. Merhamet; paylaşmaktır, affetmektir ve hoş görmektir. Merhamet, yufka yürekli olmak, sevgi diliyle konuşmaktır. Günümüzde yüreklerimizi ve vicdanlarımızı merhametle eğitmeye ne kadar da muhtacız. Peygamber Efendimizin (sas) şu tavsiyesine kulak vermeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olandır. İçinizde ailesine karşı en hayırlı olan da benim.” O hâlde Allah’ın emri Peygamberimizin sünneti üzere kurduğumuz yuvalarımızı huzurla buluşturmak, aile olmak ve aile kalmak için gayret gösterelim.
T.C. Cumhurbaşkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı
[22/8 20:51] Annem: O ise kuvvetine güvenerek yüz çevirdi ve 'Bu bir büyücü veya delidir' dedi. - Zâriyat - 39. Ayet
[22/8 20:51] Annem: Günahlarından samimi olarak tövbe eden kişi, hiç günah işlememiş gibidir. - İbn-i Mâce, Zühd, 30
[22/8 20:51] Annem: “Rabbinin huzurunda (hesap vermekten) korkan ve nefsine kötü arzuları yasaklayana gelince, onun barınağı da cennetin ta kendisidir.” - Nâzi’ât, 79/40-41
[22/8 20:52] Annem: Çocuklarda sorumluluk bilinci oluşumunda en büyük iş, anne babaya düşmektedir. Küçük yaşlardan itibaren sorumluluk gelişimini desteklemede şunlar önemlidir: Anne babanın çocuğa fırsat vermesi, desteklemesi ve beceri geliştirme noktasında teşvik etmesi. Örneğin; kendi kendine yemek yiyebilen veya giyinebilen bir çocuğu yedirme veya giydirmeye devam etmek, çocuğa “Sen yapamıyorsun.” mesajını verebilir.##Sorumluluk kazanımı bir anda olmaz. Bu nedenle yemeğini kendisi yiyebilen, üzerini kendisi giyebilen çocuğunuzun bunları yapmasına fırsat vermek, davranışı beğendiğinizi ifade etmek önemlidir. Çocuk yemek yerken biraz daha yemesi için zorlanmamalı, aksi hâlde çocuk acıkmasının ve doymasının sorumluluğunu bile almadan büyümeye başlar.##Ebeveynler, daha baştan üzerine verilen işi ve sorumluluğu yapamaz endişesiyle çocukların sorumluluk almalarına engel olmamalıdırlar. Sorumluluk duygusunu geliştirmek için anne baba; yaşına, cinsiyetine ve kişisel özelliklerine uygun görevleri çocuğun yapmasına fırsat tanımalı, istenilen davranışlar için model oluşturmalı ve çocuğun gösterdiği olumlu davranışları pekiştirmelidir. - ÇOCUKLARDA SORUMLULUK BİLİNCİ
[22/8 20:52] Annem: Rükünleri
6- Haccın rükünleri, mahiyetini teşkil eden farzları ikidir. Biri, Arafat'da bir müddet beklemek, diğeri de Kâbe-i Muazzama'yi farz manada tavaf etmektir.
7- Arafat, Mekke-i Mükerreme'nin güney doğusunda altı saat uzaklıkta bulunan bir yerdir. Hac yapacaklar için Arafat'da durmak zamanı, Zilhice ayının dokuzuna rastlayan Arefe gününün zeval vaktinden itibaren Kurban bayramı ilk gününün fecrinin doğuşuna kadar olan zamanın herhangi bir kısmıdır. Bu müddet içinde bir dakika dahi olsa, beklemekle bu farz yerine gelmiş olur. Bu Arafat'da uyanık bir halde durmakla uyumak veya baygın bulunmak halleri eşittir.
8- Belirtilen müddetten önce veya sonra, Arafat'da durmakla 'Vukuf' farizası yerine getirilmiş olmaz. Ancak Zilhicce'nin hilâlinde şüphe olur da Zilkade otuz gün olarak tamamlanmış bulunur ve sonradan Zilkade'nin yirmi dokuz gün olduğu anlaşılırsa, bu takdirde Arafat'da durmanın ilk Kurban Bayramı gününe rastlamış bulunması istihsan yolu ile caizdir ve yeterlidir.
9- Hacıların Arefe günü sanarak Arafat'da durdukları günün Terviye (Zilhiccenin sekizinci) günü olduğu anlaşılırsa, bu bekleme yeterli olmaz. Arefe günü tekrar durmaları gerekir. Şu kadar ki, bütün insanlar tarafından vakfe ve farz tavaf yapıldıktan sonra haccın sahih olmadığına (bir gün önce yapıldığına) dair ortaya çıkacak haberler ve şahidlikler artık dinlenmez.
10- Arafat meydanının ortasında 'Cebel-i Rahmet' yanında kıbleye karşı durulup Allah'a ayakta dua edilmesi daha faziletlidir. Burası, manevî değeri çok büyük olan bir yerdir. Dünyanın her tarafından akın edip gelen, yurdları, dilleri ve renkleri başka başka olan; fakat düşünce ve gayeleri bir olan yüz binlerce müslüman, Arafat'da, kefenlere bürünmüş, kabirlerinden dirilip Mahşer meydanında toplanacak bir muhteşem insan kitlesini andırır. Bunların hep birden duygulu bir dille Allahü Teâlâ Hazretlerini tevhid ve tebcile başlamaları, Allah'dan bağış dilemeleri ve ikram beklemeleri, melekleri bile heyecana getirecek yüksek ve ruhanî bir manzara meydana getirir.
Şüphe yok ki, Allahü Teâlâ Hazretleri, bu garip kullarına lütfedecek ve meleklerine şöyle hitab buyuracaktır: 'Şu uzak ülkelerden gelip toz-toprak içinde kalmış, kıyafetleri perişan bir halde, benim rahmet ve yardımımı dileyen kullarıma bakınız! Ben şanı yüce, onları bağışlayacağım ve mağfiretime erdireceğim.' Böylece feyiz ve bereketi nihayetsiz olan Yüce Allah'ın rahmeti ve yardım denizleri dalgalanıp duracaktır.
