İSTANBUL (AA) - Bayrak, AA Akademi koordinasyonunda, Anadolu Ajansı (AA) Dış ve Ekonomi Haberleri Yayın Müdürü Barışkan Ünal'ın moderatörlüğünde düzenlenen Sinema Atölyesi'nde, "Gülizar"ın senaryo yazımından oyuncu seçimine, festivallerdeki tepkilerden yeni projesine birçok soruyu yanıtladı.
Toronto Film Festivali'nde dünya prömiyerini, 72. San Sebastian Film Festivali'nde Avrupa prömiyerini yapan "Gülizar", 61. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü"nün yanı sıra "En İyi Sanat Yönetmeni" ve "Cahide Sonku Ödülü"nü aldı. Film, 12. Boğaziçi Film Festivali'nde de "En İyi Senaryo" ve "FİYAB En İyi Yapımcı" ödülüne değer görüldü.
"Gülizar", evlenmek için Kosova'ya giden bir genç kadının yolculuk sırasında tacize uğramasıyla hem bu sürecin travmasını hem de düğün ve evlilik hazırlıklarını ele alıyor.
Bayrak, filmdeki birçok duyguyu kadınların çok rahatlıkla günlük hayatında hissettiğini belirterek, konuşmasına şu sözlerle devam etti:
"Kimine göre bu 'sıvı korku', 'liquid fear' dedikleri, kaynağını bilmesek de dolaşan ve hissettiğimiz o tedirginlik duygusu bence zaten birçok kadının aşina olduğu bir duygu. Bir gece vakti otobüste seyahatte mola vermenin duygusunu zaten biliyorum. Bu korku da uluslararası ölçekte bir korku. Çünkü Amerikalı bir sinemacının da ben cam kenarında oturmanın, koridorda oturmamanın ne demek olduğunu bilirim dediğini duyduğum için gerçekten maalesef ki genel bir korku."
Filmde taciz gibi durumlarda kadınların suskunlaşmasına ve sessizliğine daha çok odaklandığını dile getiren Bayrak, "Sadece Gülizar'ın içinde yaşadığı değil de konuşamama hali tam olarak neden kaynaklanıyor, hangi etkenler kadınların kolayca konuşmasını engelliyor? Çünkü buna maruz kalan kadınların hepsi gayet aklı başında, konuşkan insanlar." ifadesini kullandı.
Bayrak, bu noktada filmdeki erkek başkarakter seçimine ayrıca dikkat ettiğini, oyuncu adaylarından filmde taciz konusunda hassas bir diyalogla ilgili video göndermelerini istediğini vurgulayarak, şöyle devam etti:
"Hatırı sayılır miktarda video geldi. Ya Gülizar'a bağırıyorlar ya masaya yumruk vuruyorlar. Videoların içerisinde Bekir Behrem'in videosu sadece sakince karşı tarafa ne olduğunu anlamaya çalışan sorular soruyordu. Öyle olunca Bekir'le tanışmak istedim. 'Neden böyle bir oyunculuk sergiledin?' dedim. O da 'Gerçek hayatta başıma böyle bir şey gelseydi böyle davranacağım için' dedi. Bekir'le de böyle yolumuz kesişmiş oldu.
Taciz çok gri bir alan, nerede başlayıp nerede bittiğini, gündelik hayatta bu insanların kim olduğunu, neyin meşrulaşıp neyin meşrulaşmadığını bilemiyoruz. Bu bilememe hali o kadar maalesef yaygın ki, en sonunda böyle bir konuyu anlatan bir filmin oyuncu adayı videosunda bile oyuncu, kadını suçlar bir şekilde bağırabiliyor."
Türkiye'de dizilerin de etkisiyle erkek oyuncularda belirli bir oyunculuk şeklinin oluştuğuna değinen Bayrak, şunları kaydetti:
"Kanada gösteriminde şöyle bir soru aldım: Emre karakteri karşı tarafı anlamaya çalışan daha empatik bir karakter. Biz birçok film izliyoruz Türkiye'de çekilen. Siz böyle birisi hiç olmadığı için hayal ettiğiniz için mi böyle bir karakter koydunuz, yoksa Türkiye'de böyle bir erkek modeli var mı? Ben de dedim ki tabii ki var ama beyaz perdede yok."
Filme Türkiye ve yurt dışındaki festivallerden farklı dönüşler aldıklarını da anlatan Bayrak, "Biz sonuçta kendi yakınımızdakine bir yargıyla, bir bilgi bagajıyla bakıyoruz. Aynı film, örnek veriyorum Avrupalı ya da Asyalı bir yönetmenin çekmiş olduğu bir film olsa ve Türkiye'de izlense başka bir etki gelir. Bunu da doğal karşılıyorum. Bu refleksi de anlayabiliyorum." şeklinde konuştu.
Bayrak ayrıca, "Uluslararası festivallerde filmin, yönetmen ve yaratıcı ekibin niyetiyle ilgili bütün çabaların çok net anlaşıldığına, filmin hem izleyici hem endüstri profesyonelleri hem sinema eleştirmenlerinde karşılık bulduğuna şahit olduk. Türkiye'de bu ölçekte bir karşılık buldu mu derseniz, hayır." dedi.
Türkiye’de yönetmenlik ve film çekmeye dair "çok fazla tabu" olduğunu belirten Bayrak, "Örneğin, Türkiye'deki set alışkanlıklarında daha hiyerarşik bir yapı var. Yönetmen daha çok sanki çevresine belli ricalarda bulunan, bunların gerçekleşmesini bekleyen, gerçekleşmediğinde ekipler arası tansiyonun oluştuğu bir yer gibi. Başka yönetmenlerin film yapma biçimlerinde set sürecine daha çok bir tapınağa, mabede girme, kutsal ana şahit olma özeniyle yaklaştığını görüyorum." diye konuştu.
İlk yönetmenlerin "taşra hikayesi" gibi basmakalıp temaları ve film seti tabularını bir kenara bırakıp kendi özgün yolunu bulması gerektiğini aktaran Bayrak, "Bu yola adım atacak arkadaşların kesinlikle bu tür bariyerlerde, yani 'nasıl kolay çekerim, nasıl kolay para bulurum, nasıl onları ikna edebilirim' konusuna hiç bakmadan kendi içlerinde dönüp dönüp hatırladıklarında yüreklerini acıtan, canlarını yakan mesele neyse, o meseleyi karşılarına alıp bir hesaplaşma süreci yaşayıp inandıkları bir hikayeyle yola çıkmalarını tavsiye ederim. Çünkü siz inanırsanız devamlı geliyor." ifadesini kullandı.
Yönetmen Bayrak, sinema öğrencilerinin de "yönetmen olmak" gibi tek hedefle hareket etmemeleri gerektiğine işaret ederek, şunları kaydetti:
"Sinemanın her alanı gerçekten bir artistik üretim. Şu duygu bana çok acıklı geliyor: Yönetmen olmak istemiş, sektöre atılmış ama sonrasında kurgu, sanat, ses alanlarına yönelmiş. Aslında baştan bunu hedeflemek mümkün. Çünkü bu alanlarda gerçekten çok fazla artistik insana ihtiyaç var, çok yoğun talep var ve bu alanlar sadece Türkiye'ye has değil, dünyanın birçok ülkesinden gelip burada çalışmak isteyen birçok prodüksiyon firması var. O yüzden sinemaya çok geniş bir perspektiften bakmak, bu perspektife festivalleri dahil etmek, fonları dahil etmek lazım. Mesela üniversitede sinema televizyon okurken birisinin festival programcısı olmayı da hayal etmesi ve hedeflemesini isteriz. Buralar sanki bir B planı gibi algılanıyor ama sinema dediğiniz şey hep birbirini tümden iyileştiren bir şey. İyi bir festivaliniz olmalı ki filminizi gösterdiğinizde o güzel deneyimi yaşayabilesiniz. O yüzden naçizane tavsiyem, bir bilgiyle bir hedefle koşmaktan ziyade bütün bu alanları düşünüp, değerlendirip, mümkünse üniversitede okurken stajlarla deneyimleyip, bunların içerisinden ne istediğine sonra karar vermek çok daha az yıpratıcı ve acılı olur."