Ne kutsal bir tecelli, ne yüce bir başarı!..
(İmam Malik'e göre Arafat'da bekleme müddeti, Arefe günü güneşin zevalinde gündüzün fecrine kadar devam eder. O günün güneşin zevalinden batışına kadar, bir an bile olsa, beklemek vacibdir. Güneşin batışından sonra da bir mikdar beklemek gerekir ki, farzdır.)
11- Kâbe-i Muazzam'a, Mekke-i Mükerreme şehrinde Allahü Teâlâ'nın emri ile İbrahim aleyhisselâm'ın ilk olarak veya yenilemek suretiyle yapmış olduğu dört köşeli yüksek ve mübarek bir binanın işgal ettiği kutsal bir yerdir. Burası bütün müslümanların kıblesidir. Bu kıblegâha, İlâhi bir mabed ve İlâhi rahmetin tecelli kaynağı olmasından dolayı Beytullah Beyt-i Muazzam adı
[22/8 20:53] Annem: (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra yasaklardan sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur.' (Mâide, 5/93) âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. 'Allah adaleti, ihsanı.. emreder.' (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir hadis-i şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva derecelerinden her birini kapsar. ' 'in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma mânâsıy le tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına göre meselede bir devir
(Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için getirilenlerde zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu karine ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat, takvanın başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki yüzlülükten, tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday olabilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki, tefsirciler bunu 'takva derecesine yükselenler' diye tefsir ederler. İkinci olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva yeteneği ile önde bulunan mertebelerin sahiplerinden daha geneldir ki, buna umumî mecaz adı verilir.
Üçüncü olarak takva, en son maksat değil, kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân hidayetinden elde edilecek olan güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'ân hidayeti, ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar varacağından, mertebeleri tatbik etmekle takvayı şart koşmada devir işareti asla düşünülemez.
Özetle Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse yükselsin,Kur'ân hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti, seçkinlerin ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici hayatın mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da kazanma şartlarını anlatacaktır. O yalnız ilkel insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten insanlık toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı genel şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın korumasına girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı bulunmuştur.
' ' Kur'ân'ın ezeli itibarını, ' ' görünen gerçeklerini, ' ' ilmî ve ahlâkî özelliğini, ' ' inme hikmetini ve pratik gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti anlatmış ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri (bağlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine uygun olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki 'bize hidayet et' duasının cevabı
olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle güzel bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften, lafız olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her birine benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce nazm, esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini ihtiva ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları aynı şekilde üç âyet
[22/8 20:54] Annem: Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: 'Bir adam selem yoluyla (yani parasını peşin alarak, çıkacak mahsülden verilmek üzere) bir ağacın hurmasını sattı. Fakat o yıl o ağaç hiç mahsül vermedi. Satıcı ile müşteri ihtilafa düşerek dâvalarını Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e getirdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) satıcıya: 'Onun parasını nasıl helal addedersin, parayı geri ver' dedi. Sonra şunu söyledi: 'Hurma (yenmeye) sâlih oluncaya kadar onu selem yoluyla satmayın.'
Ebu Dâvud, Büyü 58, (3467); İbnu Mâce, Ticârât 61, (2284); Muvatta, Büyü 21, (2, 644); Buhârî, Selem 2.
368 - İmam Mâlik, İbnu Ömer'in sözü olarak şunu tahric etmiştir: 'Kişinin, bir başkasına selem yoluyla yiyecek satmasında bir beis yoktur, yeter ki, yiyecek maddesinin fiyatı belirlenmiş, ödemenin zamanı tayin edilmiş olsun. Ancak (hasada) salahı ortaya çıkmayan ekinde veya (yenmeye) salahı ortaya çıkmayan hurmada selem olmaz.'
Muvatta, Büyü 94, (2, 682); İbnu Ömer'in bu sözünü Buhârî, bab başlığında senedsiz olarak kaydetmiştir. (Selem, 7).
369 - İmam Mâlik'e ulaştığına göre, 'Bir adam, Hz. Ömer (radıyallahu anh)'a gelip başka bir memlekette ödemek şartıyla kendisiyle selem akdi yapan bir adamdan haber vererek bu akid hakkında sormuştur da Hz. Ömer (radıyallahu anh) hoşnutsuzluk izhar etmiş ve: 'Pekâla, devenin kirası nerede?' demiştir.'
Muvatta, Büyü 91, (2, 681).
370 - Yine İmam Mâlik'e ulaştığına göre, İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) şöyle demiştir: 'Kim selem akdi yaparsa, sakın fazla alma şartı koşmasın. Bir avuç saman bile olsa bu fazlalık ribâdır.'
Muvatta, Büyü 94, (2, 682).
İHTİKÂR VE PAHALANDIRMAYA DAİR HADİSLER
371 - İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor: 'Ma'mer İbnu Ebî Ma'mer -ki İbnu Abdillah da denir ve Benu Adiyy İbnu Ka'b'dan biridir- dedi ki: 'Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: 'İhtikâr yapan hatakâr olmuştur.'
Said İbnu'l-Müseyyeb'e: 'Ama sen de ihtikâr yapıyorsun' dendi de: 'Bu hadisi rivayet eden Ma'mer de ihtikâr yapıyordu' diye cevap verdi.'
Müslim, Müsâkat 129, (1605); Ebu Dâvud, Büyü 49, (3447); Tirmizî, Büyü 40 (1267).
372 - İmam Mâlik diyor ki: 'Bana ulaştığına göre Hz. Ömer (radıyallahu anh) şöyle demiştir: 'Bizim çarşımızda ihtikâr olamaz. Yanlarında fazla yiyecek maddesi bulunan bir kısım insanlar, bizim sahâmıza Allah'ın rızkından inmiş olan bir rızka yönelip, onu bize karşı saklayamazlar. Ancak kim, yaz, kış demeden zahmetlere katlanarak mal getirmiş ise o Ömer'in misafiridir. Allah'ın istediği şekilde malını satsın, istediği şekilde de saklasın.'
Muvatta, Büyü 56, (2, 651).
373 - İmam Mâlik'e ulaştığına göre, 'Hz. Osman da ihtikâr yapmayı yasaklamıştır.
Muvatta, Büyü 58, (2, 651).
374 - İbnu'l-Müseyyeb anlatıyor: 'Hz. Ömer (radıyallahu anh), pazara uğramıştı. Orada Hâtib İbnu Ebi Belte'a'ya uğradı. Hâtib'in (ucuz fiyatla) kuru üzüm sattığını görünce: 'Ya fiyatı (diğerlerinin seviyesine yükseltirsin yahut pazarımızdan çeker gidersin' diye ihtâr etti.'
Muvatta, Büyü 57, (2, 651).
375 - Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: 'Bir adam gelerek: 'Ey Allah'ın Resulü, bizler için eşyalara fiyat tesbit ediver' diye müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): 'Hayır fiyat koymayayım (rızka bolluk vermesi için) Allah'a dua edeyim' cevabını verdi. Arkadan bir başkası gelerek: (Ortalık pahalandı, eşyaların) fiyatını bize siz tesbit ediverin' diye talebde bulununca, bu sefer: 'Hayır rızkı bollaştırıp, darlaştıran Allah'tır. Ben hiçbir kimseye zulmetmemiş olarak Allah'a kavuşmak istiyorum' cevabını verdi.
Ebu Dâvud, Büyü 51, (3450).
376 - Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: 'Halk Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e müracaatla: 'Ey Allah'ın Resûlü, fiyatlar yükseldi, bizim için fiyatları siz tesbit edin' dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara şu cev
[22/8 20:54] Annem: Bu mektûb da, şeyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmışdır. Âfâkda ve enfüsde olan şühûdları ve abdiyyet makâmını bildirmekdedir:
Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm uymakla şereflendirsin ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” sünnetlerinin süsü ile zînetlendirsin!
Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlâmız, sâhibimiz “teâlâ ve tekaddes” hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş ve iftirâ etmiş olurum. O, o kadar büyükdür ki, bu saçma sapan konuşan aşağı kimsenin söz konusu olmakdan çok yüksekdir. Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zemânlı ve mekânlı olan, maddesiz, zemânsız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Çok iyi veyâ çok fenâ olsa da bir zerre,
Ömrünce dolaşsa, gezer kendi âleminde!
Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmakdadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Nakşibend “kaddesallahü sirrehül akdes” hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, ya’nî Allah adamları, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuşdukdan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âyetinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin ya’nî ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçdir. Ya’nî, aranılana göre hiç sayılır. Yoksa, şühûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmamalı! Şühûd-i enfüsîyi, şühûd-i tecellî-i sûrî ile karışdırmamalıdır. Hâşâ ikisi bir şey değildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde ya’nî kendinde müşâhede olunurlar, ya’nî görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmakdadır. Ve (İlm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Şühûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şühûd diyoruz. Çünki, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan herşey de anlaşılamaz
[22/8 20:56] Annem: Akid
Ana Sayfa
Hukuki ve Ticari Hayat
Akid
İlgili
Hukuki ve Ticari Hayat
A) Akid
Sözlükte, “bir şeyin kenarlarını toparlamak, ipin iki ucunu birbirine bağlamak” gibi anlamlara gelen akid, hukuk terimi olarak genelde “hukuki bir sonucu meydana getirmek üzere karşılıklı iki iradenin birbirine uygun olarak açıklanması” anlamını ifade eder. Bununla birlikte akid teriminin zaman zaman vasiyet gibi tek taraflı hukuki işlemleri belirtmek için kullanıldığı da olur. Akid kelimesi Kur’an-ı Kerim’de sadece bir yerde ve çoğul olarak “Ey iman edenler, akidleri (uk†d) yerine getirin!” (el-Maide 5/1) şeklinde geçmektedir. İlk devir İslam bilginleri bu ayette geçen “ukud” kelimesini, Kur’an-ı Kerim’deki benzer kullanımların da (mesela bk. el-Bakara 2/235; enNisa 4/33; el-İsra 17/34) etkisiyle hem bazı hukuki ilişkileri hem de hukuki olmaktan ziyade ibadet yönü ağır basan nezir ve yemin gibi şer‘i tasarrufları ve hukuki işlemlerle ilgili şartları içine alan oldukça geniş bir muhteva ile yorumlamışlardır. Gerek tek gerekse karşılıklı iki irade beyanından doğmuş olsun, kendisine hukuki sonuç bağlanabilen hukuki işlemlerin klasik doktrinde akid kapsamı içerisinde mütalaa edildiği söylenebilir. İslam hukuk doktrininin gelişim seyrine bağlı olarak akdin terim anlamını kazanmasında da belli bir tedriciliğin bulunduğu, zamanla akid kelimesinin daha çok alım satım ve kira gibi iki taraflı hukuki işlemleri; zaman zaman vasiyet ve ibra gibi tek taraflı hukuki işlemleri ifadede kullanıldığı, nezir, yemin gibi hususların, hiç değilse, akid kelimesinin mutlak muhtevasının dışında tutulduğu görülür. Akid kelimesi bu terimleşme seyrinin sonucunda Mecelle’de kanun maddesi tekniğinde bir anlatıma kavuşmuştur: “Akid, tarafların bir hususu iltizam ve taahhüt etmeleridir ki, icap ve kabulün irtibatından ibarettir” (md.103).