Türk sinemasında önceki kuşakların bilgi paylaşımına açık olmadığı eleştirisini getiren Bayrak, "Ülkemizdeki usta yönetmenlere bakıyorum, kendisinden sonraki kuşaklara ne aktarabildi ya da bu birikmiş kümülatif şeyi en azından bir enstitü olabilir veya sinemaya erişimi kolay olmayan bir şehirde bir şey yapmak olabilir, maalesef bunların hiçbiri yok. O zaman şöyle oluyor, bir grup kafası karışık genç ne yapacaklarını bilmiyorlar." dedi.
Yönetmen Bayrak, kadın yönetmenlerin başarısının, kadın konusunu anlatmalarına bağlanmasını da eleştirirerek, "Filmin artistik yönünün göz ardı edilmesi ve bir kadın yönetmen ile bir kadın hikayesine indirgenmesi, ki ben mesela bir sonraki filmimde bir erkek başkarakter anlatacağım, o zaman neyi konuşacağız. O kısıtlama bana şık gelmiyor. Mesela onu hissettiğim zaman, “Kadın yönetmen ve kadın konusu dediğimde, mesela erkek meslektaşlara da erkek yönetmen ve bir erkek çekmek diye bir soru sormuyorsanız, rica ediyorum bana da bunu sormayın, başka bir şeyi konuşalım.” diyorum. Ama şunu konuşacaksak, kadın olarak sektörde üretmenin zorlukları, kadın dayanışmasının gerçekten nerede nasıl olduğu, bunlar kıymetli. İkincisi, kadın tanımından ziyade aslında incelik, nezaket, empati kavramı bence daha önemli." değerlendirmesinde bulundu.
Bayrak ayrıca, "Ben dünyanın hiçbir yerinde 'muhafazakar' bir yönetmen olduğumu hissetmedim ama Türkiye'de iliklerime kadar hissediyorum. Çünkü burada benimle filmimin arasındaki o kavga, Türkiye'de olmaktan sebep süregeliyor. Ama başka bir yerde olduğunuzda ne ben onu hissediyorum ne de bunun kendisiyle ilgili bir soru ya da bir tavırla karşılaşıyorum. Orada bir tırnak içinde yedinci sanat dendiği için bir sanat eseri var ve burada bu eserin başında bir üretici ve bir ekip var ve işin kendisine dair bir konuşma yapılıyor. Ama Türkiye'ye geldiğimizde o konuşmanın seyri sürekli bir (film ile yönetmen arasında) mekik dokuma halinde ilerliyor. Ama ben bunu çok keyifli buluyorum. Bence bu eğlenceli, bu egzersiz lazım. O yüzden bunu negatif bir şey veya problem gibi görmüyorum." açıklamasını yaptı.
Dünyada bağımsız sinema yapım koşullarının zorlaştığını da değinen Bayrak, "Bir set kurmak istediğinizde rekabet ettiğiniz koşullar çok farklı. Fakat sektörün sizden beklentisi aynı çünkü o insanlar hayatlarını bundan idame ediyorlar. Bazı meslek birlikleri çalışma koşullarını, tarifelerini duyuruyorlar ama orada bağımsız sinema, platform veya reklam ayrımı yapmıyorlar. Öyle olduğunda oradaki bütçelerle sizin kamu fonları ve birkaç küçük sponsorla rekabet edemez hale gelebiliyorsunuz." ifadesini kullandı.
Söyleşinin detayları şöyle:
Senin gönlündeki meslek aslında sinemaGülizar'ın yolculuk hikayesine geçmeden önce, sizin yolculuğunuzla başlamak istiyorum. Sinema sektörü çok zor bir sektör, yönetmen olarak o sektörde kalmak ayrı bir zorluk. Siz felsefe okudunuz, bankacılık yaptınız. Gülizar'daki gibi toplumsal çerçeveden bakarsak aslında tırnak içinde 'hazır maaşlı bir işiniz varken bir kadın olarak', neden daha zor bir yolu seçtiniz?
Lisansım uluslararası ilişkiler ve reklamcılık üzerineydi. Bence insanın sinemayla yolculuğu iki şekilde oluyor. Ya gerçekten çocukluğundan itibaren bu mesleği yapmak isteyenler ya da "ikinci hayat" dediğimiz, bir şekilde başka çare olmayıp kendisine bir itiraf cümlesi kurup bu yola dönenler. İlk söylediğiniz formülü ben de denedim, denemedim değil. Mezun olduktan çok kısa süre sonra Yücel Çakmaklı'nın bir setinde çalıştım. Sonra bu sektör, çalışma koşulları çok zor, ben neden başımı ağrıtıyorum, düzenli bir işim, maaşım olmasın ki diyerek 5,5 sene bankacılıkta çalıştım. Fakat oradan ayrılırken sette bir arkadaş demişti ki "Sen geri döneceksin, çünkü bir kere bu set tozu sana bulaştı." Ben de "Öyle bir şey olmayacak" dedim ama 5,5 sene bankacılığımda boş kalan bütün vakitlerim yine sinemayla dolu geçti ve en son bir gün oturduğumda eşim, "Ne zaman itiraf edeceksin? Biliyoruz ki hepimiz senin gönlündeki meslek aslında sinema" deyince ben de tekrar sinemaya geri dönmüş oldum.
Eşinizin bu noktada destek vermesi çok güzel.
Çok güzel çünkü bence sinema tek başına içeriden sizin isteyip ilerletebileceğiniz bir şey değil. Özellikle bir hayat varsa, bir geçim derdi varsa, bütün bunlar aslında bir etken. Bazen kurumsal deneyimin kendisi de bir etken olabiliyor. Mesela ben bankada çalıştığım dönemde bankacılıktan sonra başka alanlara geçen yazarlar, şairler kimler diye araştırmıştım ve o bana bir ümit vermişti. Böyle bir yol da mümkün demiştim. O yüzden hepsinin toplamı ama destek çok önemli.
"(Kadınlardaki taciz korkusu) Gerçekten maalesef ki genel bir korku"Gülizar, evlenmek için bir yolculuğa çıkan ve yolculuğu sırasında bir tacizle karşılaşan bir genç kadın. Bir hocanızın hikayesinden yola çıktığınızı söylemiştiniz. Bir hikayeyi mi geliştirdiniz, yoksa bir gerçek hayat hikayesi miydi?
Senaryo derslerini aldığım, çok değer verdiğim Öktem Başol hocamın bana emanet ettiği bir hikayeydi ama hikayenin hem geçtiği ülke hem baş karakteri çok farklıydı. Avrupa'da geçiyordu. Fakat pandemi döneminde biraz hikayeyle baş başa kalınca, kendim özellikle bir kadın yönetmen olarak perspektifimi nasıl kurmalıyım, pandemi sonrası dünyada film yapmak nasıl mümkün olur gibi bütün yapımsal ve kreatif soruların etkisiyle baştan sona yeni bir senaryo ve yeni bir hikaye haline geldi.
Taciz meselesi çok güncel bir konu. O öyküden yola çıkarken aynı zamanda esinlendiğiniz veya dikkatinizi çeken haber veya başka kadın hikayeleri de oldu mu?
Bu tarz bir etkilenme olmadı ama bir kadın olarak filmdeki birçok duygu zaten hepimizde var. Kimine göre bu "sıvı korku", "liquid fear" dedikleri, kaynağını bilmesek de dolaşan ve hissettiğimiz o tedirginlik duygusu bence zaten birçok kadının aşina olduğu bir duygu. Bir gece vakti otobüste seyahatte mola vermenin duygusunu zaten biliyorum ya da buna benzer başka anlar var ama direkt filmin yazım sürecinde etkilendiğim bir hikaye yok.
Ama kadınların ortak genel bir korkusunu yansıtmış oluyorsunuz.
Belkıs Bayrak: Evet, bu korku da uluslararası ölçekte bir korku. Çünkü Amerikalı bir sinemacının da ben cam kenarında oturmanın, koridorda oturmamanın ne demek olduğunu bilirim dediğini duyduğum için gerçekten maalesef ki genel bir korku.
Kadına bağırmayan erkek oyuncu seçimiİlk yönetmen olarak senaryonuzu yazdıktan sonra sürece nereden başladınız?
Bu konuda senaryonun kendisi çok önemli. Çünkü bahsettiğiniz gibi ilk yönetmensiniz. Daha önce referans gösterebileceğiniz bir filminiz yok. Çok büyük bir yapım koşullarına sahip değilsiniz. Orada güvenebileceğiniz tek hazineniz rüyanız, hayal ettiğiniz film. Ben o konusunda şanslıydım. Senaryonun, gerçekten istediğim ekipler ve oyuncularla çalışmamda karşı tarafa çok güzel filmin dünyasını yansıttığını hissettim. Bu birinci avantajımdı. İkincisi de aslında nasıl oyuncu arama sürecinde biz bir "casting" dediğimiz süreci yapıyorsak, ekip sürecinde de öyle çalıştık. Burada da sadece profesyonellik ve iş deneyimine değinmedik. Kişinin mizacı, uzun süre ve zorlu koşullarda çalışma anında neye dönüşüp dönüşemeyeceğimize baktık, çünkü orası zehirli bir alana da dönebiliyor. Bütün bunlara bakarak ilerledik ve ben o anlamda uyumlu çalışmayı profesyonellikten ödün vermeye tercih eden biriyim. Bu bir tercih meselesi. Tercih etmeyen yönetmenler var. Mesela "Ben öyle bir görüntü yönetmeni istiyorum ki her karemde benimle tartışsın, kavga çıksın, işte ben ondan besleniyorum" diyen yönetmenler de olabiliyor. Ben de daha çok enerji filmde olsun, arka tarafta uyumla çalışalım ve bütün odağımızı istediğimiz sahneyi, istediğimiz filmi çekmeye ayıralım mantığıyla çalışıyorum.
Oyuncuları seçerken bütün metni okuyup, bir sahne oynamalarını istemişsiniz. Spesifik bir sahne miydi, neden sadece bir sahne istediniz?
Filmde Gülizar karakterini Ecem Uzun, Emre karakterini de Bekir Behrem oynuyor. Gülizar karakteri için benim bir iki sene oyuncu arayışım oldu. Ecem Uzun'u aslında biliyorum ama filmin oyuncu arayışı sürecinde her şeye yeniden bakıyorsunuz. Filmlerini izledim ve direkt yapımcımı arayarak ben Gülizar'ı buldum dedim. Ecem Uzun'a ulaştılar ve aynı gün üç buçuk-dört saat sonra bizimle tanışmak istediklerini söylediler. Ecem ile oturduğumuzda çok uzun zamandır zaten bir bağımsız sinema işi kabul etmediğini ve çok etkilendiğini söyledi. O anda o kısa sohbette tamamen filme aynı yerden baktığımızı gördüm. Biraz da tahmin ettiğim bir şeydi.
Fakat Emre karakteri için böyle kolay olmayacağını biliyordum. Çünkü empati kurmaya çalışan, daha naif, kırılgan bir karakter arıyordum. Ama günümüzdeki erkek oyuncu temsillerinde istenilen hiç bu yönde değil. O yüzden anlaşılamayacağımı tahmin ettiğim için şöyle bir şey istedim: Dedim ki Emre karakteri için başvurusu yapacak oyuncular bütün senaryoyu okusunlar ve filmde sadece bir sahne var. Bu sahnenin videosunu istiyorum ve sakin bir oyun istiyorum. Çünkü gerçekten tatlı bir şekilde Gülizar'a birkaç soru sorması gerekiyor ama bu sorular tacize dair bazı hafızaya yönelik sorular.
Daha hassas sorular.
Aynen öyle. Hatırı sayılır miktarda video geldi. Ya Gülizar'a bağırıyorlar ya masaya yumruk vuruyorlar. Videoların içerisinde Bekir Behrem'in videosu sadece sakince karşı tarafa ne olduğunu anlamaya çalışan sorular soruyordu. Öyle olunca Bekir'le tanışmak istedim. "Neden böyle bir oyunculuk sergiledin?" dedim. O da "Gerçek hayatta başıma böyle bir şey gelseydi böyle davranacağım için." dedi. Bekir'le de böylece yolumuz kesişmiş oldu.
Festivalde "Türkiye'de böyle bir erkek modeli var mı?" sorusuAslında bu süreç bile Türk sinema ve dizi sektöründeki soruna işaret etmiyor mu?
Tabii ki ediyor.
Tacizler veya kadınla ilgili konu olduğunda erkeğin çok daha agresif davranışlarda bulunması ve kadının yine bu yolla dolaylı şekilde suçlanması. Aslında ona dair bir veri elde etmiş oluyoruz bu oyunculuk seçiminden.
Aynen öyle çünkü şimdi mesela Gülizar filmde kötü karakter diyebileceğiniz hiçbir karakter yok. Hepsi gerçekten hayatta bir şekilde kendi mücadelelerini sürdüren karakterler. Bunu bilerek böyle resmetmek istedim. Çünkü şöyle bir algı oluyor: Sanki Kaf Dağı'nın ardında birtakım kötü insanlar var ve bunların kötü olduğu hemen anlaşılıyor ve o insanlar bu suçları işliyorlar. Kendi hayatımızda böyle bir şey yaşanmıyor gibi. Hayır, bu gerçekten çok gri bir alan, tacizin nerede başlayıp nerede bittiğini, gündelik hayatta bu insanların kim olduğunu, neyin meşrulaşıp neyin meşrulaşmadığını bilemiyoruz. Bu bilememe hali o kadar maalesef yaygın ki, en sonunda böyle bir konuyu anlatan bir filmin oyuncu seçimi videosunda bile oyuncu, kadını suçlar bir şekilde bağırabiliyor.
Kanada gösteriminde şöyle bir soru aldım: Emre karakteri karşı tarafı anlamaya çalışan daha empatik bir karakter. Biz birçok film izliyoruz Türkiye'de çekilen. Siz böyle birisi hiç olmadığı için hayal ettiğiniz için mi böyle bir karakter koydunuz, yoksa Türkiye'de böyle bir erkek modeli var mı? Ben de dedim ki tabii ki var ama beyaz perdede yok.
Türk dizilerinin dünyada yoğun izlendiğini düşünürsek bu imaj açısından sıkıntılı bir süreci gösteriyor. Belki bu noktada sektörün "nasıl bir imaj kuruyoruz" diye biraz düşünmeye ihtiyacı var.
Belkıs Bayrak: Ben yönetmen olarak buradaki kadın ve erkeğe dair algımı ve beklentimi olabildiğince yansıtmaya çalışıyorum zor olsa da aynı özenin tüm meslektaşlardan gelmesi durumunda dediğiniz olabilir. Yani birden fazla model olsun ve bunlar üzerine tartışalım ama dominant, daha ataerkil bir erkek algısı. Siz böyle bir film çekmek istediğinizde, "Aa böyle birisi mi var?"... Hayır böyle birisi var, benim yakın çevrem böyle, ailem böyle, benim çevremde böyle nezaketli bir sürü insan var. Sadece bunun perdeye ne kadar yansıyıp yansımadığı sorun.
"(Kadınların sınırları) Nasıl ihlal ediliyor, bunun görünür olmasını istedim"Barışkan Ünal: Gülizar'da taciz sonrası süreci ana karakterin sorunu dışa vurmasından çok içine dönmesiyle sessizlikle izledik.