İslam hukuk literatüründe akidler oldukça geniş bir yer tutmasına rağmen, muhtemelen İslam hukukunun meseleci (kazuistik) tarzda doğması ve gelişmesinin bir sonucu olarak, İslam hukukçuları genel bir akid teorisi ortaya koymamışlar, akid nevilerini ayrı ayrı ve büyük ölçüde kendi bütünlükleri içerisinde ele almışlardır. Bununla birlikte temel akid saydıkları alım satım (bey‘) akdinde, zaman zaman akdin genel hükümlerine de yer vermişlerdir. Bunun yanında, fıkıh usulü kitaplarında ve “eşbah ve nezair” türü eserlerde birtakım genel kurallar tesbit edildiğini belirtmek yerinde olur. Çağdaş İslam hukukçuları dağınık olarak bulunan bu malzemeyi sistemli şekilde bir araya getirerek bir “akid teorisi” geliştirmeye çalışmışlardır.
a) Akdin Tabii Unsurları
Akdin kurulabilmesi ve hükümlerini meydana getirebilmesi için birtakım unsur ve şartların bulunması gereklidir. Bir akidden bahsedilebilmesi için her şeyden önce, “akdi yapacak kişiler”in (taraflar), “akde konu olacak şey”in ve tarafların “irade beyanları”nın bulunması zorunludur. Yapı ve mahiyetleri, yapılan akdin muhtevasına göre zaman zaman değişiklik gösterse de, bütün akidlerde bulunmaları mutlak şart olduğu için “taraflar”, “konu” ve “irade beyanı”nın akdin “tabii unsurları” veya “asli unsurları” olarak adlandırılması mümkündür. Nitekim bu unsurlar, klasik doktrinde “erkanü’l-akd” veya “rüknü’l-akd” ve “aslü’l-akd” olarak ifade edilmiştir.
Bu tabii unsurlar olmaksızın akdin varlığı düşünülemeyeceğinden, bunlardan birinin eksikliği halinde, hukukun akidlere bağladığı sonuçlardan söz edilemez. Ancak bu tabii unsurlar mevcut olup, bunlardan herhangi biri, hukuk düzeninin öngördüğü şartlardan birini veya birkaçını taşımıyorsa, bu takdirde akdin, hukuk nazarında, eksik olan şartın önem derecesine göre değişen bir hükmü olur.
Akdin tarafları, birbirleriyle akid ilişkisine giren gerçek ve tüzel kişilerdir. Akdin durumuna göre
[22/8 20:58] Annem: Ateş yakıcı
Ana Sayfa
A
Ateş yakıcı
Rüyada ates yakici görmek,hayra,rahatliga,ihtiyaçlari görmeye ve büyük adamlara yaklasmaya isaret eder.Ates yakicisini görmek,ilme de isaret eder.Ancak insanlarin elbiselerini veya bir fayda düsünmeksizin elbiseleri atese atip yakan kimseyi görmek,ser,fitne ve israfla mali zayi etmeye delalet eder.
in A
Diğer Konular
Azat
Azat etmek
Azık
Azil
Azmetmek
Azrail
[22/8 20:59] Annem: ARAFÂT
Ana Sayfa
A
ARAFÂT
Mekke-i mükerreme şehrinin yirmi beş kilometre güneydoğusunda bulunan ve haccın farzlarından biri olan vakfenin yapıldığı mübârek yerin adı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: (Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât’tan
(döndüğünüzde) Meş’ar-i Haram’ın yanında (tehlîl ve telbiye ile) Allah’ı zikredin, anın. O, size nasıl hidâyet ettiyse, siz de O’nu öylece anın… (Bekara sûresi: 198)
Arefe günü Allahü teâlâ Arafât’ta vakfe yapanlardan râzı olur. Sonra onlarla meleklere karşı iftihâr ederek; “Bunlar ne isterler ki işlerini bırakıp burada toplandılar” der. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Haccın farzlarından biri de arefe günü Arafât’ın (Vâdî-yi Ürene) denilen yerinden başka her hangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra bir miktar vakfeye durmaktır. Arefe günü veya gecesi Arafât’ta bulunmayan veya Arafât’tan geçmeyen hacı olmaz. (İbn-i Âbidîn-Mevkûfât)
Sevgili Peygamberimiz vefâtına yakın meşhur vedâ hutbesini Arafat’ta okudu. Âdem aleyhisselâm ile Havva vâlidemiz Cennet’ten ayrılıp yeryüzüne indirilince Arafat’ta buluştular. Bir rivâyete göre buraya bu yüzden buluşup, tanışmak mânâsına Arafat denmiştir.
(Zerkânî)
Arafât dağıdır bizim dağımız,
Orada kabûl olur duâlarımız.
Medîne’de yatar Peygamberimiz,
Yâ Muhammed cânım arzular seni.
(Yûnus Emre)
İlgili
MÜZDELİFE
9 Eylül 2021
Benzer yazı
VÂDİ-Yİ URENE
9 Eylül 2021
Benzer yazı
MEŞ’AR-ÜL-HARÂM
9 Eylül 2021
Benzer yazı
in A, Â
Diğer Konular
Ayn-el-Yakîn
AZÂB
ÂZÂD
Âzâd Etmek
Âzâd Olmak
AZAMET
AZÎM (El-Azîm)
AZÎMET
AZÎZ (El-Azîz)
ÂYET
Copyright 2021 by Maviay.co
[22/8 20:59] Annem: آمَنُوا gibi hitablarda her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki mü’minler gibi dâhildir.
Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Ve Kur’an ve Hadîs ihbar-ı gaybî ile, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetli haber vermiş.
Ve madem hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazî, eskiden beri sağlam bir düsturdur ve kuvvetli bir emare olabilir.
Ve madem Risale-i Nur ve tercümanı ve şakirdleri, iman ve Kur’an hizmetinde parlak ve tesirli vazifeleri gayet ehemmiyet kesbetmiştir.