Belkıs Bayrak: Kesinlikle bilinçli olarak tercih ettim. Bir yönetmen olarak da risk aldım. Çünkü oyuncunuzun sessiz olması, post-travma sürecinde yönetmen olarak sizin elinizdeki en güçlü enstrümanlardan birini alıyor ama Ecem Uzun'un muazzam oyunculuğuyla sessizliği doldurma biçimi yine çok konuşkan bir boyuta dönüştü. Taciz sonrasında konuşamama hali aslında çok genel bir hal. Günümüzde "Ben de (Me Too)" hareketi ve diğer bütün hareketler aslında kadınları bu konuyla ilgili konuşmaya teşvik ediyor. Ben Gülizar'ı bu filmde anlatırken, tacize uğramış bir kadının toplum içerisinde konuşmama hali varsa eğer, biz bu kadınları fark edebiliyor muyuz, bu kadınların suskunluğu nasıl bir suskunluk oluyor, aslında kameramı biraz orada tutmak istedim. Sadece Gülizar'ın içinde yaşadığı değil de konuşamama hali tam olarak neden kaynaklanıyor, hangi etkenler kadınların kolayca konuşmasını engelliyor? Çünkü buna maruz kalan kadınların hepsi gayet aklı başında, konuşkan insanlar. Gülizar’ın buradaki farkı bilmediği, dilini bilmediği başka bir ülkede yaşanması durumunda bu konuşamamanın daha da belirgin hale gelmesi.
O zaman Gülizar'da karakterin iç dünyasından çok topluma yönelik "Bu kadınlar neden sessiz ya da sessizleşiyor"u sorgulatma daha çok ön plana çıkıyor.
Aynen, çünkü o suskunluğun nedenini anlamadığımız müddetçe bu sorunun cevabını bulamayacağız ve bu sorunun cevabı kadınların kendisinde değil.
Film biraz "sınırlarla" ilgili gibi. Türkiye-Kosova, iki ülke, sınır. Kadına taciz, kadının bedeninin sınırı. Düğün, ailenin evliliğe karışma sınırı. Hep sınırlar ve sınır ihlalleri var.
Belkıs Bayrak: Çok güzel bir yerden yaklaştınız. Bu konu üzerine çünkü özellikle konuşmak istiyorum. Şimdi İngilizcede "borders ve boundaries" diye yorumladılar ama Türkçede muhtemelen tek "sınırlar" kelimesine tekabül ediyor. Sınırların bütün biçimleri ve aslında günlük hayatta hiç farkında olmadan kadınların bu alanları nasıl ihlal ediliyor, bunun birazcık görünür olmasını istedim. Burada tabii cinsel taciz, bunun en sert ve en görünür olanı ama onun dışında bir kadının hayaline göre yaşayacağı düzeni dizayn etmesinden tutun, salatada sirkeyi sevip sevmemesinden ve daha birçok katmana kadar aslında hep bu sınırlar, bunların ihlali ve biz bunu ne kadar farkındayız ve değiliz. Bu, filmin içerisinde katman katman. Bazı izleyiciler çok net hissedip rahatsız oldu. Şöyle bir küçük anekdot da paylaşayım: Mutfakta bile kadınların kendilerine ait bir alanları ve bir rekabetleri var. Alev Alatlı'nın "kadının en büyük iktidar alanıdır, mutfağımdan vazgeçmem" dediği kadar sahiplendiği bir alan. Çekim sırasında film ekibimizdeki erkek bir meslektaşım, "Bizi bu şekilde bilinçlendirmeni istemiyoruz çünkü biz şöyle zannediyoruz: Bir grup kadın gidiyorlar, mutlu mutlu yemek pişiriyorlar ve çıkıyorlar." Mekanlara da biraz böyle yaklaştık.
"Gülizar'ın dünyadaki festivallerde ilgi görmesi tacizi farklı yerden anlatması"Filminizde taciz sahnesinde "male gaze (eril bakış)" yoktu. Bazen Türk filmlerinde, dizilerinde bunun çok ihlal edildiğini görüyoruz. Siz bundan uzak duran bir yönetmen olarak tacizin daha teşhir unsuruna dönüştürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tacizin kendisini sinemada, beyaz perdede buna dönüştürmek zaten kendi içinde bir ihlal oluyor. O zaman biz mesleğimizle ilgili kendi sorumluluğumuzda bunun bir parçası olmayarak bir taraf tutmuş oluyoruz. Bu sahnenin tasarımı o yüzden benim için başından beri çok belliydi. Ben sadece orada fiziksel olarak ne yaşandığı değil, çünkü bunun sınırı yok. Aslında birisinin sizin rızanızı almadan sergilediği her türlü davranışın adı tacizdir. Ondan ötesiyle zaten ilgilenilmemesi gerekir. Filmin kamerası da bunu söylüyor: Ne olursa olsun orada bir psikolojik travma yaşandı ve bu gördüğünüz şeyle ilgili değil, o deneyimin kendisiyle ilgili. O yüzden sahnede ses deneyimi ve kameranın daha parçalı olması -iki farklı kamerayla çalıştık-, bütün bunlar bu konunun hassasiyetiyle ilgili. Çünkü hayata da böyle bakılması gerekiyor. Bütün mesele bir alan ihlali yaşandı mı, yaşanmadı mı? İşte bu da birazcık o alanları bilmekle, onlara sahip çıkmakla başlıyor.
Hazır konu açılmışken beni uzun süredir rahatsız eden bir durum var. Bir örnekle yıllar önce "Fatmagül'ün Suçu Ne?" dizisinde tecavüz sahnesi vardı. YouTube'u açıp baktığınızda sadece o sahnenin yer aldığı videolar var ve milyonlarca kez izlenmiş. Tacizi, tecavüzü bir teşhir malzemesi haline getirdiğinizde ona dikkat çekilmiş olmuyor tam aksine o eylem meşrulaştırılmış, hatta ilgi çekici bir malzemeye, nesneye dönüştürülmüş oluyor.
Kesinlikle öyle. Burada görüntünün ve tacizin şiddetinin bir mesuliyeti var. O mesuliyete dikkat ettiğinizde görüntünüz bulanık oluyor, sesiniz dağınık oluyor, orada ne olduğu muğlaklaşmış oluyor ama diğer bahsettiğiniz örneklerde apaçık haliyle oluyor. Sinema bir kere zaten saklama sanatı, sinemanın kendisine ters bir biçim. Ama bunun dünyada tercih edildiğini biliyorum. Gülizar'ın gözlemlerin sonunda dünyada bu kadar festivallerde ilgi görmesi de bahsettiğiniz tercihten kaynaklandı, tacizi böyle bir yerden anlatabilmek ve bütün o psikolojik etkisini film boyunca taşıyabilmek. Zaten bunu yapmayacaksak bu filmi yapmanın bir anlamı kalmıyor.
Kostüm tasarımıyla ödülGülizar'ın kostüm arama sürecinde dört veya beş kez birileri dahil oldu, projeyi okudu. Toplantı aşamasında dijital iş geldi gitti, dijital iş geldi gitti ve bu böyle sete yakın bir zamana kadar böyle devam etti. Ama sonra Yağmur Ergül dahil oldu. Çok kısa sürede çok güzel bir iş çıkardı. Ondan da özellikle bahsetmek istiyorum. Çünkü Antalya'da aldığımız ödüllerden biri aslında Cahide Sonku Ödülü. Filmlerdeki bir kadın çalışana verilen bir ödül. Normalde kostüm bir ödül kategorisi değil. Fakat filmin kostüm tasarımı o kadar başarılı bulunmuş ki, bu ödül filmimizin kostüm tasarımcısına verildi. O yüzden o bizim için çok kıymetlidir. Yapım tasarımcımız Meral Aktan ve görüntü yönetmenimiz Kürşat Üresin'in, isimlerini özellikle zikretmek isterim. Filmin eril ve dişil mekanlarını ayırıp kostümleri de bunun içine dahil edip tamamen Gülizar'ın psikolojisine göre aslında tasarladılar. Gülizar odasında kaldığında, binalar arasında, karakolda yürüdüğünde ne hisseder, bütün buralarda arkada bir ekip inanılmaz titizlikle duvarın renginden, ışığın tonuna, kostümün, kumaşın rengine, aksesuarlara kadar incelikle çalıştılar.
"(Gülizar) Dünyadaki gördüğü karşılığı Türkiye'de bence görmedi"Filminiz birçok festivalde gösterildi, ödüller de aldınız. Siz kendiniz de daha önce festivallerde görev aldınız. Festivallerde "Gülizar"a ilgi nasıldı, yurt içiyle yurt dışında filme dair bakışlar, gözlemler, eleştiriler açısından farklılıklar var mıydı?
Keskin bir ayrım vardı. Çünkü biz sonuçta kendi yakınımızdakine bir yargıyla, bir bilgi bagajıyla bakıyoruz. Aynı film, örnek veriyorum Avrupalı ya da Asyalı bir yönetmenin çekmiş olduğu bir film olsa ve Türkiye'de izlense başka bir etki gelir. Bunu da doğal karşılıyorum. Bu refleksi de anlayabiliyorum. Uluslararası festivallerde filmin, yönetmen ve yaratıcı ekibin niyetiyle ilgili bütün çabaların çok net anlaşıldığına, filmin hem izleyici hem endüstri profesyonelleri hem sinema eleştirmenlerinde karşılık bulduğuna şahit olduk. Bu bizim için çok kıymetliydi. Türkiye'de bu ölçekte bir karşılık buldu mu derseniz, hayır. İzleyici anlamında tabii ki buldu, o konuda çok mutlu oldum. Festivallerdeki karşılığı çok güzeldi ama sinema eleştirmenliği anlamında, filme bakış anlamında dünyadaki gördüğü karşılığı Türkiye'de bence görmedi.
Yargı derken, biraz daha açma şansınız var mı?
Kendi üzerime çok konuşmak istemem ama kendimi merkeze aldığımda bence birden fazla yargı çağrışabilir. Bunun nedenlerini anlayabiliyorum. Şuna bile denk geldiğim oldu, bir röportajda soru olarak gelmişti: "Dünyanın gözdesi olan böyle bir konuyu seçmeniz başarılarınızda etkili oldu mu?" Bu benim gerçekten anlamak isteyeceğim bir soru değil. Sonra kendilerine de ilettim bu sorunun kendisinde kötü niyet var, cevaplamamayı tercih ediyorum diye. Biraz daha burada galiba matematikle bakılıyor bazı şeylere ya da bir film festivale gittiyse kesin bir hesapla ve kitapla yapılmıştır ve o hesap kitap tutmuştur da film yolculuğu güzel olmuştur gibi bakılıyor. Halbuki hiç öyle değil. Yani bu yolculuğu yaşayan bütün meslektaşlarım o sancılı süreci iyi bilirler. Beş yıl sürdü "Gülizar"ın yapımı. Film bittikten sonra gerçekten festivallere gönderiyorsunuz ve sadece bekliyorsunuz. Çünkü oradaki seçicilerin filmle kuracağı ilişkiyi sizin ölçme, biçme, tahmin etme imkanınız gerçekten olmuyor. O yüzden o emeğin kendisini yok saymak, benim çok hoşuma gitmeyen bir durum oldu.
İkincisi, bence film eleştirmenliği konusunda zaten genel olarak çok iyi metinlerimiz, yazılarımız yok. Beğendiğim filmlere dair dünyada yazılanlar ve Türkiye'de yazılanlar olarak baktığımda, "Böyle de bir film varmış, böyle güzel olmuş, böyle de bir oyunculuk varmış" gibi, sanki filmin onun dışında bir katmanı, bir dünyası yokmuşçasına yazıldığında, tamam olumlu bir şey yazılıyor ama siz tabii ki o uzmanlık alanında başka şeylerden de bahsedilsin istiyorsunuz.
Daha derinlikli bakılsın.
Evet öyle, çünkü arkada öyle bir çaba var, bir ekip çabası var ve bu çabanın dünyanın başka yerlerinde çok güzel karşılandığını da gördüğüm için mukayese yapabiliyorum.
Türkiye-Kosova ortaklığının olduğu ilk film "Gülizar"Neden Kosova'yı seçtiniz ikinci bir ülke olarak?
2019 yılında film henüz proje aşamasındayken, festivallerin biz endüstri bölümlerine gidip "pitching" sunum dedikleri sunumları yapıyoruz. O zaman proje Kosova'da bir festivale seçilmişti fakat Avrupa ve Türkiye arasında geçiyordu. Ben Kosova'ya gittiğimde Kosova'nın dokusundan, otantik halinden çok etkilenmiştim. Yollarına bakıp "Bu yollarda bir şey çekmek ne kadar güzel olurdu" diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Sonra orada film "En İyi Proje" ödülünü aldı. Bir de kalbi bir bağ da kurduğumu hissettim. Hatta geçenlerde buldum, "Kosova evim" tarzı yazan bir anahtarlık almışım ama onu alırken muhtemelen bu kadar çok yolumun oraya düşeceğinden ben de bihaberdim. Sonrasında filmin çekimlerini nerede, nasıl yapabiliriz şeklinde düşünürken Kosova ile ilgili notlarım aklıma geldi. Oradaki bir yapımcı arkadaşımla konuştum. O da "Artık iki ülke arasında ortaklık olabiliyor, istersen deneyelim" dedi. Başvuru yaptık ve Türkiye-Kosova ortaklığının olduğu ilk film "Gülizar" oldu. Oradaki devlet fonundan destek alınca hem çekimleri orada yaptık hem de orada bir ödülümüz olduğu için filmin post-prodüksiyon aşamasını yaptık ve gerçekten Kosova ve Türkiye ekibi iç içe bir film üretmiş olduk. Aslında benim şahsi olarak hiçbir bağım yoktu ama gerçekten Kosova'yı çok severim.
Yeni proje yoldaYeni bir proje hazırlığı var mı?
İsmi "Parlaktan Daha Parlak Bir Söz". Bir karşılaştırmalı edebiyat mezunu, Osman isminde bir öğretmenin askerlikte yaşadığı bir travmatik bir olay, çok yakın bir üstünü kaybetmesi ve ona dair bir suç üstlenmesini anlatıyor.
İlk filminizden çok farklı bir konu gibi hissettim. Bu noktada sinemada yoğunlaşmak istediğiniz belirli temalar mı var yoksa her filmde yeni bir deneme süreci şeklinde mi ilerlemek istiyorsunuz?
Belkıs Bayrak: Bence biz ne kadar farklılaşmaya çalışsak da belli "paternler" her filmde bizimle birlikte ilerler gibi tahmin ediyorum. Önceki iki kısa filmim, Gülizar, şimdi çalıştığım diğer projelerime baktığımda ben karakter hikayelerini seviyorum ve ilişkiler üzerine. Özellikle yaşadığım yerde inşa ettiğimiz ilişkiler, bu ilişkilerin üzerine konuşamama hallerimiz üzerine film yapmayı seviyorum. O yüzden nasıl düğün bir kadının hayatında böyle önemli bir kırılmaya denk gelebiliyorsa bence askerlik de öyle. Ama bu sadece fiziki olarak askere gidip gelmenin dışında, bu sürecin toplamında yaşanılan psikolojik süreç ne oluyor, neler yaşanıyor, dönüldüğündeki hayat nasıl oluyor, biraz bunun üzerine. Yine kahramanın o psikolojisi, travmaları üzerine odaklanacağım.
Film senaryo aşamasında mı çekim aşamasında mı?
Senaryosunu yazdım ama tabii o yazma hep devam edecek. Şu anda çekime hazırlık yapabilme, fon arama, belli ortaklıklar inşa etme sürecindeyiz.
İkinci filminizde yine bir karakter üzerinden gitmek istediğinizi söylediniz ama karakter hikayelerinin dışında yapmak isteseniz ne tarz bir film yapmak istersiniz? Ben de biyografi filmlerini daha çok seviyorum diğer filmlere nazaran ama siz yapmak isteseniz başka hangi temada bir film yapmak istersiniz?