Ve madem bu büyük âyet, hesab-ı cifirle bu asırda ve iki harb-i umumîye bakar. Eski harbin patlamasına ve Risale-i Nur’un zuhuruna tevafuk ettiğini, manen de gösterir. Elbette mezkûr hakikatlara ve kuvvetli karinelere binaen bilâ-tereddüd hükmederiz ki: Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve tercümanı, bu âyet-i azîmenin mana-yı işarî tabakasının külliyetinde dâhil ve medar-ı nazar bir ferdidir. Ve bu âyet ona işaret eder. Ve mana-yı remziyle ondan haber verir. Ve ihbar-ı gayb nev’inden bir lem’a-i i’caziyeyi gösterir, denilebilir.
Tahlil: Bir ش iki ر yediyüz. ف م ن ل ikiyüz. ص د هـ ا yüz. س م yüz. İsm-i Celal اللّه altmışyedi. İki ل altmış. فَهُوَ doksanbir. لِْلاِسْلاَمِ daki iki veya üç elif, iki veya üç. ح sekiz. نُورٍ مِنْ رَبِّهِ, “Risale-i Nur” Her ikisinde نُور var. “Risale”de ر , رَبِّهِ’deki ر ’ya mukabildir. Eğer نُورٍ deki tenvin sayılsa, النُّور da dahi şeddeli ن sayılır, yine ittihad ederler. نُورٍ den başka مِنْ به doksanyedi ederek, Risale-i Nur’da kalan هـ ل س iki Elif dahi doksanyedi ederek, tam tevafuk eder. Türkçe telaffuzda Risale-i Nur hemze ile okunması zarar vermez.
Sure-i Maide’nin onbeşinci âyeti قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ يَهْدِى بِهِ اللّهُ
Sure-i Nisa’nın âhirinde يَا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا âyeti gibi, Risale-i Nur’a mana ve cifir cihetiyle, mana-yı işarî efradından olduğuna kuvvetli bir karine buldum.
İkinci âyet olan Sure-i Nisa’nın âyeti, Birinci Şua olan İşarat-ı Kur’aniye’de, Üstadım işaretini beyan etmiş. Birinci âyet olan Sure-i Maide’nin onbeşinci âyeti hem bunun işaretini teyid ediyor, hem de اَفَمَنْ شَرَحَ اللّهُ âyetinin işaretini tasdik ediyor.
Evet bu asırda mana-yı işarî tabakasından tam şu âyetin kudsî mefhumuna bir ferd, Risale-i Nur olduğuna kim insaf ile baksa tasdik edecek.
Risale-i Nur bir ferdi olduğuna manevî münasebet kavîdir. Madem bu âyetin makam-ı cifrîsi bin üçyüz altmışaltıdır (1366). Eğer meddeler, okunmayan hemzeler sayılmazsa altmışikidir (1362). Ve madem Risale-i Nur, Kur’an-ı Mübin nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübindir. Ve madem zahiren ondan daha ileri, o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz. Ve madem âyetler, sair kelâmlar gibi cüz’î bir manaya münhasır olamaz. Ve madem delalet-i zımnî ve işarî ile kaideten mefhum-u kelâmda dâhil oluyor. Ve madem Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arab gibi çok ehl-i velayet, mana-yı zahirîden başka bâtınî ve işarî manalar ile ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde Musa (A.S.) ve Firavun’dan murad, kalb ve nefistir dedikleri halde ümmet onlara ilişmemiş; büyük ülemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette âyetin delalet-i zımnî ile Risale-i Nur’a kuvvetli karinelerle işareti kat’îdir, şübhe edilmemek gerektir.
Tahlil: قَدْ جَاءَكُمْ 169. مِنَ اللّهِ 157. نُورٌ tenvin ile beraber 306. Ve وَ كِتَابٌ مُبِينٌ 631. يَهْدِى بِهِ اللّهُ 103. Yekûnü, 1366. Eğer meddeler, okunmayan hemzeler say�
[22/8 21:02] Annem: Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir. Âlemde meyl-ül istikmal vardır. 1(1) Onun ile hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise; âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl-üt terakki mevcuddur. Bu meyl ise telahuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u efkâr ise; tekemmül-ü mebadi ile inbisat eder. Tekemmül-ü mebadi ise; fünun-u ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka’ ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.
Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyeden çok mesail var ki: Mebadi ve vesaitin tekemmülüyle ve telahuk-u efkârın keşfiyatıyla, bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlar ile oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır. Halbuki hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikmet ve vüs’at-i kariha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla müvazene
olunsa, tereccuh edip ağır gelecektir. Noksaniyet İbn-i Sina’da değil; çünki ibn-i zamandır. Onu nâkıs bırakan, zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil midir ki, Kolomb-u Zûfünun’un sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, farazâ bu zamana kadar kalmış olsa idi; hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti. Fakat bununla beraber şimdi gelecek bir hakikatı nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki: Mesail iki kısımdır:
Birisinde telahuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasılki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.
Kısm-ı diğerîde esas itibariyle telahuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasılki hariçte bir uçurum üzerinden atlamak veyahut bir dar yerden geçmekte küll ve küll-ü vâhid birdir. Teavün faide vermez.
Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekseri, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı, ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise, ağlebi maneviyat veya ulûm-u İlahiyedendir. Lâkin eğer çendan telahuk-u efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemez ise de; bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.
Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mehareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir. Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta’ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez…
Üçüncü Mukaddeme
İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyet’e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki:
O necib kavm-i Arab, zaman-ı cahiliye
[22/8 21:02] Annem: Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi’ olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.
Birisi: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitabet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o fiillerin Cennet’te bâki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. “Kiramen Kâtibîn” insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem.
Sonra ehl-i dünyanın, beni hayat-ı içtimaiyedeki herşeyden tecrid etmek içinde bütün kitablarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber, gurbet vahşeti beni sıkarken ve boş dünya başıma yıkılırken, melaikeye imanın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi. Kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhanîlerle doldurdu, âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalaletin dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.