Şimdi bir tanesini söylemiş oldunuz. Çok ayrıksı bir şey olmayacak ama kendim kurmaca karakter yazmadığım zaman da biyografik film çekmeyi çok isterdim. Ama günümüzdeki tarz, izlediğimiz, bağımsız sinemada izlediğimiz biyografik hikayeler. Yani çok bildiğimiz bir karakterin aslında yanındaki kişinin neler yaşadığını merkeze alan. Biraz dünya buna evrildi. Bizde henüz o başlamadı ama umarım yakın zamanda bu tarz biyografik filmler de izleriz. Bir de uyarlama çekmeyi çok isterim ama bir eser henüz aklımda yok. Sadece böyle küçük notlar alıyorum.
Yeni filminizi ne zaman vizyonda görebiliriz?
Muhtemelen 2027 yılında festival yolculuğuna çıkmasını ümit ediyoruz.
"Türkiye’de yönetmenlikle ilgili çok fazla tabu var"İlk yönetmenler için sektöre girmek zor mu, hangi süreçleri gerektiriyor, nasıl başardınız?
Sektöre girdiğinizde Türkiye’de yönetmenlikle ilgili benim gözlemlediğim çok fazla tabu var, bir yönetmen, senaryo, set nasıl olur, bu soruyu istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz, ama ilk yönetmenlikte bunların hepsini bir kenara bırakıp sizin gerçekten özgün bir yol bulmanız gerekiyor. Bu özgünlük sadece projenin kendisine ait değil. Bana göre her film baştan sona bir tasarım. Ön hazırlığı, yazımı, çekimi, post prodüksiyonu, bütün bu aşamalar aslında bu filmin tasarımının içerisinde birbiriyle uyumlu olması gerekiyor. Başlangıçta en büyük zorluğu orada yaşadım. Yani burada bir çalışma, set kültürü var ama benim kafamda hayalini kurduğum kültür, o ezberin dışında bir yerde. O yüzden de bütün süreçte hep bu yolu ve bu çalışma kültürünü benimle birlikte taşıyabilecek arkadaşlarla çalışmaya gayret ettim. Bu konuda çok şanslıydım. Baştan sona bütün süreçte gerçekten çok güzel ekip arkadaşlarıyla ilerledim. Şimdi o kültürün onlarda da olduğunu ve devam ettiğini de görüyorum.
Bir röportajınızda diyorsunuz ki "Çok fazla mitler var yönetmenlik, film çekmekle ilgili." O zaman biraz daha açarsak mitler neydi, nasıl kırdınız?
Belkıs Bayrak: Mesela senaryo yazdığınızda kaç sayfa sorusuyla karşılaşıyorsunuz ama sinema sayfadan çok bağımsız. Şöyle bir psikoloji oluyor: 70 sayfa bir senaryo yazdıysanız bu kötü bir şey, 120 sayfa yazmanız gerekiyormuş gibi. Ama işin prodüksiyon tarafına baktığınızda 120 sayfa demek, sizin bir veya iki hafta daha film çekimi yapmanız demek ve aslında film öyle ölçülebilir bir bilgi değil. Bu mesela set öncesi verebileceğim bir örnek. Sete dair örnek de vereyim. Türkiye'deki set alışkanlıklarında daha hiyerarşik bir yapı var. Yönetmen daha çok sanki çevresine belli ricalarda bulunan, bunların gerçekleşmesini bekleyen, gerçekleşmediğinde ekipler arası tansiyonun oluştuğu bir yer gibi. Başka yönetmenlerin film yapma biçimlerinde set sürecine daha çok bir tapınağa, mabede girme, kutsal ana şahit olma özeniyle yaklaştığını görüyorum. Mesela biz sette klaket kullanmadık. Çünkü klaketin varlığı bile aslında şu anda bir şey başlıyor duygusunu, hiyerarşiyi gösteriyor. Klaket kullanmamak bile setin içerisinde başka bir denge, üslup yaratıyor. Bunlar çok küçük şeyler ama filmin dünyasında haftalarca yoğun çalışma koşullarında oluyorsunuz, klaketin olmayışı bile sete nezaket ve yumuşaklık getirebiliyor.
"Erkek meslektaşlara da erkek yönetmen ve bir erkeği çekmek diye" sorulmamasıTürkiye'de sektörde kadın yönetmen olmak, kadın yönetmen olarak film yapmak, sektörde var olmak zor mu?
Zor ve bence problemli. Çünkü burada bazen jest yapayım derken tam ters bir etki de olabiliyor. "Kadın yönetmen çok başarılı, kadın tacizini anlattı." denilebiliyor ama burada bir yönetmenlik var. Sonuçta bu konuyu alıp çeken birçok insan, film var ama bu filmin bu karşılığını bulmasının arkasında demek ki bir şey var. Filmin artistik yönünün göz ardı edilmesi ve konunun bir kadın yönetmen, bir kadın hikayesine indirgenmesi, ki ben mesela bir sonraki filmimde bir erkek başkarakter anlatacağım, o zaman neyi konuşacağız. Biraz o kısıtlama bana şık gelmiyor. Mesela onu hissettiğim zaman, "Kadın yönetmen ve kadın konusu dediğimde, mesela erkek meslektaşlara da erkek yönetmen ve bir erkek çekmek diye bir soru sormuyorsanız, rica ediyorum hani bana da bunu sormayın, başka bir şeyi konuşalım." diyorum. Ama şunu konuşacaksak, kadın olarak sektörde üretmenin zorlukları, kadın dayanışmasının gerçekten nerede nasıl olduğu, bunlar kıymetli.
Kadın dayanışması var mı peki?
Burası çok başka bir konu. Ben de burada kadın meslektaşlarıma göre biraz ayrıksız duruyorum. Çünkü şöyle düşünüyorum, dünyanın yarısını paylaşıyoruz erkeklerle ve tamamen bir şeyi karşınıza alarak ve steril bir dünya kurarak bir şey yapamazsınız. Mesela bir meslektaş "Ben tamamen kadın çalışanlardan bir set kurdum ve böyle film çekiyorum." dedi. Dedim ki "Böyle olmaz." Çünkü setten sonra hayata karıştığın anda her şey yarı yarıya. Yani bunun kendisi problemli. İkincisi, kadın tanımından ziyade aslında incelik, nezaket, empati kavramı bence daha önemli. Bunu bir cinsiyete ayıramayız. Çünkü kadınlara düşmanlık yapan kadınları o zaman ne yapacaksınız? Ben orada daha çok bir arada çalışmak ama bir kadının var olduğu ortamdaki nezaketi gözeterek çalışmanın, bulunduğumuz yerde o inceliğin, o nezaketin olabilmesi, empatinin olabilmesi bu bana daha mümkün, daha sürdürülebilir geliyor.
"Türkiye'de iliklerime kadar hissediyorum"Peki bunu iki katmanlı olarak sorarsam; hem kadın yönetmen hem de muhafazakar bir kadın yönetmen olmak sektörde bir zorluk mu, yoksa farklı bir perspektifle avantaj sağlıyor olabilir mi?
Bence bu kısmı biraz kendime dışarıdan bakmakla ilgili. Bence insanların öncelikle yönetmen olarak bana dair bir fikir oluyor. Sonra filmi izliyorlar, filme dair bir fikirleri oluyor. Sonra bunların kendi arasında bir ilişki kurma süreci oluyor. Bu da kişinin hayata baktığı yerle, zihninin ne kadar açık olup olmadığıyla ilgili. Ben dünyanın hiçbir yerinde 'muhafazakar' bir yönetmen olduğumu hiç hissetmedim ama Türkiye'de iliklerime kadar hissediyorum. Çünkü burada benimle filmimin arasındaki o kavga, Türkiye'de olmaktan sebep süregeliyor. Ama başka bir yerde olduğunuzda ne ben onu hissediyorum ne de bunun kendisiyle ilgili bir soru ya da bir tavırla karşılaşıyorum.
Daha çok yönetmen perspektifinden bakılıyor.