Hayalim bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum peygamberlere imanın pek çok meyvelerinden buna benzer bir tek meyvesini aldı, tattı. Birden, bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla yaşamış gibi onlara imanım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve imanımı küllî yapıp genişlendirdi. Ve âhirzaman peygamberimizin imana ait olan davalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.
Birden “Hikmet-ül İstiaze Lem’ası”nda kat’î cevabı bulunan bir sual kalbime geldi ki: “Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve faideler ve hasenatın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrâhimîn’in gayet merhametkârane tevfikleri ve inayetleri ehl-i hidayete yardım edip kuvvet verdikleri halde; ehl-i dalalet neden çok defa galebe eder ve bazan yirmisi, yüz tane ehl-i hidayeti perişan eder.” diye, manen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde, şeytanın gayet zaîf
[22/8 21:02] Annem: Onyedinci Mektub
(Yirmibeşinci Lem’anın zeyli)
(Çocuk Ta’ziyenamesi)
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Aziz âhiret kardeşim Hâfız Hâlid Efendi!
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ الَّذِينَ اِذَا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat اَلْحُكْمُ لِلّهِ kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere sabr-ı cemil versin. Merhumu da, size zahîre-i âhiret ve şefaatçı yapsın. Size ve sizin gibi müttaki mü’minlere büyük bir müjde ve hakikî bir teselli gösterecek “Beş Nokta”yı beyan ederiz:
Birinci Nokta: Kur’an-ı Hakîm’de وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrı ve meali şudur ki: Mü’minlerin kabl-el büluğ vefat eden evlâdları, Cennet’te ebedî, sevimli, Cennet’e lâyık bir surette daimî çocuk kalacaklarını.. ve Cennet’e giden peder ve vâlidelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını.. ve çocuk sevmek ve evlâd okşamak gibi en latif bir zevki, ebeveynine temine medar olacaklarını.. ve herbir lezzetli şey’in Cennet’te bulunduğunu.. “Cennet tenasül yeri olmadığından, evlâd muhabbeti ve okşaması olmadığı”nı diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlâd sevmesine ve okşamasına bedel safi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlâd sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu şu âyet-i kerime وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.
İkinci Nokta: Bir zaman bir zât, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O bîçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatını temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki: “Şu çocuk çendan senin evlâdındır, fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir
[22/8 21:02] Annem: Evet ben de tasdik ederim
Said
* * *
Hem Risale-i Nur’un sühulet-i intişarının bir kerametini, bu mektubu yazdığımız zamanda ve yemekteki keramet dakikasında gözümüzle gördük. Şöyle ki:
Ehemmiyetli yedi-sekiz risale ve İşarat-ı Kur’aniye Şua’ını mühim bir mektubla beraber bir torbada ehemmiyetli bir kardeşimize bir şehre göndermiştik. Şoför o paketi düşürmüştü. Böyle bir zamanda böyle eserleri, münafıklar ve casuslar haber almadan, emin bir el ile beş gün sonra elimize geçmesi; kat’î kanaatımız geldi ki, bir inayet bizi himaye ediyor.
Hem Risale-i Nur hakkında inayet-i Rabbaniyenin latif bir himayeti de şudur ki: Karanlık bir vaziyette, korkutan bir zamanda, casusların ve taharri memurlarının evhamları ve tecessüsleri Üstadımızın menzilini sarması dakikasında, bir fare Üstadımızın çorabını aldı. Ne kadar aradık, hiçbir yerde bulamadık. O farenin yuvasını gördük. Kabil değil ki o çorap girsin. İki gün sonra gördük ki, o hayvan o çorabı getirmiş öyle yere ki, saklanmış ve muhteviyatları unutulmuş olan mahrem mektublar ve evrakların tam yanında bırakmış. Halbuki iki defa oraya bakmıştık, görememiştik. Hem o çorabı o yere getirmek; soba borusuna çıkıp yukarıdan olur. Gayet kurnaz ve zeki bir adam ancak o işi yapar. Hiçbir cihette tesadüf ihtimali kalmadığından Üstadımız dedi: “Bu mektubları oradan kaldıracağız.” Biz onlara baktık, gerçi siyasetle alâkaları yoktur. Fakat vehham casuslara, aleyhimizde habbeyi kubbe yapmaya ehemmiyetli bir vesile olurdu. Biz hem onları, hem daha bahaneye medar olabilen başka şeyleri kaldırdık. O heyecanımızdan casuslar haber alıp anladılar ki, hazırlandık. Daha hücum etmeden yalnız ikinci gün, Emin elinde bir torba ile menzile girdi. Tam arkasında karakol komiseri, gizli, hissettirmeden girdi. Emin’in elinde kitab yerinde yoğurt torbasını gördü, tavrını değiştirdi. Her ne ise. Elhasıl: Risale-i Nur’un intişarına karşı gelen bütün düşman ve casuslara mukabil bir tek fare çıktı, plânlarını zîr ü zeber etti.
Evet Hilmi Evet Tahsin Evet Emin Evet Tevfik Evet Said
(Mehmed Feyzi o zaman askerdi, yoktu. Yoksa birinci imza onun hakkı idi.)
* * *
(Ahmed Nazif’in mektubundan bir parçadır)
Maddî ve manevî borcumuz olan hizmetleri îfadan kendimizi çekmek, hissizlik ve bîganelik fıtratımızda ve yaradılışımızda yoktur ki kalalım. Madem Cenab-ı Hâlık-ı Rahîm bizleri insan yaratmıştır. İnsanlığın emrettiği vezaifin binde birini dahi îfa edemediğimiz halde, büsbütün nasıl bîgane kalalım. Bu hususta mazur görmenizle beraber, azimkâr ve cefakâr ve fedakâr ve hadsiz mütehammil, garib ve kudsî ve aziz bir misafirimiz olan çok kıymetli Üstadımızın biz âsi ve günahkârların kalblerini nurlarla doldurduğu halde, mukabil borcumuzu, maneviyata uzanamadığımızdan ancak değersiz ve kıymetsiz olan maddiyatla ödeyebiliriz zannıyla teselli bulmaktayız. Afv buyurunuz Üstadım! Dellâl-ı Kur’an’ın nidalarını işiten hangi Müslüman vardır ki, kulaklarını tıkasın. Hâşâ sümme hâşâ! Nurlarınızın şuaı gözlerimizi kamaştırıyor. Kalblerimizi bütün safiyetiyle Allah’a, Kur’an’a, ve Resul-i Mücteba’ya (A.S.M.) ve İki Cihan Serveri’nin aziz vârislerine bağlıyor ve bağlamıştır. Bu bağ öyle bir bağ ki, inayet-i Hak’la hiçbir maddiyyunun ve hiçbir mülhid ve firak-ı dâllenin değil, bütün dünya kâfirlerinin bütün kuvvetleri bir araya gelse, bu kudsî rabıta-i kalbiye bağını koparamaz.
اَلْحَمْدُ لِلّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Zât-ı fâzılanelerince lüzum görülüp, îcab etmeden hiçbir zaman mektub yazmak zahmetlerini ihtiyar etmenize razı olamam. Bu hususta gücenmek şöyle dursun, kıymetli Üstadımın kudsî vazifelerinin îfasına mani’ teşkil eden işgali, büyük hata ve hürmetsizlik sayarım.
Ahmed Nazif Çelebi
[22/8 21:03] Annem: Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım, “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün.” demediğimden cinayet ettim…
ONUNCU CİNAYET: Harbiye nezaretindeki askerler içine cuma günü ülema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaata getirdim. Nasihatlarım tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:
Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatınıza vâbestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üçyüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahiddir.
Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’anla, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sabittir ki: Sağlam dindar, hakperest ulü-l emre itaat farzdır. Sizin ulü-l emriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasılki mahir mühendis, hâzık tabib bir cihette günahkâr olsalar, tıb ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik münevver-ül efkâr ve fenn-i harbe aşina, mektebli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru hareketi için itaatınıza halel vermekle Osmanlılara, İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yed’in kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve muti’ asker, yüzbin başı-bozuğa mukabildir. Ne hacet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pekçok kan döktüren inkılabları siz itaatınızla kan dökmeden yaptınız.
Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevver-ül fikir bir zabiti zayi’ etmek, manevî kuvvetinizi zayi’ etmektir. Zira şimdi hüküm-ferma, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevver-ül fikir, yüze mukabildir. Ecnebiler size bu şecaatle
[22/8 21:03] Annem: Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki; kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim. Ne için o öyle? Bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik… Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet latif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatını temin için ve kendi kemalâtı ve terakkiyatı için kendine has ve ulvî vazifeler ile iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, “Yasak” demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum dediler: “O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalaletindir. Diğerleri, namuslu müslüman büyüklerinindir.” Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “SAİD” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemal-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldi, ayıldım.
İşte o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.
İşte o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların herbirisi, birer insandır. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gazabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letaifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.
Üçüncü Nükte: İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandır, âciz bir mahluktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufatı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki; elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanat-ı ehliye, insanın za’f ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yabani emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi).
Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerim’e misafir olmuş ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış. Ve hadsiz bedî’ masnuatını ve hizmetkârlarını ona müsahhar etmiş. Ve o misafirin tenezzühüne ve temaşasına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyya etmiştir ki; o dairenin nısf-ı kutru -yani merkezden muhit hattına kadar- gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.
İşte eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir. Ve davacı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.
Evet insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. Çünki insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki: İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışınd
[22/8 21:04] Annem: İkinci bir mukaddeme: Ehl-i tabiat, esbaba hakikî bir tesir veriyor. Mecusiler; biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki hâlıka itikad ediyorlar. Ehl-i İtizal de, “Ef’al-i ihtiyariyenin hâlıkı abddir.” diyor. Bu üç mezhebin esası; bâtıl bir vehm-i mahz, bir hata ve hududdan tecavüzdür. Bu vehmi izale için, birkaç mes’eleyi dinlemek lâzımdır.
Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüz’î olduğu için, teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi, himmeti de cüz’îdir. Nöbetle, eşya ile meşgul olabilir.
İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.
Üçüncüsü: İnsan hangi birşeye teveccüh ederse, onun ile bağlanır ve onda fâni olur. Bu sırra binaendir ki; insanlar, hasis ve cüz’î şeyleri büyük adamlara isnad etmezler. Ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki hasis işler ile iştigal, onların vakarına münasib olmadığı gibi, cüz’î şeyler de onların azîm himmetlerini işgal etmeye lâyık değildir
[22/8 21:04] Annem: samimî ve tatlı dillerinden, derslerinden Risale-i Nur’un şirin ve derin mes’elelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
* * *
Elhamdülillah, bu sene Isparta’daki talebelerinizi dünyevî meşagil daha çok gaflete sokmadı. Hizmet-i Nuriyedeki gayretlerimiz ciddî bir surette devam ediyor. Herbirimizin kalblerimizdeki Nur’a karşı incizab, sîmalarımızda okunuyor. Sanki bu talebelerinizin kalbleri sevinçle doludur. Evet sevgili Üstadımız, bütün talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsızlığımız, hiçliğimiz ile beraber sâfiyane istihdam edildiğimiz bu hizmet-i Nuriyede bedî’ bir Üstada hem talebe, hem kâtib, hem muhatab, hem naşir, hem mücahid, hem halka nâsih, hem Hakk’a âbid olmak gibi cihandeğer güzelliklerin hepsini birden bize veren Hazret-i Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak istediğimiz şükürler dahi, Hâlıkımızın fazlı ile kalbimize gelen bir ihsan olduğunu tahattur eden biz talebelerinizin kalblerini sürur ve sevinç dolduruyor. Masum Nurs’luların Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri hayatın müteşekkirane bir tarzı, hal ve etvarımızda okunuyor. Hududsuz şükürler, nihayetsiz senalar olsun o Zât-ı Zülcelal’e ki; bizleri cehl-i mutlak derelerinden, isyan ve küfran bataklıklarından lütf u keremiyle çıkarıp, gözleri kamaştıran en parlak bir nura talebe etmiştir.