Orada bir tırnak içinde yedinci sanat dendiği için bir sanat eseri var ve burada bu eserin başında bir üretici ve bir ekip var ve işin kendisine dair bir konuşma yapılıyor. Ama Türkiye'ye geldiğimizde o konuşmanın seyri sürekli (film ile yönetmen arasında) bir mekik dokuma halinde ilerliyor. Ama ben bunu çok keyifli buluyorum. Bence bu eğlenceli, bu egzersiz lazım. Yani her alanda bize lazım. O yüzden bunu negatif bir şey veya problem gibi görmüyorum. Açıkçası bu benimle ilgili bir konu da değil, bu herkesin kendi zihni ve hayata bakışıyla ilgili bir şey.
"Dünyada bağımsız sinemanın yapım koşulları zorlaştı"Fonlardan bahsettiniz, ilk filmler, ikinci filmler için fon bulmak kolay mı?
Bence her filmde her şey yeniden başlıyor. Çünkü birincisi bence her filmin kaderi var. Ben ona inanıyorum. Siz ne yaparsanız yapın, akmak isteyeceği bir dere yatağı var ve oradan akıyor. İkincisi, bir filmi çektikten sonra ikinci filme başlamanın bir beklentisi oluyor. Ama sektörde "yönetmen olmak değil kalmak önemli" diye bir söz vardır. İlk filmini çekip sonra bir daha film çekemeyen meslektaş sayısı oldukça yüksek. O yüzden şu ara zorlu bir süreç. Hem yapım koşulları hem de psikolojik olarak tekrar kendinizi o yolculuğa hazır hale getirmek adına.
Aslında genel olarak şu an dünyada bağımsız sinemanın yapım koşullarının zorlaştığını duyuyoruz. Avrupa'da görüştüğümüz meslektaşlarımız da onu söylüyorlar. Artık film fonlarından başvuru yapmak istediğimizde daha az bütçeler alabiliyoruz. Bunun yanında platformların üretimi, sektörü bambaşka bir yerden domine ediyor. Bu domine etme sadece üretim anlamında değil, bir set kurmak istediğinizde rekabet ettiğiniz koşullar çok farklı. Fakat sektörün sizden beklentisi aynı çünkü o insanlar hayatlarını bundan idame ediyorlar. Bazı meslek birlikleri çalışma koşullarını, tarifelerini duyuruyorlar ama orada bağımsız sinema, platform veya reklam ayrımı yapmıyorlar. Öyle olduğunda oradaki bütçelerle sizin kamu fonları ve birkaç küçük sponsorla rekabet edemez hale gelebiliyorsunuz. Bu durumda ekip kurmak zor oluyor. Sadece mesele fonu bulmak olmuyor. Fonu bulduktan sonra da insanları sinemaya inandırmanız, ikna etmeniz gerekiyor. Ama neyse ki bütün bu işlerin yanında sinema yapmayı seven ekipler çok, onlarla birlikte ilerleyebiliyoruz.
Fon kısmında nasıl adımlar atılabilir?
Şimdi bir kolay olan yol var. Bir taşra hikayesi yazarak, köyde, kasabada geçen hikaye yazarak fon olabilirsiniz, hikayeniz kolaylıkla destek alabilir, yapım koşulları güzelce ilerleyebilir.
Neden, taşra ağırlıklı olduğu için mi bağımsız sinema?
Son 15-20 yıldır böyle ama bana göre zehir. O bizim geçmişimizde kaldı, bugünün gerçekliğinde değil ama kolay. Bana onu söyleyen çok oldu. Dediler ki "Köyünde bir şey çekseydin, şimdi bu kadar niye uğraşıyorsun?" ve bunun inanın filmlerin bütçesiyle alakası yok. Hala şu anda yaşayan çok büyük yönetmenlerin filmlerine baktığınızda hala bir yerde geçiyor. Ben bundan çok sıkılmıştım. Çünkü dünyanın başka yerlerinde filmleri izlediğimde mekanlar, ülkeler, yollar, zamanlar... Biz böyle gidiyoruz, bir yere sıkışıyoruz ve bütün her şeyi orada anlatmaya çalışıyoruz. Bu arada bu anlatının kendisini asla küçümsemiyorum fakat bir tek tipe dönüşmesi probleminden bahsediyorum.
O yüzden bence bu yola adım atacak arkadaşların kesinlikle bu tür bariyerlerde, yani "nasıl kolay çekerim, nasıl kolay para bulurum, nasıl onları ikna edebilirim" konusuna hiç bakmadan kendi içlerinde dönüp dönüp hatırladıklarında yüreklerini acıtan canlarını yakan mesele neyse o meseleyi karşılarına alıp bir hesaplaşma süreci yaşayıp inandıkları bir hikayeyle yola çıkmalarını tavsiye ederim. Çünkü siz inanırsanız devamlı geliyor. Ben ilk filmimi çektim, iki ülke arasında çektik Türkiye ve Kosova. Gerçekten filmi çekene kadar, hatta çektikten sonra bile "Onu nasıl çekti?" cümlelerini duydum sektörden. Konu bu değildi, konu benim inandığım bir şey vardı, ben karakter bir yerleri aşsın, yolları aşsın, izleyici de aşsın istiyordum. Bu küçük şey, mekan kısıtlaması bile zihninde yazarın kendisinde problem olabiliyor. O yüzden bunları unutup sadece bir film, hatta o filmi de perdede izliyormuşçasına hayal edip ona çalışmalarını tavsiye ediyorum.
O yüzden mi Gülizar'ı da taşradan şehre değil de başka ülkeye giden bir karaktere dönüştürdünüz, taşra algısını kırmak için?
Evet. Bir de şöyle: Bir insanın taşrada yaşaması ya da daha suskun olması, onun daha az becerikli olduğu anlamına gelmiyor. Sonuçta benim hayatımda, akrabalarımda, çevremde böyle olan çok akıllı, çok saygıdeğer birçok insan var. Bizde sanki o suskun olma hali problemli gibi düşünülüyor. Ben bunun tersi olduğunu düşünüyorum. Bu tarz insanlar aslında daha gözlemciler. Konuşmadıkları zaman akıllı olduklarından konuşmuyorlar. Yani sürekli konuşmak, sürekli meydanda olmak bana daha problemli geliyor görsel olarak, o yüzden.
"Bir film olabilmesi için ritminin, dünyasının oluşması çok önemli"Senaryoyu yazarken karakterleri nasıl belirliyorsunuz, çıkış noktanız nedir?
Günlük hayatın içerisinde bir şey çok ilginizi çekebiliyor. Kalbinize dokunabiliyor. Mesela kardeşim bir olay anlatmıştı, askerdeyken anlattı. Dizime vurduğumu hatırlıyorum. O kadar etkilendiğimi bildim ki kesin bununla ilgili benim başıma bir şey çıkacak duygusunu hissettim. Bir sene bekledim birbirimizi rahat bırakır mıyız konu ve ben diye ama öyle olmadı. Öyle olunca da bu sefer şöyle bir ilişkiye giriyorsunuz: Ben neden bu meseleden bu kadar etkilendim. Biraz da ona dair bir mesai harcayınca taşlar yerine oturuyor. Tamam bende demek ki böyle bir karşılık varmış, bu olaydan bu kadar etkilenmişim. Ama o arada bu dünya kurulurken, ikinci filmim için söylüyorum, John Keats'e denk gelmem, onun nişanlısına yazdığı bir mektupta "Parlaktan daha parlak bir söz istiyorum, adilden daha adil bir kelime" yazar. Bundan da çok etkilenmiştim ki filmimin adı şu anda oradan. Aslında dinlediğiniz müzik, okuduğunuz kitap, denk geldiğiniz cümle farkını varmadığınız şekilde birbiriyle eklemlenme haline giriyor ama genelde bir küçücük şey, yani orada bir levha çakma anı anlatmıştı kardeşim, onun görselliği ikinci filmin örülmesine sebep oldu.
O zaman senaryonuzu yazarken sadece metne mi odaklanıyorsunuz, yoksa aynı zamanda görsel dünyayı da mı kuruyorsunuz?
Kesinlikle görsel dünyayı da kuruyorum. Hatta çok uzun süre sadece belli başlığı parçalar gözümün önünde oluyor. Bazen görüntü yönetmenimle oturuyorum ve ona diyorum ki, böyle bir ışık var, sadece bir ışık anlatıyorum, sonra bazı yapraklar, bazı ağaçlar, yeşiller ya da "Bence çok lacivert bir film olacak." diyorum. Sonra bu lacivertin altı doluyor. Görselini kurmadan bir hikayeyken asla yazmıyorum çünkü öyle olsa bir kitap olur. Bir film olabilmesi için ritminin, dünyasının oluşması çok önemli. O yüzden o aşamada uzun uzadıya bekliyorum. Senaryoyu okuyanlar genelde film izledik gibi diyorlar. Bence zaten senaryonun böyle olması gerekir.
Biraz bir illüzyon var, oraya değinmek isterim. Şöyle bir yanılgı olabiliyor, bir senaryo bir hikaye anlatıyor A noktasından B noktasına biz gidiyoruz, onu çekerken o bir anda bir filme dönüşüyor. Orada kamerası, kurgusu belli oluyor gibi ama asla öyle değil. Çünkü bütün ekipler sete girmeden önce onların okuduğu temel metin senaryo. O senaryoya bakarak sanat yönetmeni, bu yönetmenin mekan algısı böyleymiş, renk algısı böyleymiş diyor, kostüm tasarımcısı oradan bakarak karakteri çalışıyor. Kurgucu, hatta mesela filmin sonunda çalışacağınız ses tasarımcısına bile önden okutuyorsun. Diyor ki "Bu filmde şöyle sesler çok hakim". O yüzden senaryo bu anlamda diğer yazılım metinlerden ayrılıyor. Bunları sonraya bırakmak, işte o zaman birbirine benzeyen filmler biraz burada başlamış oluyor.
"(Sinemada önceki kuşak) Genelde deneyimi anlatmama ve paylaşmama üzerine ilerliyor"Biz genç bir nüfusa sahip ülkeyiz. Dünyaya çok açık ve ne yapacağını tam olarak kestirememiş genç kuşaktan bahsediyoruz. Sanki bu heyecanı, bu potansiyeli doğru noktalara ulaştıramıyoruz. Sinema sektörü bu anlamda genç kuşaklara destek oluyor mu ve yeni yollar açmak için kendi çabalarının dışında mentörleri veya onları yönlendirebilecek doğru isimler var mı?
Bu birazcık bir önceki kuşağın bilgi paylaşımına ne kadar açık olup olmadığıyla başlıyor. Bence açık değiller. Herkesin biricik, kendisine ait bir deneyimi var ve genelde bu deneyimi anlatmama ve paylaşmama üzerine ilerliyor. Bunun motivasyonlarını tam olarak bilmiyorum çünkü açıkçası kendimi o kuşaktan görmüyorum. Ben daha genç kuşağa yakın bir yerde kendimi konumlandırmak istiyorum. Dünyada böyle değil. Mesela işte Rusya'da yönetmen Alexander Sokurov, Çeçenlerin bulunduğu bölgenin asimilasyona tabi olabileceğini, kendi kültürlerini kaybedebileceğini fark ederek çok büyük bir yatırımla oraya bir sinema okulu kuruyor. Kendisi Çeçen kökenli bir yönetmen değil ve o okulda gerçekten bir askeri disiplin gibi, çünkü o okulda okuyan yönetmenlerin röportajlarını izledim, inanılmaz bir sinema eğitimi görüyorlar. Bugün Kantemir Balagov diye bildiğimiz Çeçen asıllı yönetmen o okuldan mezundur.
Ülkemizdeki usta yönetmenlere bakıyorum, kendisinden sonraki kuşaklara ne aktarabildi ya da bu birikmiş kümülatif şeyi en azından bir enstitü olabilir ya da sinemaya erişimi kolay olmayan bir şehirde bir şey yapmak olabilir, maalesef bunların hiçbiri yok. O zaman şöyle oluyor: Bir grup kafası karışık genç ne yapacaklarını bilmiyorlar. Orada elimizden geldiğince irtibatta olmak, bilgide açık olmaktan başka bir şey yok. Burası birazcık bence kanayan yaramız. Bu da bizim bilgiye açık olmak, eleştiri yapma kültürümüz, bunu doğru inşa etmekten geçiyor.
Siz bir örnek verdiniz Kosova ile Türkiye arasında ortak bir film projesi. Şu an Türkiye'nin ulaşamadığı coğrafya neredeyse yok ve dünyadaki birçok ülkede de Türkiye çok özel olarak anılıyor. Bunu sinemada başarabileceğimiz bir döneme giriyor olabilir miyiz ve genç kuşaklar burada bu potansiyeli nasıl değerlendirebilirler?
Bence bu çok mümkün ama biraz inatçı olmak gerekiyor. Mesela Gülizar'ın yapımında biz Kosova ile çalıştık ama post prodüksiyonunda ses tasarımı Romanya'dan, müzik Azerbaycan, renk Kosova ve kurgu Türkiye'den yapıldı. Bütün bu ülkelerden gerçekten çok iyi isimlerle çalıştık. Ama buna emek vermeniz gerekiyor, bunun peşinde olmanız gerekiyor. Yoksa tabii ki burada karşılaştığım soru: "Ne gerek var o kadar kendini hırpalamana? Burada yapıp bitirseydin kolayca." Orada iş biraz yönetmene düşüyor. Neden o kişiyle çalışmak istiyor, neden müziği orada yapmak istiyor, bunlar işte en başta söylediğim gibi, her film bir tasarım. Tasarım mantığıyla bakarsanız her şey mümkün oluyor. Bütün ülkelerle işbirliği yapabilirsiniz. Zaten o ülkeler de çok açıklar ve bir şeyler yapmak istiyorlar. Ama "Ben bir matematikle girerim, kameramı koyarım, çekerim, postumu yaparım, filmi bitiririm" diye bakarsanız bunlar sizin için çok ekstra iş yükü, çok ekstra maliyet. Anahtar kelime o, filme bir tasarım olarak bakmak.
(Ortak yapım) Bu her zaman yapımcılar için de bir motivasyondur. Çünkü her ülkeyi bir pazar olarak görülürse, ne kadar çok ülke filmin içine dahil olursa aslında o filmin dolaşımıyla ilgili önünüze o kadar seçenek olmuş oluyor.
"Öğrencilik aşamasında bir yönetmen olma illüzyonu var"Barışkan Ünal: Son olarak sinema öğrencilerine ve genç sinemacılara tavsiyeleriniz ne olur?
Belkıs Bayrak: Bence birazcık öğrencilik aşamasında bir yönetmen olma illüzyonu var. Ben bu illüzyondan kendilerini uzak tutmalarını öneririm çünkü sinemanın her alanı gerçekten bir artistik üretim. Şu duygu bana çok acıklı geliyor: Yönetmen olmak istemiş, sektöre atılmış ama sonrasında kurgu, sanat, ses alanlarına yönelmiş. Aslında baştan bunu hedeflemek mümkün. Çünkü bu alanlarda gerçekten çok fazla artistik insana ihtiyaç var. Çok yoğun talep var ve bu alanlar sadece Türkiye'ye has değil. Dünyanın birçok ülkesinden gelip burada çalışmak isteyen birçok prodüksiyon firması var. O yüzden sinemaya çok geniş bir perspektiften bakmak, bu perspektife festivalleri dahil etmek, fonları dahil etmek lazım.
Mesela üniversitede sinema televizyon okurken birisinin festival programcısı olmayı da hayal etmesi ve hedeflemesini isteriz. Buralar sanki bir B planı gibi algılanıyor ama sinema dediğiniz şey hep birbirini tümden iyileştiren bir şey. İyi bir festivaliniz olmalı ki filminizi gösterdiğinizde o güzel deneyimi yaşayabilesiniz. O yüzden naçizane tavsiyem, bir bilgiyle, bir hedefle koşmaktan ziyade bütün bu alanları düşünüp, değerlendirip, mümkünse üniversitede okurken stajlarla deneyimleyip, bunların içerisinden ne istediğine sonra karar vermek çok daha az yıpratıcı ve acılı olur.
Muhabir: Barışkan Ünal