Eğer sevgili üstadımız, “iktiran” tabir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnetdarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.
Evet sevgili üstadımız! Biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nur’a muhatab olamıyoruz. Buna rağmen, ihtiyaç şiddetlendikçe, Hâlık-ı Rahîm’in merhametli tecellilerini müşahede ediyoruz. Kalb-i üstad parlak bir âyine, bir mazhar, bir ma’kes.. lisan-ı üstad âlî bir mübelliğ, bir muallim, bir mürşid.. hâl-i üstad tecessüm etmiş en güzel bir örnek, bir nümune, bir misal oluyor. Tavaif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor. İşte yedi seneden beri ateş püsküren zalim beşerin hâli, bugün daha çok ızdırablı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir zîidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir duruyorlar. Şarkta Japonların mağlub olmasıyla, dünyanın salah-u selâmete ve emn ü emana kavuşması beklenirken; deccalane bir hareket şimalde kendini gösterdiği görülüyor. Şu vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevkediyor. İstikbalin zulmetlere gittiği zannıyla, merakla radyoları takibe koşturuyor. Lillahilhamd Risale-i Nur’un âlî beyanatı, her ihtiyaçlı zamanlarımızda ihtiyacımıza koşuyor. En yüksek, en belig beyanatıyla ruhlarımızı teskin ediyor, hakikî dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor.
İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı; yani İncil, Kur’an ile ittihad ederek ve Kur’ana tâbi’ olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlub edileceği iş’ar buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın da vüruduna intizar etmek zamanının geldiğini mana-yı işarî ile ihtar ediyor. Mesmuata göre; bugünkü Amerika, aktar-ı âleme tedkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek sâlim bir din taharrisine memur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilân eden Risale-i Nur, bu muzdarib, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.
Sevgili üstadımız başımızda ve en âlî hakikatları taşıyan ve Kur’anın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça, sevinçlerimiz hadd ü hududa alınmaz.
İşte bu hakikatların herbir cüz’ü, saha-i faaliyete çıksa, her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor. Buna bâriz deliller pek çok var. Hususuyla,
[22/8 21:04] Annem: Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını rica ederiz.
* * *
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!
Sizin mübarek Ramazanınızı ve Leyle-i Kadrinizi ve bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz. Cenab-ı Erhamürrâhimîn, emsal-i kesîresiyle sizleri müşerref eylesin, âmîn!
Bu Ramazan-ı Şerifte gerçi bir tesmim neticesinde ziyade sıkıntı ve ızdırab çektimse de Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, sabır ve tahammül ihsan eyledi. Ve hastalığın ehemmiyetli sevabı da ızdırabın verdiği gaflet noktalarını izale eyledi. Dualarınız berekâtıyla, bu defa da o tesmimden tam kurtuldum. Fakat verdiği za’fiyet ve sarsıntı, arasıra sıkıntı verir.
Size yazmıştım ki: Nasıl “Hizb-i Nuriye” Risale-i Nur’un ve Âyet-ül Kübra’nın bir hülâsasıdır; öyle de on dakika zarfında Hizb-i Nuriye’nin bir hülâsası, bu Ramazan-ı Şerif’in feyzinden ve Ramazan’da te’lif edilen ve yeni intişar eden Ramazaniye Risalesi olan Âyet-ül
[22/8 21:04] Annem: vechi vardır:
Birisi: Enaniyet ile vücuddur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalbolur.
İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcib-ül Vücud’a bakar bir vücud kazanır. Binaenaleyh vücud istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın!..
Nükte
(Mukaddemede zikredilen dört kelimeden, niyet hakkındadır.)
Arkadaş! Bu niyet mes’elesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir.
Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.
Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardır ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastır. Öyle ise necat, halas ancak ihlas iledir. İşte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.
Ve keza dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:
Bir cihette, o nimetlerin bir mün’im tarafından verildiği düşünülür. Ve nazar, o lezzetten in’am edene döner; onu düşünür. Mün’imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.
İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganîmet telakki ederek minnetsiz yer. Halbuki birinci cihette lezzet, zeval ile zâil olsa bile ruhu bâkidir. Çünki Mün’im’i düşünür. Mün’im ise merhametlidir, daima bu nimetleri bana verir diye ümidvar olur. İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır. Musibetlerin ise; zevalinden sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevalinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.
Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, iman ile bakılırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki; emsaller birbirini takib eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı cüz’iyede firak ve iftirakları vardır. Bunun içindir ki; lezaiz-i imaniye, firak ve iftirak ile müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, her bir lezzetin zevali var. Ve o zeval hadd-i zâtında elem olduğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünki bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölüm ile mahkûm olur…
Nokta
Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa, zillet ve hakarete sebeb olur. Meselâ: Kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hattâ sadakat ve vefadarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmağa lâyık iken, maalesef insanlar arasında mübarekiyet değil necis-ül ayn addedilmiştir.
Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler. Bunun esbabı ise, kelbde hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün’im-i Hakikî’den bütün bütün gafletine sebeb olur. Binaenaleyh vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikî’den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tahir olsun. Çünki hükümler, hadler günahları afveder. Ve beyn-en nâs tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiştir.
Öteki hayvanlar ise, vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ: Kedi seni sever, tazarru’ eder, senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikî’ye şükran hisleri vardır. Çünki fıtratları Sâni’i bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın…
Evet kedinin “mır-mı
[22/8 21:05] Annem: Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi; âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri; saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.
İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. O nisbetle Güneşle münasebettar olur, sohbet eder ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur. O kayda gö
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —
G-H1BEN5KZ8N